Salı, Aralık 25, 2018

Bozkır'da dijital bir hikaye


Bozkır’ın hikâyesiyle başlayalım. Nasıl gelişti?
Taşrada geçen bir polisiye düşünüyordum. O ara 221B dergisi, benden bir polisiye çizgi roman hazırlamamı istedi, yeni çıkıyorlardı. Denk düştü, her sayı başlayıp biten kara hikâyeler yazdım. Kara hikâyeden kastım, “kapitalizm her zaman kazanır” fikrine dayalı bir anlatı olması. Biri tecrübeli, diğeri çaylak iki polis, olaylarla uğraşıyor ama bir türlü asıl katili bulamıyorlardı. Şu veya bu nedenle, sistem kazanıyor, dosya kapanıyordu. Sonra aynı hikayeyi bir senaryoya çevirdim. İletişim Yayınlarında çalışıyordum, emekli olmak ve sadece senaryo yazmak istiyordum. Fatih, Eski Hikâye’de birlikte çalıştığımız yapımcı, benden bir iş istedi. Bozkır’ı verdim ve Blutv’ye götürmesini önerdim, ısrar da ettim. Kabul edeceklerini biliyordum. Üç gün sonra görüşmeye çağırdılar, resmi imzalar bir iki ay sonra atıldı ama o gün anlaştık. İlk bölümü ben yazmıştım, sonra Ali (Demirel) ve Barış (Erdoğan) ile devam ettim.

Türkiye’de polisiye yapımlar hakkında ne söylemek istersiniz?
Çok üretildiğini düşünmüyorum. Görsel anlatılarda, hele televizyonda ve yerli sinemada bir ağırlığı olduğu söylenemez. Yok demek daha doğru… Polisiye olsun diye bir talep olduğunu, yapımcılardan bir şey istendiğini, arandığını söylemek hiç mümkün değil. Arka Sokaklar ve Behzat Ç. geliyor hemen akla. Kendi türleri içinde başarılı işler ama düşünün, karşılaştırmalar yapılırken bile onlar zikrediliyor, kıtlığın göstergesi değil mi bu? Türkiye’de kendi içinde tutarlılığı olan başarılı bir dizi üretim süreci var. O zanaat başarılı ki, yenisine ve yeni türlere ihtiyaç duyulmuyor. Polisiye, dizi üretim zanaatımıza uygun biçimde kurulursa, yeni gözüken başka bir tür melezlikle ele alınırsa çoğalabilir. Televizyonun da görsel anlatılarımızın da yeni bir gerçekçiliğe ihtiyacı var.

Bozkır, 88 plakalı bilinmez bir şehirde geçiyor. Bu ‘bilinmez şehrin’ hikmeti nedir?
Şöyle düşünün, sıradan insanlar ancak intihar ettiklerinde, öldürdüklerinde, olağandışı bir şey yaptıklarında haber olabiliyorlar. Sosyal medyaya bakın, insanlar ancak bağırdıklarında dikkat çekebiliyorlar. İstanbul dışında tüm Türkiye, taşra sayılmalı ama hadi Ankara, İzmir, Bodrum arada bir konuşuluyor… Küçük şehirler hiç yoklar. Oralara giderseniz, taşralılarla hoş beş hasbihal ederseniz, tuhaf bir hayal kırıklığı, marazi bir rekabetçilik, öfke gösterileri, büyük şehirlere, oradaki hayatlara yönelik imrenme ve dehşetli bir reddiye görüyorsunuz. Bozkır, buralarda geziniyor. Yeknesaklık, seyreklik, hoyratlık, büyüklenme ve hafifseme edebi olarak ilgimi çekiyor… Ben bildiğim bir dünyayı, Orta Anadolu’yu, bozkırı anlatıyorum. Niye 88? Çok açık. Dava açılıyor, açılmasın diye uydurduk.

Bozkır, günümüz Türkiyesi’nin sorunlarına da değinen bir dizi… Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Bozkır, mesaj kaygılı bir iş değil. Yapılabilirse eğer, geçerken anlatmanın gücüne inanırım. Bir aura anlatıyoruz. İşinde gücünde insanların geçerken karşılaştıkları, konuştukları şeylerin daha önemli olduğuna inanıyorum. Hikaye gereği siyaset konuşmaktan, hikayeye katkı sağlayacaksa kullanmaktan yanayım. Polisiyede akıllı tekrarlardan, bile isteye klişelerden hareket etmek zorundayız, asıl farklılığı yaratan karakterler ve diyaloglar.

Dizinin ilk bölümleri izleyici tarafından ilgiyle karşılandı. Bundan sonraki bölümlere dair neler söylemek istersiniz?
Yavaş yavaş derinleşen, muamması olan anlatıları, komik gözüken bir ciddiyet taşıyan karakterleri seviyorum. Seyircinin Ziya’yı seveceğini, en azından ilginç bulacağını düşünüyorum. Oteldeki resepsiyoncu çocuğun edebiyat ilgisi, bağ evinde Nuri’ye musallat olan adamın pişmanlığını veya Köçek karakterini yazmaktan hoşlandım. Sekizinci bölümü ayrı seviyorum. On bölüm bittiğinde değişik bir tat bırakacağız, bana öyle geliyor. Dijital işlerde henüz çok yeniyiz. Herkes için bir başlangıç noktasındayız. Daha ilgili, daha eleştirel bir seyircisi var işlerin. Günbegün hikayelerin niteliğini artıracak bir zorlaması olacak.

Söyleşiyi Duvar ile yapmıştık.
link 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder