Cuma, Ocak 09, 2009

Kürtlere Gülmek


(…) Kürt sorunu nedeniyle bugün Türkiye’nin başka türlü bir azınlık meselesi var. Azınlığın komikleştirilmesiyle “biz”in olumlandığını söylemiş, çeşitli ülkelerden örnekler aktarmış, bir de çekince koymuştum: Milliyetçiliğin yoğunlaştığı, şiddete vardığı, linç girişimlerinin doğallaştığı zamanlarda bu argümanın çok işlemediğini düşünüyorum. Mizah dergilerinde olsun, gündelik yaşamda olsun Kürtlerle ilgili espriler yapılmıyor. Akbaba’nın uzun yıllar Rum, Ermeni ve Yahudilere karşı yaptığı gibi, en azından andıran biçimde Kürtlerle ilgili mizah yapılmıyor. Örneğin Lazlarla ilgili epey fıkra var, önemli bir farkla: onlar bir etnik topluluk değil sanki bir yörede yaşayan, o yörenin ahalisi gibiler. Fıkraları bizzat Lazlar anlatabiliyor, televizyon programlarında asıllarının Türk olduğunu söyleyen Lazlarla karşılaşabiliyor. Romanca bilmeyen, Türk Romanları olduklarını söyleyen Romanlarımız da var. Allah için güzel eğleniyorlar, Laz fıkrası denildiğinde yüzüne bir tebessüm oturan milyonlar da var. “Kürd’ün biri” diye başlayan fıkralar anlatılmıyor oysa, Muhsin Bey filminden bu yana Doğulu genç göçmen tiplemeleri çıkmıyor değil. Heyhat onlardan Kürt olarak bahsedilmiyor, “yahu adam Laz” diyerek dizlerin pat patlanarak gülündüğü gibi “Kürt işte” den(e)miyor. Nedeni çok açık…Kürtlere gülmek istenmiyor, Kürtlere gülmek demek onları sevimli de bulmak anlamına gelecek. Belki taviz vermek… Sırplar Hırvatlara gülmüyordu, Boşnaklar da Sırplara…Gülmek, bizi yakınlaştırıyor, kimse gülmek istemiyor… (...)
yazının tamamı Birikim Aralık-Ocak 2009 sayısında...

Cumartesi, Ocak 03, 2009

Giden Geminin Ardından


Peşinen şunu söylemeliyim: En azından ‘şimdilerde’ Sadi hakkında herhangi bir şey yazabilecek haleti ruhiye içinde hissetmiyordum kendimi. Hayatın trajedi fetişizmi, Sadi’nin medyatikleştirilen ölümü, onun hakkında yapılacak her işi kendi bağlamından başka bir şeye dönüştürecek diye endişeleniyordum. Yakın bir arkadaşı olarak Sadi’nin bu denli ‘konuşma’ ve ‘edebiyattan’ hazzetmeyeceğini bilmek de cabası. Ama ne diyelim; yazarsın, yazmalısın vs sözlerine direnirken onun hakkında yazmak zorunda kaldım.

Sadi ile on yıl kadar önce bir sahafta tanıştık. Lanetlenmiş ‘tür’ kitaplarından birine ikimiz de talip olmuştuk. Ayaküstü yapılan ilk konuşma, derin bir dostluğun başlangıcı oldu. Konuşurken sürekli yaşlandığından-yaşlı bir adam olduğundan söz ediyordu. Onun Pardayanlar serisini okuduğunu hemen fark etmiştim. Yaşlı Pardayan’dan miras aldığı ironik bir cümleyi tekrarlıyordu. Bu türden, üzerinde çalışılmış espri ve jestleri çok severdi. Aslına bakarsanız onu kostüme kahramanlara benzetirdim. Pek değişmeyen kıyafetleri vardı; kumaş pantolon giyer, üzerinde mutlaka sol cebi olan t-shirt ya da gömlekler olurdu. Alameti farikası olmuş, mutlaka parmaklarını şıklatarak açtığı databank’ını o sol cebinde taşırdı. Star Trek’ten Mr. Spock’ı andıran bir kişiliği vardı. Onun şaşırma, irkilme, heyecanlanma, korkma, kızma, üzülme gibi insani tepkilerden uzak ‘mantıklı’ kişiliği, buna inanarak söylüyorum, Sadi’nin hayata karşı duruşunu derinden etkilemişti. Bu tür tepkiler vermek zorunda kaldığı anlarda, sıklıkla kullandığı ‘ilginç’ deyişi, bu etkinin belirgin tezahürlerindendi.

Kesinlikle el şakası yapmazdı, argo konuşmazdı. Anti-politik sayılabilecek kadar ideolojilerden uzak dururdu. Bunu Futuristik romanların genel atmosferlerinde de görebilmek mümkündür: İnsanlık, öyle mantıksız düşüncelere kapılmıştır ki, geleceğini heba etmiştir, v.s. Herhangi biriyle kavgalı olduğunu sanmıyorum, tartıştığını görmedim. Buna rağmen, inatçıydı; yeni bir veriye ulaşmaya, herkesin bakıp da görmediği ya da önem vermediği bir ayrıntıyı bulup çıkarmaya çalışırdı: “Bil bakalım ne öğrendim?” demeye bayılırdı; benzerleriyle oyun mealinde rekabete girmekten; iddialaşmaktan da hoşlanırdı. Dostlarıyla menfaatsiz, maksatsız, para mefhumsuz bir ilişki kurduğundan bu rekabeti olumsuz anlamda okumanın imkânı olmuyordu. Çünkü elindekileri paylaşmaktan çekinmezdi. Kelimenin tam anlamıyla korkunç bir yardımseverdi. Ona borçlu olmayan herhangi bir arkadaşı olduğunu sanmıyorum. İnsanlara çalıştıkları alanlarla ilgili olarak hesapsız, kitapsız ve özellikle habersiz ‘sürpriz’ materyaller bulur getirirdi. Güçlü bir hafızası vardı, tanıştığı birinin ‘neyi aradığını’ mutlaka hatırlar, her yeni karşılaşmada ona bilgiler vermeye çalışırdı.

Bir melekten söz ediyorum sanılabilir, en azından abarttığım… İnanın hayır! Sadi, haftanın bir gününü arkadaşlarının bilgisayarlarını tamir işine ayırırdı. Bir parça Yeşilçam kokacak ama, varsın koksun! Parasız ve menfaatsiz yardım eden, manen narin ve maddeten mahcup biriydi Sadi. Agah Özgüç, Film Sözlüğü’nün indeksini getiren Sadi’nin para istediğini sanmıştı. Nüanslı ve nisaplı tebessüm eden, kedi gibi kokan, hep aynı kıyafetleri giyen, seyrek ama dik saçlı ‘yaşlı adam’ın bir romance kahramanı olduğunu görebilmek ya zaman isterdi ya da maharet.

Sadi’nin ölümünden sonra bir çok arkadaşı-tanışı onun memleket akademisinin cenderesinde ‘kurban’ edildiğini söylediler, hakkının yendiğinden bahsettiler. Takım elbiseler, kravatlar, mesailer, hiyerarşilerden dem vurdular: Hem ayrıldığı Fen Fakültesi’ne hem de bir türlü onu kadrolarına katamayan İletişim Fakültelerine kızdılar. Duygusallıkla abartıldığı açık olan yorumlardı bunlar: Sadi, hiyerarşinin ya da kurumların istediği gibi değil, kendi istediği ve düzenlediği biçimde çalışmak istiyordu. Tam zamanlı/mesaili bir çalışma biçimini, sürekli bir üretim tahayyülünü arzulamıyordu. Hiçbir zaman maddi sıkıntısı olmadı. Evinde olmayı, kitaplar okumayı, filmler seyredip onları arşivlemeyi, kütüphanelere gidip istediği konularda araştırmalar yapmayı, yeni diller öğrenmeyi, arkadaşlarına zaman ayırmayı istiyordu aslında. Ha, bu arada, bir kitaba dönüştürecek kadar sebat gösterdiği film müziği alanında üniversitelerde yarı zamanlı dersler vermeyi de istemiyor değildi elbet. Sadi’nin bir disiplin arayışı vardı, haftalık programlar yapar, hangi gün, nerede, ne yapacağına dair ayrıntılı bir tasarı hazırlardı. Ama bu programlar ve saatler bir iki istisna dışında genellikle açık uçluydu. Bir araştırmacı için vakit kaybı sayılabilecek kadar çok insan vardı hayatında. Randevuları çoğaltan, programları uzatan, kimi zaman çalışma vakitlerini azaltan bir hayattı bu. Sadi, üniversiteden ayrıldıktan sonra hem bu vakit sorunu, hem de o çokluk sorununu çözme imkanına ulaşmıştı. Artık çok vakti vardı!

Geniş ilgi alanlarının olmasının bir nedeni de sürekliliğinin olmayışıydı. Bu kadar bilgi ve güçlü merak duygusuna rağmen bunları yazıya dönüştüremiyor ya da yazdıklarını tamamlayamıyordu. Sürekli, bakılması gereken yeni ayrıntılar, bilinmedik kitaplar olduğunu düşünüyordu. Bu durum sadece mükemmeliyetçilikle açıklanamaz, önemli bir ‘eksik kalma’ endişesidir ki, daha çok fen bilimlerini ilgilendiren bir tam’lık fantezisidir. Son beş yıl içerisinde çok yazmasının tek nedeni Geceyarısı Sineması ve Kaya Özkaracalar’dır. Onu yazı yazmaya ve yazdığı yazıları bitirmeye zorlayan otoriter bir editörü olmasaydı, Sadi sanıyorum ki, bir koleksiyoncu olarak anılacak, handiyse sahaflarda konuşulan mesellerden birine dönüşecekti.

Sadi, kıvrak cümlelerle metnini akıtan yazarlardan değildi. Özellikle enformatik olmaya özen gösterirdi. Metniyle ilgili sorular sorar, yazarken öncelikle o soruları cevaplandırırdı. Düz anlamıyla akademik değildi, yılların oluşturduğu bir birikimden damıtarak yazdığı için kaynaklarını mot a mot aktarmazdı. Ancak o metni bilerek ve doğrudan tahayyülünü kullanarak yazardı. Zor yazdığı kadar zor beğenirdi. Ölümünden sonra bizlerden gizlediği yüzlerce sayfa tamamlanmamış (ve muhtemelen beğenilmemiş) yazı, öykü, roman, makale, çeviri ve bir film müziği kitabı çıktı ortaya.

Sadi, popüler sanatların, çizgi roman, bilim kurgu, fantastik ve korku türlerinin önemli bir arşivcisiydi. Yapacak ve anlatacak çok şeyi olan bu güçlü kaynak artık yok! Bu yokluğu, hayatının her anında hisseden bir arkadaşı olarak değil memleket yazını adına hayıflanarak yazıyor, üzülüyorum.

[2003 yılında, Temmuz ayında aramızdan ayrılan arkadaşım Sadi Konuralp için o tarihlerde çıkan Altyazı dergisinde yayınlanan bir yazım]

Perşembe, Ocak 01, 2009

Levent Cantek : "L’auteur français le plus admiré en Turquie est Moebius"

La Turquie était l’invitée de la 60ème édition de la Foire du Livre de Francfort. La qualité de sa production de bande dessinée nous a surpris, de même que la maturité de la scène critique qui publie aussi bien des encyclopédies que des essais et des revues sur la bande dessinée. Rencontre avec le principal historien de la bande dessinée turque.

Comment caractériseriez-vous la situation de la bande dessinée en Turquie ?
Il y a une longue tradition de la BD dans notre pays, de façon irrégulière depuis plus de cent ans, puis régulière depuis les années 1930, mais cela toujours été relégué dans le domaine de la littérature pour enfants mal considérée par les éducateurs. Les comic strips américains, avec des artistes comme Alex Raymond, influencèrent profondément la bande dessinée dans les années 1930, en Turquie comme en Europe.

La bande dessinée turque prit du retard en raison du fait qu’elle a toujours dépendu des quotidiens qui la publiaient et qui lui ont longtemps préféré la BD étrangère. Il était impossible de lutter contre ces produits importés à bas prix, que ce soit qualitativement ou quantativement. Même dans la période dite de « l’âge d’or de la bande dessinée turque », entre 1955 et 1975, aucune production locale destinée à la presse enfantine n’obtint un succès populaire suffisant. Par conséquent, la plupart des talents se tournèrent vers la presse quotidienne.

Or, cette bande dessinée influença profondément les supports qui la publiaient : Les procédés de reproduction photographiques étaient jusqu’à la fin des années soixante encore déficients, ce qui favorisa le développement et la tradition du dessin dans la presse turque. Les auteurs qui y faisaient de nombreuses bandes dessinées, portraits, illustrations ou culs de lampe gagnaient à ce moment-là très confortablement leur vie. Les thèmes historiques, les figures héroïques nationales, l’érotisme même parfois ont durablement structuré la production turque de ces années-là. De grands quotidiens publiaient des BD dans leurs pages. Hürriyet, par exemple, passait deux pages en couleurs tous les jours. Millyet publiait dans les années 1970 des BD à thèmes nationalistes, principalement du matériel inédit. cette tendance se poursuivit jusqu’en 1975. Mais avec l’introduction progressive des moyens modernes d’impression, la photographie prit le dessus, entraînant le déclin du dessin. C’était la fin d’un âge d’or pour les dessinateurs turcs. La BD perdit radicalement son audience et elle n’est jamais revenue à ce niveau de popularité depuis.

En 1975, néanmoins, il y eut comme un rebond.
Oui. L’éditeur Haldun Simavi fut le premier à introduire des équipements offset performants. Grâce à ceux-ci, il put inonder le pays de journaux bourrés de photos et d’illustrations, qu’il diffusait de façon massive et abondante. On lui doit la création d’un magazine qui mêlait érotisme, humour et politique : ce fut Gırgır, un magazine qui tirait à plus de 500.000 exemplaires par semaine. Son incroyable succès suscita de nombreuses vocations de caricaturiste dans notre pays et fit passer définitivement la bande dessinée d’un genre pour enfants à une littérature pour les adultes, plus réaliste. L’Underground américain en particulier, des auteurs comme Crumb, Shelton, un certain esprit « fanzine », puis « punk » après 1990, laissèrent des traces visibles encore aujourd’hui dans notre création. Toutes les BD turques publiées depuis s’exprimèrent avant tout dans le registre de cet humour sarcastique, avec des dessins ironiques, satiriques et grotesques. Gırgır et ses concurrents immédiats vendaient jusqu’à un million d’exemplaires par semaine. Des auteurs comme Galip Tekin, Suat Gönülay, Kemal Aratan et Ergün Gündüz furent parmi les plus productifs de cette époque. Ils influencèrent profondément les générations suivantes.

Mais cette presse subit de plein fouet l’arrivée de la télévision dans les années 1990. Les médias imprimés chutèrent de 80% par rapport à la décennie précédente. Ne pouvant lutter contre la multiplication des chaînes de télé, cette presse se mit à prendre le contre-pied des tendances commerciales dominantes en favorisant des thèmes que le petit écran ne pouvait pas traiter. Faisant cela, la BD se marginalisa et ne retrouva plus le succès d’antan. Le magazine qui émerge dans cette seconde période est L-Manyak qui n’hésitait pas à aborder des thèmes ouvertement obscènes voire scatologiques.

Il n’y avait pas de censure dans votre pays ?
Évidemment ! Mais l’ambiance générale était à la subversion : celui qui transgressait les règles devenait célèbre du jour au lendemain ! Néanmoins, si les cibles typiques étaient les prédateurs, les vantards, les riches, les hommes d’affaires brutaux et ambitieux ou les personnes qui utilisent leur attraction sexuelle pour monter dans l’échelle sociale, si leurs couvertures affichaient une certaine laideur caricaturale volontaire, ne se refusant ni les représentations de violence, ni les pratiques sexuelles scabreuses, elles évitaient cependant, au contraire de ses prédécesseurs, à toucher à la politique. La style de bande dessinée impulsé par L-Manyac pèse encore aujourd’hui mais les styles se diversifient.

Cette bande dessinée prospère dans les kiosques, pas dans les librairies. Pourquoi ?
Parce que c’était une bande dessinée branchée sur l’actualité. Ces auteurs gagnaient suffisamment d’argent comme cela. Ils ne pensaient pas en faire des livres. Aujourd’hui beaucoup d’auteurs veulent leur album, peut-être davantage que ce que le marché peut absorber. Nous n’avons pas, ici à Francfort, assez de place pour les exposer toutes.

Tintin a été publié dans votre pays. Il semble que les éditions pirates ont été nombreuses, au point de faire l’objet de titres supplémentaires, comme Tintin et le secret de Marmara…
Oui, il y a eu pas mal de pirates, surtout en noir & blanc. Certains éditeurs publiaient sous copyright, mais d’autres s’en passaient. Encore aujourd’hui, les contrôles sont aléatoires. Hergé et Casterman s’y sont essayé mais ils s’y sont cassé les dents jusque dans les années 1970. Puis, il y a eu la publication d’éditions autorisées et cela se passe mieux depuis. Astérix, Lucky Luke, Spirou, Blueberry, Cédric… ont été publiés en turc. L’auteur français le plus admiré par les amateurs en Turquie est sans conteste Moebius. Les éditions italiennes Bonelli sont aussi très populaires chez nous : Dylan Dog, Tex, etc y sont publiés depuis longtemps.

Quelle est la situation des mangas dans votre pays ?
Il n’y en a quasiment pas ; deux ou trois titres, c’est tout. La plupart de ceux qui sont diffusés chez nous sont en anglais, destinés aux expatriés anglophones qui résident chez nous. Les Turcs qui lisent l’anglais les lisent et en débattent, en turc, sur des sites Internet spécialisés. Mais cette tendance est tirée par les dessins animés qui passent sur la télévision chez nous. Aucun de nos auteurs ne crée des mangas, pour l’instant.

Le seul auteur turc qui ait un peu de notoriété dans l’espace francophone est Gurcan Gürsel, l’auteur de Foot furieux chez Joker, un ancien de Gırgır.
Oui, il émigra dans les années 1990 en Belgique où il apprit la langue. Il put ainsi se faire publier dans ce pays. C’est le cas pour d’autres artistes turcs qui se font publier aux USA.

Comment se fait-il que les auteurs turcs, pourtant talentueux, aient peu cherché à se faire publier en dehors de leur pays ?
Parce qu’ils sont heureux chez eux, ils gagnent très bien leur vie ici, où ils ont un statut de Rock star et un bon nombre de groupies (rires), alors ils ne pensent pas à se faire publier ailleurs.

Combien d’auteurs vivent de leur métier dans votre pays ?
Je ne sais pas. Je dirais qu’entre 100 et 200 d’entre eux en vivent professionnellement.

Et combien de maisons d’édition en publient ?
Je dirais, sans en être sûr, une quinzaine.

Les « graphic novels » sont aussi à la mode chez vous ?
Bien sûr. Persepolis de Marjane Satrapi est paru chez nous. Des points de vente spécialisés en BD commencent à s’ouvrir et proposent des bandes dessinées d’auteurs turcs. Notez que nous ne faisons pas trop cette distinction chez nous car le mot que nous utilisons pour la bande dessinée, Çizgi Roman, signifie précisément « roman graphique ».

Quels sont les principaux magazines du moment ?
Gırgır existe toujours mais il n’a plus le succès qu’il avait avant. Ses ventes sont devenues anecdotiques. Les autres magazines présents sur le marché sont Leman et Penguen. Le grand magazine du moment est Uykusuz qui vend 75.000 exemplaires par semaine.

Quels sont les artistes actuellement les plus réputés ?
Ersin Karabulut, Memo Tembeliçer, Suat Gönülay, Kenan Yarar, Ergün Gündüz, Bülent Üstün, Yilmaz Aslantürk,… Et bien d’autres !

Les auteurs turcs peuvent parler de tout, y compris de religion ?
Oui, on peut parler de tout. D’une manière générale, ces auteurs satiriques n’aiment pas l’autorité : les profs, les patrons et le pouvoir de l’argent, les policiers, les religieux, les politiciens, etc.

Ils n’ont aucun problème avec ces autorités ?
Souvent, celles-ci aimeraient les traîner en justice mais les procès prennent tellement de temps à aboutir qu’en général, ils y renoncent. Un des dessinateurs de Uykusuz est actuellement poursuivi par le premier ministre mais celui-ci ne veut pas se faire passer pour quelqu’un d’autoritaire, alors les choses traînent...

À vous entendre, vous êtes le pays le plus libre du monde…
J’aimerais que ce soit vrai.

On est surpris de la qualité du travail critique fait en Turquie. Vous avez publié plusieurs ouvrages, ainsi qu’une revue, Serüven, d’un niveau que l’on aimerait voir plus souvent en France.

Jean-Pierre Mercier, conseiller scientifique du Musée National de la Bande Dessinée à Angoulême me dit la même chose. Ce n’est pourtant qu’une revue tirée à 1000 exemplaires. Nous sommes quelques-uns à faire la promotion de la bande dessinée dans notre pays. C’est un travail que nous faisons en plus de nos métiers respectifs. Je suis directeur de collection dans une maison d’édition et professeur à l’université d’Ankara en sociologie historique et pour l’histoire des médias. Je rêverais que nous ayons en Turquie un Festival comme Angoulême. J’y ai été invité une fois. Mais ils me voulaient moi seul. J’ai décliné : je ne trouvais pas raisonnable de m’y rendre sans mes amis, les artistes turcs de bande dessinée.

Propos recueillis par Didier Pasamonik
link