Cuma, Temmuz 17, 2020

Yerliler, yolcular, yabancılar



“Türkiye’de Sol Yerli Değildir!”. Elbette ki bu eleştiri değil, bir kanaat. Tartışma yaratması, eleştiri olarak kabul edilmesiyle ilgili. Salt sağdan sola yönelik bir “eleştiri” de değil. Sol cenahta buna “hakveren”, içe dönük bir hayıflanma da mevcut. Ters köşe: iddia sahibini iktidara taşıyor. “..Yerli Değildir!” Bunu kim bilebilir? Doğal olarak o yerli olan. Açarsak, yerlilikten kasıt millîlik, o yerde yaşayanlar, o milletten olmak. Sağ için sine-i millette sola yer yok, sol yabancı, dışarda(n). Sol versiyonu da var elbet. Faşist işçi, köylü yoktur. Faşist olan halktan değil, halk düşmanıdır inancı.

 Kanaatler kollektiftir, doğru olup olmamasından çok, insanların tutum ve algılarını belirlemesiyle önemlidir. Yaygınlaşması, neredeyse bir refleks halini alması, mevcut durumun yansıtılmasından çok, düzenlenmesi sonucunu getirir. Kanaatin kabulü, onu egemenleştirir. Yerli değildir diyenin duruşunu sorgulanmaz kılar. Solu yerli olmamakla suçlamak, sağ partilerce kolay harcanan bir söylem ve seçim malzemesi. Hattâ bazı benzerlerini de aynı adrese teslim edebiliyorlar. İşin hitamı: Gerekçeli karar da değil düpedüz “yaptım oldu” edası. Hoş, açıklama beklemek ne derece doğru? Memleket sağının dili kavramlardan çok, metaforlarla akraba. Hal bu iken, solla ilgili yargısının niyesini nedenini gerekçelendirmesini istemek, onu bilmediği bir dile; kavramlar esasına dayanan sol dile götürerek çipilleştirmek demek. İstisnalar yok değil; ancak o örneklerde dikkat çekici olan, sol dille kurulan akrabalık. Örneğin adı konmasa da Marksist söylemden ilham alan-beslenen İslâmcı bir damar mevcut. Ve onlar solla ilgili şikâyetlerini sol bir dille anlatıyorlar. Sağın gerisi, neredeyse tamamı, hissiyat temelinde kendine yabancı olanı mimliyor: viski içen, keçi sakal bırakan, “selam” diyen, Allaha sitem eden herhangi birisi bile yabancı, uyuşmaz ve gâvur sayılabiliyor. Elbette, bunun sonu yoktur. Okuduğum lise, basket maçlarında, TED Kolejine hemen her defasında doksan-yüz sayılık farklarla mağlup olurdu. Ama yine de bütün bir lise, tam kadro tribünü doldurup, Kolejlilere dayak atmaya bahane arardı. Garip bir slogan atılırdı: “Siz paralı biz beleş ibne Kolej!” . Kolejliler burjuva çocuğuydu, muhallebi çocuğuydu. Biz, büyük şehrin kenarında yaşıyorduk, kötü okullarda okuyorduk, dar gelirli ailelerin çocuklarıydık, onların yüzlerine bile bakmadığı kızlara aşık oluyorduk, parasızdık, hayatı kale arkasından seyrediyorduk. Biz, halk çocuğuyduk, onlar Saray oğlanı, kalantor bebesi. Hoyratlık, öfke, özlem, şiddet hepsi vardı işin içinde, hem de gerekçeli (!). Laf arasında sonu yoktur dedim ya, kastım şu: O kenar mahalle çocuğunu alın Yozgat’a götürün, o halk çocuğu, bir yabancı “Şeerli Züppe” olup çıkar. Yerlilik dediğimiz esseGesse’nin Binbir Surat’ı; kaygan, çok katmanlı ve bukalemunvari. Ama madem inceliyoruz, öncelikle şunun cevabı aranmalı: “Yerli Değildir” iddiaları, en çok neye dayanarak yapılıyor? Sağda ve solda yerli(lik) mevzuuna farklı yaklaşıldığı için bu soru iki ayrı bölümde cevaplanmalı. Önce sağ.

Yerlilik iddiası, millî kimlikle doğrudan ilgili. Millî kimliğin siyaseten en belirgin işlevi, “millet”e özgü kişilik ve değerleri tanımlayan, halkın kadim gelenek ve uygulamalarının yansıması. Dolayısıyla derin bağları mevcut: Teritoryal, siyasî, etnik ve şecereci. Yerli değil derken bir toprak vurgusu var ve bu öyle alelâde bir toprak değil, mübarek ve şehit kanlarıyla bezeli, yüce bir yurt: Halkın beşiği. Halk ve toprak birbirine ait(tir)/olmalıdır. Bu topraktan-yerden olmayan, halktan da değildir. Neredeyse bir aile ilâmı söz konusu, yerli olmayan aileden değil, doğallıkla kardeşlik ve dayanışma ruhu taşımıyor. Ailenin ideoloji, dil, mitoloji, sembolizm ve anlayış biçimlerini de paylaşmıyor. Geçmiş kuşaklara ve ata yurduna karşı duyulan kadim inanç ve bağlılıklarla mesafeli, eleştirel ve rahatsız edici. Sol dediğimiz de bu zaten. Sadece bu ülkede değil her yerde duruşunu benzer referanslardan alıyor. Sol, etnik seçilmişliğe dair bir mite sahip değil. Oysa, mevcut örnekler üzerinden düşünüldüğünde, etnik bir köken olmadan (var edilmeden) millet olma süreci tamamlanamaz(dı). Cumhuriyetin iki büyük düşmanının bu sürece engel oluşturan özellikler içermesi boşuna değildir. Milletleşme sürecinde etnik devamlılığı önleme suçunun gerici-mürteci-hilâfetçi diye bahis edilen Müslümana; sola, Rusya, komünizm ve Marksizme yüklendiğini düşünüyorum. Marksizmin sınıf temelli, Müslümanlığın ümmetçi ve anti-laik düsturlarının, tasarlanan millet olma sürecine ket vurduğu aşikâr. 1950 Seçimlerini kaybeden CHP, yeni Hükümete yönelik olarak açıkladığı “Muhalefete Giderken” adlı bildirisinde aynı noktaya temas eder: “..Atatürk inkilabının iki büyük düşmanına, kara irtica ve kızıl komunizme husumet de besleriz kin de.. Bu noktada zaten azınlıkla çoğunluk, muhalefetle iktidar tanımıyoruz. Bizim tanımadığımız gibi, yeni iktidar da tanımayacaktır. Onları ezmekte, yaşatmamakta, ne tolerans, ne hürriyet, ne husumet düşmanlığı tanımayacağız” (Ulus, 18.5.1950). Bir devletin etnik ve siyasal çekirdeği, çoğunlukla o milletin karakter ve sınırlarını teşkil eder, nesilleri birbirine bağlayan temel mit, sembol, hafıza ve değer kalıplarını üretir. Uyuşmazlık çıkartan, “bu yerli” değildir.

 Devletin konuyla ilgili hassasiyeti bu sürecin sorunsuz işleyebilmesini sağlamaya yöneliktir. Yukarıda geçen millet ve “milletleşme” kelimeleri dahi bu hassasiyet içerisinde, Cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi kullanılmayabilmiştir. Aynı etimolojik kökten gelmelerine rağmen, Din-Şeriat ve Osmanlı’yı hatırlattığı için olacak Millet yerine laik ve Türkçe’deki “Budun”a denk düşen anlamıyla halk’ın kullanımı, iktidar nezdinde özellikle tercih edilir. Hattâ halk, yalnızca seküler değil, “herhangi bir sınıfa münhasır olmayan” bir içerikle donanımlıdır; “hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemaatin, hiçbir ferdin imtiyazlarını kabul etmeyen ve kanunları vaz’etmekte mutlak hürriyet ve istiklali tanıyan fertler” halktandır. Sınıfların siyasî mücadelesi şöyle dursun, sınıfların çıkar çatışmasını hattâ varlığını bile reddeden, işkollarının ya da meslek zümrelerinin çıkar birliğini, tek parti çatısı altında, hepsinin birlikte ve uyum içinde temsil edildiğini ilân eden bu korporatist halkçılık, programın açıkça ifade ettiği gibi “zengin ya da fakir, halktan olan herkesin müreffeh ve mesut”  olacağını vaaz eder. Dikkat edilirse halk’ın kullanım olarak karşılığı “people” [ahali] değildir. Recep Peker’in Halkevlerinin açılışında yaptığı konuşmada Millet’in karşılığının bir biçimde “nation” [yurttaş ulusu] olmadığını vurgulaması gibi: “Cumhuriyet Halk Fırkasının Halkevleriyle takip ettiği gaye; milleti şuurlu, birbirini anlayan, birbirini seven, ideale bağlı bir halk kütlesi halinde teşkilatlandırmaktır”. Nusret Kemal Köymen de, halk kuvvetini, milletin damarlarındaki “pis kanı” temizleyen ince damar merkezleri olarak tanımlarken, bütün hedefin bu halk kuvvetini bütün memlekette teşkilatlandırmak olduğunu söyler. Bir başka ifadeyle millet, halk kuvveti aracılığıyla, yani iyi yetiştirilmiş askerî ve sivil memurlarla “halklaştırılacaktır”. Bu nüansın, solu yerli olmamakla suçlayan sağın beslendiği önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Demokrat Partinin seçimlerde kullandığı “Yeter Söz Milletindir!” sloganı bu açıdan anlamlı. Kalabalıklar adına konuşup, aynı kalabalıktan hazzetmeyen Tek-Partiye, Halkçılara karşı çıkış elbette bu. Diğer yönüyle, süreç içinde, millet “nation” anlamını da kazanıyor, “sağ”laşıyor. Yıllar boyu sağcıların asla halk, solcuların hakeza millet dememesi aynı sebepten menkûl değil mi?

Küçük bir not:  Sağlaşıyor dedim açayım, Demokratların , Halkevlerinin Millete devrini istemelerini CHP anlamlandıramaz: “Halkevleri zaten halkındır. Türkocaklarının daha çok zümre evleri olduğu görüldüğü için bunlar Halkevi haline getirilmiş ve kapısı bütün Halka açılmıştır (...) Biz Halkın malı, halkın evi diyoruz. Onlar milletin malı, milletin evi diyorlar. People kelimesi ile nation kelimesi arasındaki fark!” sadece (Ulus, 16.6.1950).

Devam edeceğim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder