Pazar, Mayıs 31, 2020

Bir Nurullah Ataç Sözlüğü İçin Girizgah 1948-1949 (K-Z)

Z
Dilci değilim, “yazarken” seçtiğim sözcüklere, cümle yapılarıma bakılırsa eğer oldukça keyfi bir yaklaşımım olduğu görülebilir. Ayrıca, Nurullah Ataç’ın dil anlayışına yakın olmadım hiç. Bu, ona karşıt olduğum anlamına da gelmemeli. Onun yazarlığını, olaylara, döneminin tutumlarına ilişkin yargılarını daima etkileyici bulduğumu ise saklayamam. Bir dönemi herhangi bir yazarla özdeşleştirerek tanımlamak ne denli sağlıklı olur bilemiyorum ama kendi açımdan Ataç, kırklı yılların entelektüalizminin  en önemli sembollerindendir. Aktüel tartışmalara dâhil edilmeye çalışılan, rejimin ebedi bilirkişisi sayılarak saldırılan, sayısız köşe yazısı ve fıkraya konu edilen biridir.  Çoğu zaman hakkında söylenenlere doğrudan cevap vermeyen (tenezzül etmeyen demek daha doğru olur) ama (buraya dikkat!) polemik yapmadan yazamayan yazarlardandır. Önemli bir özelliği dilindeki sükûnettir sanıyorum; metaforlar kullanarak hasmını küçümsemek, “alaysılamak”, kinlenmek onun tarzı değildir. Hempası da olsun istemez sanki… Tanımlanmaktan, biri ya da birileriyle anılmaktan hoşlanmaması karakter özelliklerindendir. Onu, sayısız kez “hayır ben öyle değilim” derken, o minvalde yazarken görebilmek mümkündür.

Bu küçük sözlüğü hazırlarken öncelikle Ataç’ın yazılarından alıntılar yapmayı istedim: Böylelikle sözcüklerin nasıl kullanıldığını göstermek kadar, onun yazar kişiliğini vurgulayabilecektim. Aslına bakılırsa, sözlük, Ataç’ın belirli bir dönemde Ulus gazetesinde haftalık olarak yazdığı yazılardan derlendiği için, baştan bir sınırlılık taşıyor. Evvela, ne öncesi ne sonrası var. Gazete yazılarından çıkartılmış olmaları, Ataç’ın bu sözcükleri “sürekli” kullandığını göstermiyor, göstermemeli. Neden 1948 ve 1949 yılları derseniz, özel bir nedeni yok, “sözlük”, sürdürmekte olduğum bir başka çalışma için belirlediğim dönemden derlendi. Ataç, bana çok “çarpmaya” başlayınca, kendime bir sözlük yapmaya karar verdim. Yıl olarak, gazete sayfalarını epritecek kadar titizlenmedim ama birkaç yıl önceye ve sonraya da baktım. Şunu söyleyebilirim: öncesinde ve sonrasında öz-Türkçe sözcük kullanımı azalıyor, bu anlamda yoğunlaşma yılı ise 1949. Aynı yılın sonunda bir kırılma da oluyor. Dil Kurultay’ından sonra gözle görülür bir azalma hissediliyor. Bazı sözcükleri kullanmaktan vazgeçiyor Ataç, niyesini bilmiyorum.

Ataç, seçtiği birçok sözcük için “henüz daha iyisini bulamadığım için kullanıyorum” demekten çekinmiyor. Amacının tüm sözcüklerin kökenini bilerek kullanmak olduğunu söylüyor. Sözcüklerin ne demek olduğunu anlamadan, onları gelişigüzel diziverenleri “cahil” buluyor (Ulus, 2.9.1949). Sözcük seçimlerinde bütünüyle özgün olmak gibi bir amacı olduğu da söylenemez. Bir çok sözcüğü (keleci, tilcik) Türk Dil Kurumunun sözlüklerinden çıkarıyor: “Ben gösteriş olsun diye yalın Türkçe yazmaya çalışmıyorum, artık Arapça’yı öğrenmeyen Türk toplumunda eski tilciklerin yaşamayacağını bildiğim için böyle yazıyorum; yarının dilini kurmaya uğraşanlara ben de elimden geldiğince, gücümün yettiğince yardım ediyorum” (Ulus, 15.4. 1949). Döneminde olsun, sonraları olsun Nurullah Ataç, “aşırı” bulunduğundan karikatürize edilerek eleştirilmiştir. Doğrusu, Ataç bunları pek önemsememiştir, dahası, farklı bir mizah anlayışı var, özgüvene dayanan mizah denilebilir buna. Bir gün, “Nurullah da ne oluyor?” diyerek cümleye başlıyor ki çabasını, kişiliğini açıkladığını düşündüğüm bu alıntıyla bitiriyorum “önsözü”: “Nurullah da ne oluyor? Adaşlarım darılmasınlar, güzel bir ad değil doğrusu! Ne bileyim? Buram buram bir eskilik kokuyor… Attım ben onu (…) Arkadaşlara, bildiklere de söylüyorum, bana bundan sonra yalnız ‘Ataç’ desinler. Arapça’dan, Farsça’dan Türkçe’ye girmiş tilcikler arasında nice beğendiklerim, sevdiklerim vardı, onları bile kullanmıyorum; babamın taktığı addır diye Nurullah’ı mı saklayacağım” (Ulus, 10.6.1949).


Kalık: Hava.
Kalıksızlık: Havasızlık.
Kamulbuyrum: Cumhuriyet.
Kanığım: Eminim. “Şuna kesin olarak kanığım ki Laurence Olivier Hamlet’i görmükte oynarken onun bir yerini bile kaldırmaz, Shakespeare’e saygı gösterip onun dileklerine uyar[dı].” (Ulus, 19.3.1949).
Kapsadığı: İhtiva ettiği.
Karabasan: Kabus.
Karşıt: Zıt.
Karavaş: Cariye.
Kavsaklamak: Farkına varmak. “O düşünler, siz de kavsaklamadan içinize işlemiştir.” (Ulus, 15.7.1949).
Kaytaklık: İrtica.
Kez: Defa.
Kıpı: An.
Kıpılık: Anlık.
Kıynık: Parça.
Kipler: Kalıplar. “Yazı dilimize gelince, o, bir takım kiplere saplanmış yapma bir dildir.” (Ulus, 4.11.1949).
Kirtinmek: İtiraf etmek. “İstanbul aydını da kirtinsin kirtinmesin içinden, ta içinden bu kanıdadır.” (Ulus, 14.10.1949).
Koçak: Kahraman. “Durulu kurtaracak, gerçek düzeni kuracak, otu ata, eti ite yedirecek koçak onun ölümünden sonra gelen Fortinbras’tır.” (Ulus, 11.3.1949).
Koçaklama: Destan.
Konuşu: Conférence.
Kopuzsul: Lirik. “Bizim kopuzsul yırlarımızın onlardan çok güzel, çok üstün olduğu söylenebilir, bana öyle geliyor ki Fransızların büyük kopuzsul ozanları, bizim divan ozanlarımızın büyükleriyle pek boy ölçüşemezler.” (Ulus, 16.9.1949).
Koşuk: Nazım, manzum. “Bir de eleştirmecimiz olsa, koşuk düzeyit ne yazlırsa yazılsın okusa, gerçek değerleri bulup ortaya çıkarsa, işte o gün görmeli bizi, neymişiz, kendimiz de anlarız” (Ulus, 1.7.1949).
Koşut: Şart. “Bu toplumda, eleştirmecinin yetişmesi için gerekli koşutlar daha yok da onun için eleştirmeci yetişmiyor.” (Ulus, 1.7.1949).
Kög: Vezin.
Köğsüz: Vezinsiz. “Bir yırın yeni sayılması için köğsüz, uyaksız olması yeteceğini sandılar.” (Ulus, 18.11.1949).
Köğük: Mısra.
Kurağlar: Müesseseler.
Kural: Kaide. “Doğrusunu söyleyeyim, yazı yazmanın kuralı kuralları yoktur, kural koymağa kalkanların da bütün dedikleri boştur” (Ulus, 15.7.1949).
Kuramdan Eyleme: Nazariyeden Fiiliyata
Kuşak: Nesil.
Küşüm: Şüphe. “Yazağından ne çıkmışsa hepsinde ölmez derin derin doğrular, geçmez görkemli güzellikler bulunduğunda şuncağız küşümü yoktur.” (Ulus, 19.8.1949).
Küvezlenme: Gururlanma. “Oyunculardan bilmem hangisine uslu uslu öğütlerde bulundu: ‘Bu başarıyla şımarıp da büyüklenme, küvezlenme sakın! Git, öğretmenlerinin önünde diz çök, ellerini öp’ dedi. Diz çöküp el öpmek öğüdüne epeyce gülmüştüm.” (Ulus, 13.5.1949).

Meziyet: Erdem.

Nen: Şey. “Hani Readers Digest diye bir Amerikan dergisi var. Bizde de epeyce satılıyor, okurlarına bir iyimserlik aşılıyor, sormayın sanırsınız ki ürkülecek, korkulacak bir nen kalmamış.” (Ulus, 22.7.1949).
Netek: Nasıl.
Netekse: Nasılsa.
Nite: Nasıl. “Biz bugün Avrupa uygarlığına girmeğe özeniyoruz, o uygarlığa girdiğimizi söylüyoruz, oysaki o uygarlığın özü olan Yunan uygarlığı ile Latin uygarlığını bilmiyoruz, öğrenmiyoruz, nite anlarız, nite kavrarız, nite benimseriz Avrupa uygarlığını?.” (Ulus, 16.9.1949).

Obartma: Mübalağa etmek.
Olanak: İmkan.
Oruntuladığı: Temsil ettiği.
Ozan: Şair.

Öden: Mükafat.
Öğe: Unsur.
Öğrence: Ders.
Öğseyin : Elbette, Zaten. “Şimdiye dek söylememişsem de öğseyin anlamışsınızdır: pek tutulurum ‘biz’ diye konuşanlara . ‘Biz’ demenin alçak-gönüllük göstereni vardır ya, öylesine değil onların ki. Bütün toplum adına, Türk toplumu adına söz söylemeğe kalkıyorlar: düşünmüşler, iyiden iyiye incelemişler, hangi yolun doğru olduğunu, bu ülkeye, bu ulusa nenin gerekip nenin gerekmediğini bulmuşlar, anlamışlar. ‘Anlamış bulunuyorlar’ deyin, daha bir yaraşır onların o çalımlı durumuna. ‘Biz böyle istiyoruz, şöyle istemiyoruz’ dediler mi, bitti artık, size düşen ancak boynunuzu eğip uymaktır.” (Ulus, 12.11.1949).
Öğüt: Tavsiye
Ön yargı: Peşin hüküm. “Eleştirmenin kökü bütün ön yargılara karşı olduğu gibi bütün inanlara karşı da özgür olabilmektedir de onun için.” (Ulus, 1.7.1949).
Önerme: Kaziye.
Önüt: Üstad. “Önüt öyle buyurmuştan bir türlü kurtulamıyoruz.” (Ulus, 2.3.1949).
Örneğin: Mesela.
Örtünç: Müphem. “Ne demektir, ben pek anlamıyorum. Örtünç sözler bunlar, ne var ki bu örtünç sözlerin çok kişiler üzerinde büyük etkisi oluyor: anlayıveriyorlar, anladıklarını sanıyorlar.” (Ulus, 24.1. 1948).
Ötün: Günah. “Özgürlük sevgisinin Tanrı buyruklarına, bağlanca aykırı olduğunu söyler de küvezin en büyük ötün olduğunu düşünmez. (Ulus, 7.9. 1948).
Öy: Vakit.
Öykü: Hikaye. “Bundan böyle hikaye yerine dinlemece diyecekmişiz. Türk Dil Kurumu üyelerini o güzelim buluşlarından tiksindirmemek için ben, söz veriyorum kullanmayacağım o dinlemece tilciğini; bir yol alıştım öykü demeğe, bırakma-yacağım.” (Ulus, 15.4.1949).
Öykünmek: Taklit etmek.
Öylük: Synchronisme.
Özeği: Merkezi.
Özgür: Hür. “Bütün nenlerden önce toplumun kendi kendine karşı özgür olması, bireyleri arasında bir takım duygu, düşünce ayrımları bulunmasına katlanması, bunu bir iyilik sayması, bireyin üzerinden baskısını kaldırması gerektir.” (Ulus, 25.11.1949).
Özgürlük: Hürriyet.
Özlem: Hasret.
Öz-sevi: İzzet-i Nefs
Özsöz: Vecize

Sağtöre: Ahlâk. “Bu ülkede sağtöreyi Abdülhamit bozmuştur. Düşünmeyen bir kimsede gerçekten sağtöre olmaz.” (Ulus, 29.7.1949).
Saldamlı: Ciddi. “Keziban şaka mı ediyor, doğru mu söylüyor, pek anlayamıyordum. Saldamlı diye dinlemeği yeğinledim.” (Ulus, 10.6.1949).
Salkılamak: Haber vermek.
Saltık: Mutlak. “Arı düşünenler, saltık doğrular arkasından gidenler, Hind’in göbeğine bakan ağlakçılarına benzetilerek az mı alaya alındı.” (Ulus, 22.6. 1948).
Sanduvaç: Bülbül. “İşte geyikler var, aslanlar var, gece dallarda şakıyan sanduvaçlar var, nesine yetmiyor? Öyle it gibi, karga gibi, kurbağa gibi gölükleri (hayvanları) karıştırmasın yırlarına, adlarını anmasın onların, ince duygulu okurlarını incitmesin” (Ulus, 18.8. 1948).
Satıca: Çarşı. “Değerlisini seçmeği de bilemezler. Satıcaya giderler en aşağı ne varsa onu seçerler oradan.” (Ulus, 15.7.1949).
Sav: İddia. “Savlamak tilciğini de beğenmediniz mi? Bilirim, ‘havlamak’ tilciğine benzetip güler, alay edersiniz. Benzerse benzer, ne yapalım? Beğenmeyecekler de alay edecekler diye ben, öz dilimde bulunan, ‘iddia’ anlamına gelen ‘sav’ kökünden asılanmayayım mı?” (Ulus, 9.2.1949). [Karşısav: Antitez; Bileşim: Sentez]
Sava: Dava. “Bana öyle geliyor ki ılımlılar da aşırılar da dil savasının özünü kavrayamıyorlar.” (Ulus, 22.12.1949).
Savlıyamaz: İddia edemez.
Sayrı: Hasta.
Sayrılık: Hastalık.
Sazın: Kağıt.
Sevi: Aşk.
Sinci: Mezarcı.
Somutlaşmış: Müşehhaslasmış.
Sorumluluk: Mesuliyet.
Soy: Classique.
Soyut: Mücerret.
Sözdeşi: Yani.
Sözdizimi: Syntaxe. “Bilmediğimiz, unuttuğumuz birtakım tilciklere tapa, kolay anlaşılır, o yazarlar açıkça söylerler söyleyeceklerini, konuşma dilimizin sözdizimine göre söylerler, öyle yazarlar.” (Ulus, 8.7.1949).
Sunca: İthaf.
Sücü: Şarap.
Sürüm: Rağbet.

Şölen: Ziyafet. “Bir gün Yahya Kemal şunu günüsünden çatlatayım diye düşünmüş, yalandan bir şölen uydurmuş” (Ulus, 30.9. 1948).
Takışma: İtiraz.
Tanım: Tarif.
Tanıtlama: İspat etme. “Doğru olabilir dedikleri, gene de benim tuttuğum yolun yanlış olduğunu tanıtlamaz.” (Ulus, 19.8.1949).
Tanmalı: Tuhaf. “Ne tanmalı kişilerdir şu Edebiyat-ı Cedide ozanları.” (Ulus, 22.7.1949).
Tanrıganlık: Rahiplik. “Yazı yazmak, yazarlık etmek kutsal iştir, bir türlü tanrıganlıktır.” (Ulus, 26.4. 1948).
Tansıklama ile: Hayranlıkla. “Onlar sizi tansıklasalar bile siz inanmayın bilginize.” (Ulus, 15.7.1949).
Tapa: Rağmen. “Türk Dil Kurumu bizim kendi kendimize çalışmalarımızı iyi görmese bile, onun bütün buyrularına tapa biz de kendi kendimize çalışacağız.” (Ulus, 2.4.1949).
Taplamak: Kabul etmek. “Ben o yollardan birinin ötekilere üstün olduğunu taplasam bile ötekilerin de büsbütün yanlış, büsbütün yalan olduğuna kendimi kandıramıyorum.” (Ulus, 26.8.1949).
Tekdüzelik: Yeknesaklık.
Tellim: Daima.
Tepki: Aksülameller, reaction.
Tınlılar: Canlılar.
Tigin: Prens.
Tikesidir: Cüzudur. “Onların hepsi ölüdür, artık yıkılmış birer acunun kişileridir, durgun bir toplumun hepsi de biribirine benzer, biribirinin yerine geçebilecek birer tikesidir.” (Ulus, 22.1.1949).
Tilcik: İs. Kelime. “ (…) uygun tilcikleri seçip diyivermeli.” (Ulus, 15.7.1949).
Tin: Ruh. “Neyse ki benim tinim yoktur, bir öldüm mü, bir daha dirilmeyeceğim.” (Ulus, 19.8.1949).
Tirge: Masa. “Ben öldüm mü, büsbütün ölüp gideceğim; tinimi tirge başına çağırmağa kalkanlar boşuna yorarlar kendilerini. Yok ki gelsin.” (Ulus, 7.1. 1948).
Törüt: Sanat.
Tura: İmza.
Tükel: Tam.
Tükelediklerini: Tamamladıklarını.
Tükeli: Tamamen.
Tümce: Cümle.
Tür: Nevi. “Öykü türlerinin biri için bile şöyle kesin olarak ötekilerden üstündür, aşağıdır diyemeyiz. Diyenler, kendilerini beğenmiş, bilgiçlik satmağa kalkan kimselerdir. Ne yazdıklarını okurum onların, ne de yüzlerini görmek isterim. Uzak olsunlar benden.” (Ulus, 25.11.1949).
Türetiverir: İcat eder.
Tüz: is. Halk. “Ozanlarımız Edebiyat-ı Cedide’cilikten kurtuldular, daha eski ozanları, en çok tüz ozanlarını okuyarak Edebiyat-ı Cedidecilerinkinden başka bir yol bulunduğunu öğrendiler.” (Ulus, 8.7.1949).
Tüze: Hukuk.

Ucil: is. Hudut. “Adları dillerde dolaşır, ucilleri aşar da yayılır, yer yüzüne” (Ulus, 1.7.1949)
Ucukler: Harfler. “Arap ucuklerini bilmezler ki ikisinde de ayn’ı görsünler. Yani’yi ayrı, ma’nâ’yı ayrı bellesinler diyeceksin, sonra da çocukların anlamadıkları nenleri bellemelerine, ezbercilikle yetinmelerine şaşacaksın.” (Ulus, 16.12.1949).
Uçlar: Sebepler. “Usa dayanan, usa dayandığı için tartışmadan kaçınmayan uçlar gösteriyoruz” (Ulus, 14.4. 1948).
Uğraş: Meslek.
Uğum: Karar. “Böyle bir uğuma varılırsa sevineceksiniz.” (Ulus, 16.12.1949).
Ulu Gün: Kıyamet. “Koca Süleymen Ulu-Gün’e dek anılacaksa bu, Baki’nin sözündeki bengi suyun duldasındadır.” (Ulus, 24.6.1949).
Usamal: Mantıkî.
Usamaya: Mantığa.
Usul: Akla uygun, makul. “bana o betiyi gönderen kişiler de, onun gibi düşünenler de, bu doğruyu taplamıyorlar, bir dilin, bir yazı dilinin, bilim dilinin usul olması gerektiğini düşünmüyorlar da onun için…” (Ulus, 8.4.1949).
Utku:Zafer.
Uyak: Kafiye.
Uygarlık: Medeniyet.
Uyumlu: Ahenkli.
Uza: Mazi. “Kişi oğlunun en ulu ereği yeniliktir, bütün uza boyunca öyle olmuştur. Yeniliği aramasak, yenilik diye didnmesek bugün düne benzerdi de yaşamın büyük bir çekiciliği kalmazdı.” (Ulus, 20.5.1949).
Uzabetiğimizi: Tarihimizi.
Uzabilim (Uzabilik): Tarih. “Aşık-Paşa-Zade’nin uzabiliği, Mercimek Ahmet’in Kabusname çevirişi gibi birkaç betik var, ancak onları okuyan yok.” (Ulus, 8.7.1949).
Uzağı: Kadim. “Bugünkü uygarlığın uzağı uygarlığı kat kat aştığını görmüyor musunuz?” (Ulus, 16.9.1949).
Uzağıbiliksil: Tarihî. “Bizde olayları, uzağıbiliksil bir görüşle inceleme töresi yoktur. Avrupa ülkelerinden öğrendiklerimizi de öyle bir görüşle incelemiyoruz. Batı uygarlığı ise, uzağıbiliksil bir görüşle ele alınmayınca kavranılmaz.” (Ulus, 2.3.1949).
Uzluk: Maharet.
Uzsöz: Maxime.

Ürün: Mahsül.
Üskes: Mutlaka.
Üstün: Özel.
Üycük: Beyit. “Kög bozulmaz, bozulmaz ya, üycüğün bütün güzelliğini yitirmiş oluruz. Bu da işte yırın büyüsü.” (Ulus, 30.9.1949).

Varım: Mal.

Yacın: Saray. “Yacınına gelen oyunculara babasının öldürülmesine benzer bir oyun oynatır, dilediği Cladius’un yüzüne bakmak, Cladius’un tepkileriyle doğruyu kavramaktır.” (Ulus, 11.3.1949).
Yağı: Düşman.
Yakınma: Şikayet
Yanıt: Cevap.
Yankılayacak: Aksettirecek.
Yansılama: Taklit.
Yapıt: Eser.
Yapıttan yapana: Eserden Müessire
Yararlığı: Hizmeti.
Yararlıkları: Hizmetleri.
Yasavul: Polis. “Bütün o serüven öykülerini, uğruluk, öldürme öykülerini, yasavul öykülerini neden küçük görüyoruz?” (Ulus, 19.1. 1948).
Yasık: Zarar.
Yaşam savaşı: Hayat mücadelesi.
Yaşam: Hayat.
Yaşamı süresince: Hayatı müddetince
Yaşamın Görkemli İyemine: Hayatın haşmetli letafetine
Yazak: Kalem. “Dillerinin, yazaklarının ucuna gelen ilk gelen tilcikle yetinip gelişigüzel yazıveriyorlar, bizler ise kullandığımız tilciklerin gerçek yorularını araştırarak yazmağa çalışıyoruz.” (Ulus, 2.9.1949).
Yeğniseme: Hafifseme, istihfaf. “Kendisinde bulunmayan ne varsa hepsini küçümser, yeğniser.” (Ulus, 21.10.1949).
Yeke: Hükümet. “Demek ki, bir çok kimseler gibi Özgür Düşünceleri Yayma Kurumu da dilimizin yeke gücü ile değiştiğine, yekenin dil işlerine karıştığına inanıyor” (Ulus, 30.6. 1948).
Yetkinlik: Mükemmellik
Yılınç: Müthiş
Yımızık: Çirkin. “Biri için, suçsuz, yoksul bir kızcağızın çektiği acıları anlatıp göz yaşları döktüren bir öykü nite yazılmış olursa olsun, güzeldir; öteki güler buna, yımızık olduğunu söyleyip başını çevirir.” (Ulus, 12.11.1949).
Yır: Şiir.
Yin: Vücut. “Ben yinden ayrı bir tin bulunduğuna inanmadığım gibi biçimden ayrı bir öz bulunabileceğine de inanmam.” (Ulus, 18.11.1949).
Yititler: Meziyetler.
Yitmek: Kaybolmak.
Yoksunlaştırmış: Mahrum etmiş.
Yoksunluk: Mahrumiyet.
Yoluğlar: Fedakârlıklar. “Gençlik bize doğanın bir vergisi değildir. Onu ancak çalışmamızla, kendi kendimizi aşıncaya değin çabalamamızla edinebiliriz. Ona ermemiz için bir çok yoluğları göze almamız gerekir.” (Ulus, 6.5.1949).
Yoluğlanması: Feda Edilmesi.
Yoru: Mana. “O yazılardan bir yoru çıkarıyoruz diye kendilerini oyalar, avuturlar.” (Ulus, 15.7.1949).
Yörelice: Etraflıca. “Şöyle dilediğim gibi okuyup üzerine görelice bir yazı yazmağa daha elim değmedi.” (Ulus, 25.3.1949).
Yürek Karası: Vicdan azabı. “Gerçekten iyi olan bir kimse, başkasının ettiği kötülükleri de kendi etmiş gibi duyar, o yüzden yürek karası çeker. (Ulus, 29.7.1949).
Yürekleme: Teşvik. “Yahya Kemal’e, altmışından sonra, bir yürekleme ödeneği vermeyi doğru bulmuşlar. Doğrunun da bu denli eğrisini görmedim hani! Altmışını geçmiş bir ozanın arkasını sıvazlamak: ‘göreyim seni! Çalış da daha iyi işler gör, adını yeryüzüne tanıt’ demek” (Ulus, 24.1. 1948).

2 yorum:

  1. Öğseyin'e birkaç yıl önce bir yazısında rastlamış, daha sonra anlamını unutmuştum. Geçenlerde gene merak ederek internette aradım da bulamadım, ne iyi oldu karşıma çıkması.
    Selamlar...

    YanıtlaSil
  2. Emeğinize sağlık,teşekkürler.

    YanıtlaSil