Mimaroğlu belgeseli yapılacağını duyunca, Serdar (Kökçeoğlu) çok sever diye düşünmüştüm, meğer zaten yönetmeni bile oymuş. Bingo! derler ya o hisle... seyretmek istedim, Serdar'la konuştum. Hemen söylemeliyim, seyredince gördüm ki, hiç bilmesem Serdar çekmiş de derdim, kendisini güzel katmış işin içine... Anladığım kadarıyla Mimaroğlu, müzikten uzaklaştıktan sonra fotoğrafa ve kısa filmlere "takmış", flaneur gibi sokakları, tekrar eden ayrıntıları ve karısını çekmiş.. Yani, belgesele görsel olarak kullanılabilecek çok ama çok malzeme bırakmış. İşin bütününde bu görüntüler ne kadar yer tutuyor çok anlaşılmıyor, o fasıl iyi harmanlanmış...
Biyografik işlerde olumlayıcı-yüceltici bir yönseme ister istemez oluyor. Mimaroğlu ve karısı Güngör Hanımın ayrıksılığı, yaşam tercihleri bir noktaya kadar bu anlamda iyi veriliyor... Ama ne zaman, Mimaroğlu vefat ediyor, işte oradan itibaren belgesel başka bir iç dökmeye dönüşüyor, üvey oğlunun konuşmaları, o karşılaşma anı... işi çok büyütmüş. Görünür bir biçimde mutsuz olan o ünlü üvey oğulun neden-nasıl mutsuz olduğunu birdenbire anlıyorsunuz. Belgesel, bu yönüyle çarpıcı bir "aile" resmi çıkartıyor.
Geçmişte yaptığım işler nedeniyle sanatçı anne-babalarına toz kondurmayan, onları insani yönleriyle anlatılmasına izin vermeyen ailelerle sık karşılaştım. Yayımlanan günlüklerin mesela çoğu sansürlüdür veya anlatılanların hiç de öyle olmadığını hatırlayan birileri susmayı tercih ederler...Zaafı anlatmak bize "ayıp ve kırıcı" geliyor...ölüye saygı mı demeli buna.. bir türlü sahici veya çok yönlü bakamıyoruz anlattığımız insanlara... Bütün bunlar olurken "çocuklar" ne yapıyordu veya karısı-kocası neredeydi, neler çekiyordu gibi sorular kolayca es geçiliyor... Malum, hayatta tek bir doğru, tek bir gerçek yok... Belgeselin asıl başarısı bence bu olmuş. Ve aile buna izin verdiği için olmuş...
Mimaroğlu, The Robinson of Manhattan Island, seyredilmesi gereken, görsel olarak bir tavrı, hikaye olarak meselesi olan bir belgesel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder