Cumartesi, Mart 31, 2018

Geçmişe ya da geleceğe bakarken...



Bir arayışı anlatıyor 1951… Cumhuriyet Tarihi’ndeki önemli bir kırılma dönemini ele alıyorsunuz. Bu dönemi seçmenizin özel bir nedeni var mı?
1951 değil ama 1950 bugün dahi çok konuşulan, yaşanan iktidar değişimiyle memleketin iyiye ya da kötüye gittiğine inanılan, hakkında tartışmalar olan bir geçiş yılı. 1951 ise sol tarihte bilinir, büyük bir tutuklama yaşanır solculara karşı. Benimkisi iyi bildiğimi düşündüğüm bir dönemle ilgili aura anlatmak, manzarayı resmetmek aslında. Belgeselci bir tutumla anlatmıyorum. Öncesi ve sonrasıyla bir dönem panoraması çiziyorum demek daha doğru.

Dönemin ruhunu yansıtan birçok öğeyi içinde barındıran bir anlatı 1951… Geçmişi anlatmanın zorlukları nelerdir?
Bugünü anlatmakla geçmişi anlatmak arasında çok ama çok fark yok. Veya olmamalı. Yazarken bir gerçeklik vehmi kuruyorsunuz, bu hikâye geçmişte geçiyorsa, “evet, o günler öyleydi” dedirtmeniz, okuru inandırmanız gerekiyor. Mekânları, dili, zihniyeti iyi çalışmanız, nasıl bir mantık var, ne önemseniyor, neler hiç hatırlanmıyor bilmeniz şart. Zorluk demeyelim de zanaat olarak bu külfete katlanmanız işin bir parçası. Biz, grafik romanda görsel bir tasarım da sunuyoruz. Parçaları birleştirmeniz, yan yana getirmeniz, geçmiş algısını yinelemeniz önemli. Yanlış olmasın, aslolan hikâyedir, okuru sürükleyen hikayedir, gerisi ne de olsa biraz makyaj.

Ağbi- kardeş mefhumu üzerinden ilerleyen bir hikâye ile karşı karşıyayız ve bu süreci siyasi bir atmosfer takip ediyor. Vedat ile Nedim arasındaki ilişki için iktidarın ailedeki yansıması diyebilir miyiz?
Böyle bir niyetim ve göndermem olmadı. Aile ve gelenek vurgusu büyük değişkenlikler içerir. Dışarıya karşı sert ve katı görünebilir ama içerde hoşgörülü olabilir veya tam tersi, çok sert bir hiyerarşi içerebilir. İki kardeşin aralarındaki ilişkileri siyaseti görünür kılmak adına araçsallaştırmadım. Benim yaptığım, tahakkümden kaçamadığımızı anlatmak. Nasıl yaşarsanız yaşayın, neyi tercih ederseniz edin gün geliyor, tosluyorsunuz duvara. Vedat’ın başına gelen bu. Adımını atmayacağı bir şehre gitmek zorunda kalıyor, umurunda olmayan, görmek ve tanımak istemediği insanlarla, muktedirlerle karşılaşıyor.

İstanbullu karakterimiz, Ankara’da yaşayan kardeşinin şüpheli ölümünü araştırıyor. Buradan bakarak şehirlerin insan karakteri üzerindeki etkisi üzerine ne söylemek istersiniz?
Biliyorsunuz ben Ankaralıyım, bir iş için geçen hafta İstanbul’daydım, hepi topu 14 saat süren günübirlik bir şey… Kronometre tuttum, 330 dakikam arabada şehir içinde yolculuk ederek geçmiş… İstanbul’a bayılıyorlar ya ben de buna bayılıyorum. Şaka yaptım sayın bunu. Yaşadığımız yerlerin beşeri münasebetleri, algısı ve temposu farklı, bu bizi de belirliyor. Tek başına kötü bir şey değil üstelik. Her şehrin birbirine benzediği ve İstanbul’a benzemeye çalıştığı bir hayat yaşıyoruz. Bir yandan da “ikea etkisi” deniyor, global dünyada her yer tektipleşiyor. Şehirler arası farklılıklar olması-kalması bir güzellik bence. 1951’de şimdiki gibi bir keskinlik yok. Yeni Ankara’yı inşa edenler İstanbullular. İşe İstanbul’u reddederek başlıyorlar ama onu da ayan beyan özlüyorlar. İstediğiniz kadar romantize edin bir yoksunluk var Ankara’da, ne olsa taşradasınız, konforunuz yok. Şehrin yerlileri başka, şehre gelen kurucu göçmenler başka türlü bakıyorlar yaşananlara.  1951’de bir karşılaşma vurgusu yapıyorum, kardeşi öldüğü için Ankara’ya gelmek zorunda kalan bir İstanbullu hayal ettim. İsteyerek bir yerde değilseniz, o yerin her şeyi size nahoş gelir. O tuhaflığın içinde endişe vardır, bıkkınlık, korku, hoşnutsuzluk, kaçma arzusu, görev icabı orada olma hali…

Bir yanda politik Ankaralı bir kardeş, diğer yanda İstanbullu apolitik bir abi… Türkiye bugün hangisidir?
Çehov olsaydı, gerçek ikisinin arasında bir yerde derdi. Vedat için apolitik değil anti politik demek daha doğru. “Bu ortamı biliyor ve bu haliyle reddediyorum” diyen biri. Türkiye, bugün, yaşam tarzı üzerinden ikiye yarılmış durumda, umarım, ileride bugün yaşadığımız günleri “o günler, daha iyi günlerimizdi, neler neler oldu sonra” diye anlatmazlar.

İçinde bulunduğumuz politik iklim, 50’li yılların sancılarıyla paralellik gösteriyor. Bu atmosfer benzerliği sizi ne kadar etkiledi?
İnsanlar yaşadıkları çağın mağduru ve failleridir, etkileniriz, etkileriz. Geçmişe ya da geleceğe bakarken, nasıl bir iddia taşırsak taşıyalım bugünden yola çıkarız.  27 Mayıs sonrasında o kadar çok Kurtuluş Savaşı romanı yazıldı ki… Tesadüf müydü? Daha önce o kadar yazılmamıştı. 1951’de anlattıklarımın bugün olduğunu veya yarın olabileceğini biliyorum.

Yazar çağına karşı sorumlu mudur? Neden?
Zor soru, klişe bir cevap çıksın istemiyorum. Sorumluluk hakkında konuşma faslını ebeveynlere, öğretmenlere bırakmaktan yanayım.

Uzun zamandır Türkçe edebiyata önemli katkılar sağlamış bir editörsünüz. Edebiyatın mutfağından birisi olarak kendi metninize nasıl yaklaşıyorsunuz?
İkisi farklı mecralar. Grafik romanlarımda edebi bir tat olabilir ama ben senaryo yazıyorum, söz sanatlarını kullanmakla birlikte edebiyatçı değilim. Kendimi öyle görmüyorum. Roman yazmak gibi bir niyetim yok örneğin.


Sonsöz kısmında “Bir muamma anlatmayı istedim ama yaşadığımız dünyada herhangi bir muammanın çözüldüğüne şahit olmuş değilim” diyorsunuz. Sizce edebiyatın insanlık üzerindeki etkisi nedir?
Edebiyat ve sanat, bu hayata katlanmamızı kolaylaştırıyor gibi geliyor bana. Uygarlık tarihinin en güzel nişlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Hikâye konuşmak kadar şahane olan çok az şey var.

Grafik roman başlı başına özen ve emek isteyen bir iş. Sefa Sofuoğlu ile yakaladığınız uyum aşikar… Bu uyumun sırrı nedir?
Ortak çalışmalarda pek hesap kitap yapılmıyor. Sonuç alıyorsanız, yürütebiliyorsanız, mutluysanız sürüyor. Demek ki üstesinden gelmiş, başarmışız. Çok genel bir şey söylemem gerekirse, tutku ve iştah paylaşılmazsa, güven ve sabır olmazsa uyumlu bir çalışma çıkmıyor diyebilirim. Biri kaybolsa, biri eksilse iş yürümüyor.

Üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz var mı?
Var, iki ayrı grafik roman üstünde çalışıyoruz ama görünen o ki ancak seneye biterler. Diğer yandan bu yılı dizi ve film senaryoları yazarak geçirmeye niyetliyim. Hayatımı ona göre düzenliyorum. 

GazeteDuvar için Anıl Mert Özsoy'le konuştuk. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder