İlkokul son sınıfta, mezuniyet töreninde bir tiyatro
oyunu oynuyorduk. Başrolde, Halkevlerinden yetişme bir öğretmeni canlandırıyordum.
Hikaye gereği hayattaki tek amacım yıllar önce kaybettiğim küçük kızımı bulabilmekti. O yaşlarda aşırı
heyecanlı bir mizacım vardı, kabiliyetim sebebiyle ya da gönüllülük esasıyla bu
role seçilmemiştim. Arkadaşlarımdan üç parmak daha uzun olmam sebebiyle tercih
edilmiştim ve buna ağlayacak ölçüde hayıflanıyordum.
Sahneye çıktığımda başım felaket bir biçimde dönmeye başladı. Sadece heyecan ve replikleri unutma telaşından söz etmiyorum. Baba olduğum için bir bıyığım olmalıydı ve bu bıyık, oksijenle
sarartılmış, uhuyla dudağımın üstüne yapıştırılmış bir yün parçasıydı.
Uhu ve oksijen kokusu beni perişan ediyor, rolümü unutma korkusuyla katlanarak
işkenceye dönüşüyordu. Sahneye çıktığımda iş daha bir çetrefilleşti, dram
oynamamıza rağmen, özellikle ben, her konuştuğumda salon gülmekten kırılıyordu.
Gülmeye vesile olan uyumsuzluğa dikkatinizi çekerim. Bir babayı canlandıramayacak kadar çocuk, dram
oynayamayacak kadar yeteneksiz ve ağırbaşlı bir rol için fazlasıyla güleçtim.
Ama o yaşta şunu fark etmiştim. Ön sıralarda birileri, oyundaki babayla kızın çektiği
“acılara” ayan-beyan ağlıyordu. Çok sonraları
anladım ki salondaki kahkahalar onları daha da yaralıyor, ağlamalarını
kolaylaştırıyordu. Bana kahkahalarla gülen çoğunluğa rağmen ağlayan azınlık,
yüksek olasılıkla kendilerini benim yerime koyuyor, tüm kahkahaların
saldırganlığı karşısında savunmasız olan çocuk Levent'e ya da oyundaki dramı anlayamayacak
kadar incelikten yoksun kalabalık içindeki yalnızlıklarına
üzülüyorlardı. Hepsi var canım işte.
Gülmenin bir saldırı ve şiddet içerdiğini savunan bir gülme
kuramı vardır, gülerken yaptığımız işin kendisine güldüğümüz özneyi mutsuz
etmek, üzerinde egemenlik kurmak ve küçük düşürmek olduğunu savunur bu kuram.
Buna göre örtük bir kıkırdaşmanın altında bir ihtiras, bir incitme, kendini
üstün görme güdüsü saklıdır. Darwin, 1872’de yayınlanan “İnsan ve Hayvanlarda
Duygu İfadesi” (On The Expression of Emotion in Men and Animals) adlı
çalışmasında, medeni olan sayısız ifademizin saldırgan duyguların
gizlenmiş/maskelenmiş yüzü olduğunu anlatır.
Gülme, pekala öldürme içgüdüsünün
medeni bir versiyonu olabilir. Gülerken dişlerin görünmesi, hayvanların
saldırgan davranışlarında olduğu gibi, insanın cesaretini kanıtlama yolu
olduğunu söyleyen Ludovici, bu yaklaşımın önemli savunucularından. Ona göre,
birisi bize güldüğünde kendimizi korkmuş hissederiz, tıpkı bir hayvanın
dişlerini göstermesi gibi güvenliğimiz tehdit altındadır. Hobbes, “Leviathan”da
her kazanılan kavganın sonunda gülmenin işe karıştığını anlatarak, gülmenin kendi
kendini kutlama, başkalarına yukarıdan bakarak kendini iyi hissetmek olduğunu
vurgular. Bergson, bu aşağılamayı, toplum tarafından toplum dışı bireye verilen
düzeltici ceza olarak görür. Gülme, ıslah edicidir, toplum için nasıl olmamız
gerekiyorsa öyle olmamızı sağlayan bir uyum çabasıdır, uyandırdığı korku ile aykırılıkları
bastırır. Bir başka deyişle gülmenin saldırgan içeriğinin insanları toplumsal
bir uyuma zorladığını düşünür. Ona göre toplum, kendisine karşı saygısızca
davranışların öcünü gülme ile alır. Gülme, içinde sempati ve iyilik belirtisi
taşısaydı, amacına ulaşamazdı.
Büyük bir travma mı diyeyim, o yaşa oranla müthiş bir tespit mi diyeyim bilemedim ancak bu konudan ziyade, gülme hususundaki ilham verici tespitler epeyce düşündürücü. Gülmeye zaman zaman küçümseme eylemi gözüyle bakmışlığım vardır ama bunun tüm gülme biçimlerimizi kapsayabileceğini hesaba katmamıştım, sarsıcı bir köken ifadesi olmuş. Öyle ya da böyle çok keyifle okudum yazıyı. Aklına sağlık.
YanıtlaSil