Pazar, Temmuz 19, 2020

Yerliler, yolcular, yabancılar (2)



Yerli olmamak, bu toprağa/vatana ihanet ithamları ba’bından karşı tarafı mimlemek, özellikle Atatürk’ün ölümünden başlayarak, İnönü iktidarı ve sonrasında, birbirlerinin ikamesi olan Tek-Parti menşeli sivil-askerî bürokrat elitlerin kontrolünde gelişti. 10 Kasım ertesi şekillenen bu değişimin gerekçelerini rejime maraz gelmesinden duyulan endişeye bağlamalı. Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl kitabında başta Atatürk olmak üzere devrimci kadroya bir şey olsa, bütün devrimlerin yok olacağı korkusunu anlatırken bunu vurguluyordu. Toplumsal desteği olmayan bir rejimin yapısal zaafiyetler içerdiğinin herkes farkındaydı. Peyami Safa, “Kimden saklayacağız? Cumhuriyet inkılabını kadife eldivenli demir el yaptı. Halk pasifti. Bu inkılabı isteyen de kabul etti. İstemeyen de. Serbest oya başvurulmadığı için kaç kişinin istediğini ve kaçının istemediğini bilemiyoruz. Bu nisbet, inkilabın tarihine bir sır olarak girecektir” (Ulus, 22.6.1950) derken, toplumsal bir talebin olmadığını “Halk pasifti” diyerek anlatıyordu. Kurtuluş savaşı esnasında Atatürk, Yunan ordusunun ilerleyişine hiç aldırmayan köylerden geçerken, hayretler içinde kalarak bir köylüye, neden işgalciye karşı direniş hazırlığı içinde olmadıklarını sorunca, köylü, Yunanlılar kendi tarlasını işgal etmediği sürece bekleyeceğini söylüyordu. Köylü için bu savaş, kendisini ağır vergilerle ezen, ne anladığı ne de ilgilendiği savaşlar için uzak bölgelere gönderen devlet destanının bir başka öyküsünden ibaretti. Benzer bir ifadeyi İnönü’nün aynı dönemde geçen bir anısında yakalayabilmek mümkün. İnönü, Bursa’dan geriye doğru göçen, içinde subay ve ailelerinin bulunduğu bir kafileye rastlar: “Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır, Yedi Düvel düşmanınızdır. Bana bakın dedim. Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır” . Herkesin farkında olduğu bu olgu, rejime karşı kadirşinas, sağlamcı ve ihtiyatlı konuşmaya/olmaya itiyordu. Hal bu iken, dönem eleştirisi “cemaat içinde” dönen, son kertede aynı yolun yolcularının birbirlerine olan sitemleriydi. CHP’nin Demokratlara olan kızgınlığı, işi cemaat dışına taşırmalarıyla ilgiliydi. Partinin Seçim sloganına dikkat: “İnkar haksızlıktır! Eser Ortada: Yeni Türkiye. Dimyata Giderken Evdeki Bulgurdan Olma!”. İçerik, iktidar partilerinin statükoyu muhafaza edici söylemleriyle akraba olduğu kadar, her çift lafın tekini DP’ye gönderiyordu. Memleket meselelerinin herkes tarafından konuşulmasını abes ve “irtifa” kaybı sayan iktidar, “mesai” arkadaşlarının tutumundan şikâyetçiydi. Zira bu ehliyetsiz tutum, Batılı, modernist, laik ve kentli uzlaşmanın payandalarının sarsılmasına sebep oluyordu. İktidar tarafından “Kasketlilerin Partisi” olarak küçümsenen Demokratlar ise yarayı biliyor, kaşımak istiyorlardı. Ahmet Muhip Dıranas’ın 1950 seçimlerinden bir ay evvel konuştu(rdu)ğu kasketlinin sözleri anlamlıydı: “Yirmibeş seneden sonra, nihayet ayağına giden münevverin ve şehirlilerin ne istediğini pek tabii bilmekle beraber, kendisinin ne olduğunu da ona göstermek hassasiyeti ve itinası içindedir. Bir yol üzeri, bir dağ köylüsü: Efendi dedi. Baktık bir takım adamlar köyümüze kadar gelir gider oldu. Hallerinden ve dillerinden anladık ki, iş gayri bize düşmüş. Anlaşılan bizi efendilikten indirdiniz, vatandaş ettiniz. Sağ olun! Eh gayri bu çorbada bizim de bir tutam tuzumuz bulunur” (Zafer, 13.4.1950).

Ellili yıllarda politika sahnesine Cumhuriyetin kurucu kadrosunun dışında taşra kökenli yeni aktörler dahil oldu. Bu yeni insanlar politikanın dilini, uygulama biçimlerini ve politikacı kimliğini popülizme kaydırarak değiştiriyorlardı. CHP’nin yeni Genel Sekreteri Kasım Gülek, Partinin stratejisini Demokratların izlediği politikaya çekiyordu: “Halk Partisi, halkın partisi olamadı. Bundan dolayı demokratik seçimi kaybetti. Tekrar kazanacağız. Kazanırız. Şu şartla ki Halk Partisi, halkın partisi olsun. Her yere gitsin. Halka karışsın”. Bu elbette ki o kadar kolay değildi. Çünkü artık karşılarında Zincirli Hürriyet’in “senelerce şef hükümetinin çıraklığını edenler” (3.2.1948), Marko Paşa’nın “Kurucuları (..) Halk Partisi siyasî mektebinin denenmiş, devrini tamamlamış kısır adamları” (20.1.1947) dediği eski Halkçılar yeni, Demokratlar yoktu. Başkaları vardı, başka bir dil konuşuluyordu. Seçmeniyle konuşmak zorunda olan politikacı, çoğunlukla o seçim bölgesinin insanı oluyor ve bu atasözlerinin binyılcı tekrarcılığı, bıktırasıya ahlâkçılığını içeren, mecazlarla konuşan sözlü kültürün meclise-politik dile taşınmasına sebep oluyordu. Kavramlar esasında konuşan, soyutlamalar yapan tahsillilerin nihayetinde solla özdeşleşen dili, seçmenle iletişim kuramıyordu.* Dünya gazetesi “Halk Sahillere Saldırdı Vatandaş Denize Giremedi” diye manşet** atarken bu “çoğunluktan” duyduğu rahatsızlığı ifade ediyordu. “Vatandaşlar”sa bizim tanıdıklarımızdı. Benzer okullara gitmişlerdi, saygıdeğer meslekleri vardı ama öncelikle ideolojileriyle saygıdeğer kategorisine giriyorlardı. Buna karşın, Hacıağa denilen müteşebbisler, “Başka İstanbul Yok!” diye çıkışılan yeni kentli göçmenler, taşralı politikacılar başka bir iklimin insanlarıydı. Kurucu sivil-askerî bürokratik elitin kontrolündeki merkezin kayıyor olması, DP iktidarında geçen on yıllık dönemin daha çok “Cumhuriyet elden gidiyor!” biçiminde algılanmasına, bir eleştiri olarak yaygınlaşmasına sebep oldu. Oysa daha etkileyici olan, 27 Mayıs ertesine de sirayet eden sağın bu dili sahiplenmesiydi. Çoban Sülü’nün şahsında yeni sağcı politikacılar kendilerini taşrayla özdeşleştirerek, onun devamı mahiyetinde politik bir söylem oluşturuyorlardı. Mevcut düzenle ilişkileri itiraz, inkâr ve muhalefet biçiminde değildi. Değerler alaşağı edilmiyor, kötülenmiyor, sarsılmıyordu. Ya da bir değişim zorunluluğu anlatılıyor ama bu aynı dilin imkânlarıyla, kitabına uydurularak ifadelendiriliyordu.

Plajla ilgili küçük bir not: Kemal Tahir’in Sağ’ırdere (1955), Esir Şehrin Insanları (1956) gibi ilk romanları öncesi, Samim Aşkın adıyla yazdığı Halk Plajı (1954) çalışması, ilhamını aynı manşetten alır. Bir halk plajı çevresinde yaşananların anlatıldığı roman, alt sınıflar nezdinde argo, cinsellik, fakirlik, açgözlülük, sömürü ve insafsızlık üzerine odaklanıyordu. Kemal Tahir’in anlattığı “işgalci” kalabalık, plajlarda vatandaşlar kadar saygıdeğer değildi. Manşete dönelim: Buna göre, Halk beşer-dışı bir yığın olarak, medeniyete, medenilere/vatandaşlara ayrılmış bir yere saldıran “Barbarlar” olarak tanımlanıyordu. Halk ve Vatandaş kavramları, kendi içlerinde homojenleştirilerek, birbirine karşıt, dışsal iki ayrı varlık olarak kişileştiriliyor, kendilerine ruh ve öznellik atfediliyor ve kavgaya sürülüyordu. Üstüne üstlük gazete aracılığıyla mutlak kötü halk, mutlak iyi vatandaşa şikayet ediliyordu. Dikkat edilirse, Vatandaş ile Halk arasında cereyan eden bu manişeist fabl, yukarıda anlattığımız Halk ile Millet arasındaki yapay ayrımın bir çeşitlemesidir.

Devam edeceğim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder