Perşembe, Şubat 08, 2018

"Grafik Romanla Gürültü Çıkarıyorum"



Cantek: “Grafik romanla ilgili hafiften gürültü çıkardığımı ve ısrarcı olduğumu kabul ediyorum.”
1951, Levent Cantek’in senaryosunu yazdığı son grafik roman. Daha önce yine İletişim Yayınlarından çıkan, 2013-2015 yılları arasında yayımlanan bir Ankara üçlemesi yazmıştı. Üçleme Dumankara isimli çok hikâyeli ve çok çizerli bir albümle başlamış, Berat Pekmezci’nin çizdiği Uzak Şehir ile bitmişti. 1951, Sefa Sofuoğlu’nun çizdiği yine Ankara’da geçen bir başka hikâye, kardeşinin ölümü üzerine Ankara’ya gelen bir İstanbullunun başından geçenleri anlatıyor. Vedat, kardeşinin intihar edebileceğine inanmayarak araştırmaya başlıyor. Ekmekçi isimli bir muhafazakârla, Nazmi gibi bir komünistle, İhsan Yüce gibi bir milletvekiliyle tanışıyor. Kardeşinin esrarengiz geçmişini araştırırken öğrendikleri şüphesini ve öfkesini artırıyor. 1951 polisiye bir kurguyla yazılmış politik bir dönem hikâyesi. Cantek’in ifadesiyle bir grafik roman.

İsim olarak seçtiğiniz için soruyorum, 1951 yılı neden önemli?
Çok bilinen bir malumatla başlayayım, büyük savaş sonrası demokrasiye geçmeye karar veriyoruz,  eş zamanlı olarak Amerika ile taraf olmayı seçiyor ve Sovyetlere ve her türlü sol düşünceye  karşı kendimizi kapatıyoruz. Tabii sol denildiğinde aklımıza şu gelmeli, ifade özgürlüğü, çoğulculuk, liberterlik olarak tanımlanabilecek demokratik talepler komünizmle özdeşleştiriliyor. 1945 sonundaki Tan Baskını, 1947’deki geniş çaplı tutuklamalar, sol partilerin kapatılması olarak tek tek anlatılabilecek anti demokratik bir süreç var. 1951 de bu sürecin sonu aslında, o tarihe değin yaşanan en kapsamlı tutuklamalar oluyor ve sol düşünce, yeraltına inmek zorunda kalıyor. Tabii ki ben başka bir şey yapıyor ve bir hikâye anlatıyorum, albümde bunu resmediyor değilim. Bir ruh halinden, rejimle az ya da çok sorunları olan birilerinden yola çıkıyorum. Daha doğrusu, olup bitenlerle hiç ilgilenmeyen birini bu auranın içine atıyorum.

Olup bitenleri Vedat anlayabiliyor mu peki?
Anlamak değil de nasıl anlatsam. Benim siyasi ve edebi açıdan şu çok ilgimi çekiyor, bir şey oluyor, bir şey yaşıyoruz ama olup biteni esasen kimse anlamıyor. Yorumlar yapanlar oluyor, biz bunları dinliyoruz, bağıranlar daha çok dikkatimizi çekiyor, o bağıranlar bize daha haklıymış gibi geliyor filan ama aklımızın köşesinde birisi bize “öyle de olmayabilir” diyor, inanmıyoruz bence, inanır gibi görünüyoruz. Çok hikâye var, çok kafamız karışıyor. Kestirimlerde bulunuyoruz ama gerçek, ama hakikat neyse oraya varılamıyor. Hadi vardık diyelim, o gerçekten emin olamadığımız için bir yere varmış da olmuyoruz. Vedat, kardeşinin ölümünü araştırıyor, hikâyeler dinliyor, şüphe duyuyor ama o hakikatı bulma imkânı yok. Aynı dönemlerden olduğu için örnek olsun, Sabahattin Ali’yi kim ve niye öldürdü sorusunun cevabını düşünelim. Bir mahkeme ve ortada bir katil var mı? Var. Öte yandan dikkatle okursanız dünya kadar belirsizlik ve cevapsız sorular da var. Ya öyle değilse, ya siyasi değil de adi bir cinayetse… Spekülasyon yapıyor gibi olmayayım, zihnimizin nasıl çalıştığını anlatmaya çalışıyorum. Muğlaklıkları sevmiyor ama sürekli kesin konuşarak o muğlaklığı çoğaltıyoruz. Bu kadar çok bağıran erkek olması bu muğlaklığın farkında olmalarından… “Ben biliyorum” gösterisi yapıyorlar.


Ekmekçi, Nazmi ve İhsan Yüce gibi erkek ve bağıran karakterlerden söz edelim o zaman. Kimlerden ilham aldınız?

Gizlediğimi düşünmüyorum ama albümle ilgili bir söyleşide bunları vurgulamayı istemem. Türkiye’de bir demokrasi kültürü olmadığı için rejimle ilgili eleştirisi olanlar, yaşatılanların yanlış olduğunu düşünenler geçici de olsa mutlaka yan yana gelebiliyorlar. Türkiye’yi her zaman sağcılar yönetti, muktedirlerimiz hep sağcılar oldu. Konuşmalar, haller, tavırlar, olup bitenler daima onların istediği biçimde gelişti. Ben onlar karşısında biçare olan, arada kalmış ve heder olmuş birileri üzerinden bir dönem panoraması anlatmak istedim.

Daha önce bir Ankara üçlemesi yaptığınız için soruyorum. 1951 gibi ismini başka yıllardan alan  grafik romanlar yapmak gibi bir niyetiniz var mı?
Nasip diyelim, tek başıma değilim, uzun zaman alıyor albüm yapmak. Aklımda hikâyeler var ama başlamadan, yol almadan hakkında konuşmak büyü bozucu mu desem işi aksatıyor gibi geliyor bana. İlk çizgi romancılarla ilgili bir hikâyeye yazacağımı söyledim ama bir türlü olmadı örneğin. Sırf o yüzden nefsimi körelteyim diye 1951’de küçük bir bölüm kattım.

Vedat’ın iş görüşmesi yaptığı gazete ressamı ünlü çizgi romancımız Ratip Tahir Burak mı?
Evet. Bakın onu gizleyelim, anıştıralım ama o olmasın filan yapmadık. Çizdiği karikatür olsun, kendisi olsun doğrudan kullandık. Belki biraz yaşlı çizmiş olabiliriz.

1951 kadar ilginç başka bir yıl var mı sizce?
Özgürlükler ve siyaseten ferahlık kapsamında düşünürsek, çeviriler, dünyada yapılan tartışmaları eşzamanlı yaşamak bakımından, ne bileyim edebiyat ve felsefe bakımından bence 1963 ya da 1964 ilginçler. Sonra o sürecin aktörleri olarak gençler bana sorarsanız bağnazlaşıyorlar, dava uğruna perhizci savaşçılar oluyorlar. Sekterlik yükseliyor, hem sağ hem de sol için söylüyorum bunları. Beni sol ilgilendiriyor o ayrı. Türkiye’de akademik tezler için söylüyorum, en çok incelenen dönemler 1945-1950 arası, sonra 1960-1965 geliyor. Daha fazlası yok, bence o yılların dışında gelişen akademik bir birikim de adamakıllı yok. Hikâye olarak ilginç buluyorum 1968 öncesini, dünyadaki gelişmelerle eşzamanlı olarak bir şey yaşıyoruz, demek ki dünyaya açığız, sonra inanın kapanıyoruz. Biz zaten kendimizle çok dolu bir toplumuz. Kimseyi sevmiyoruz, kimsenin bizi sevmediğini filan düşünüyoruz. 1968 öncesinde öğrenme iştahı duymuşuz, yeniliğe açılmışız.

Grafik romanlarınızı siyasi hikâyeler olarak niteler misiniz?
Bu söylenemez diyemem ama ben doğrudan o siyaseti ve o siyasetin eylemcilerini anlatamam. Size şöyle bir örnek vereyim, diyelim1968 sonrasında, şiddetin ve iç savaşın arttığı bir dönemi anlatmak istesem, benim kahramanım, o grubun içindeki bir hippi olurdu. Yine bir muhalif ama o muhaliflerin arasında ciddiye alınmayan biri. 1951’de de bunu yaptım, siyasetle doğrudan ilgilenmeyen, olup bitenin farkında olup, bile isteye dışarıda kalan birini, o siyasetin içinde sürükledim aslına bakarsanız.

Kapaktaki resim, öne ve arkaya düşen kızıl ve kara neyi temsil ediyor?
Vedat’ı bir flaneur gibi Ankara’da dolaştırmak istedim, albüm boyunca onu hep yürürken görüyoruz. Araştırıyor, konuşuyor, anlamaya çalışıyor, duyduklarından kuşku duyuyor. Kapakta temsili bir şey olsun, geriye ve ileriye doğru gölgesi düşsün istedim. Geçmiş ve gelecek, kan ve karanlık, hakkaten kızıl ve kara gibi çeşitlendirilebilir.


Bir dönem hikâyesi anlatmanın zorluğu ne sizce?
Görsel olarak bir zorluğu var, aktüel siyaseti, kültürel göndermeleri bilmeniz gerekiyor. Dil önemli çok önemli bir unsur ama doğrusu ne yaparsanız yapın bir gerçeklik vehmi kuruyorsunuz. İster istemez bugünden bakarak, bugünün sorunlarını bilerek yazıyorsunuz, eski bir hikâye anlatmıyorsunuz demek istiyorum. Şu sorun olabilir, okur, eski görünen, bilmediğini sandığı bir dünyayı okuduğu için anlamayacağını düşünebilir. Bu çekince bir handikaptır ama işe girerken bunu aşmanız gerektiğini biliyorsunuz.

Bir zorluk sorusu daha o zaman. Farklı çizerlerle çalışıyorsunuz. Nedir birlikte çalışmanın zorluğu?
Zorluk olarak bakmıyorum. Ortak çalışmalarda önemli olan karşılıklı güven duymak. Yuvarlak ve cilalı bir laf gibi göründüğünü biliyorum. Birlikte çalıştığım çizerler benim kim olduğumu ve nasıl yazdığımı biliyorlar. Çalışırsak bir yere varacağımızı görüyorlar. Çok karmaşık değil bu safha. Niyetiniz varsa yola çıkıyorsunuz. Sefa ile bugüne değin hiç yüz yüze gelmedik örneğin. Güven dediğim böyle bir şey. Bunun ardından iştah gerekiyor. Kendimden biliyorum, sevmediğim bir işi yaparsam çabuk yorulurum.

Okurunuz hakkında düşündünüz mü? Grafik romanlarınızın okuruyla karşılaştınız mı?
Bu işlere başlarken birkaç kez söyledim. Çizgi roman okurunun dışında bir okurun peşindeyim dedim. Edebiyatla ilgili bir okurla karşılaşmak istediğimi her defasında vurguluyorum. Grafik romanla ilgili global bir merak olduğu için bunları söylemiyorum, 1992 yılında Koloni isimli bir fanzin çıkarmıştım, bir manifestosu vardı, inanın orada dahi bunu yazmıştım. Grafik romanla ilgili hafiften gürültü çıkardığımı ve ısrarcı olduğumu kabul ediyorum. Evet okurlarımla karşılaşıyorum. Çizgi roman okurları, çizgi romanı konuşulur kılma çabamı takdir ediyorlar ama ben onların önemlice bir kısmının sevebileceği türde şeyler yazmıyorum.

Grafik romanların dilinin yavaş olduğunu söylüyorsunuz hep, bu yavaşlık meselesini biraz açar mısınız?
Teknik bir mesele. Dikkat edin çizgi roman balonlarında hemen tüm konuşmalar ünlem işaretiyle biter, insanların yüzleri, jestleri hep bir heyecan gösterir. Hikâyenin olağanüstülük içermesi beklenir. Hikâyenin kendisi süratlidir, kahramanın düşüncelerinden ya da psikolojisinden çok yapıp ettikleri önemlidir. Kahramanlar pişmanlık ya da tereddüt duymazlar. Oğuz Aral’ın Utanmaz Adam’ını düşünün, sürekli bir yerden bir yere, bir eylemden diğerine koşar. Geçmişte sinematografi bu denli gelişmemişti, bilgisayar yoktu, o süratin bir karşılığı vardı. Oysa bugün bir çizgi roman, aksiyonuyla temposuyla bu sinematografi ile başedemez. Mümkün değil. Rekabet edemiyorsanız gücünüzü başka türlü göstermek zorundasınız. Edebiyata, insani meselelere ve psikolojiye bu yüzden yaklaşılıyor. Size saçma gelmesin, bir kahraman olarak Pinokyo’yu düşünün, yalancı ama sevimli bir serüvencidir, bir derdi vardır, pişmanlık duyar, üzülür, kahreder ve en sonunda insana dönüşür. O hareketliliğe rağmen biz onu o meseleyle hatırlarız. Yavaşlık dediğim, çizgi romanın değişimi. Yeni bir Karaoğlan veya yeni bir Utanmaz Adam yapamazsınız, okurunuz olmaz demiyorum, nostaljisi yapılır, romantizmi yapılır ama yeni olmazsınız. Hep sizden öncekileri hatırlatırsınız. Bu söylediklerim yanlış anlaşılmasın, çizgi romanı azımsamıyorum, ben bilerek onun kıyısında durmaktan ve başka bir biçimle hikâye anlatmaktan söz ediyorum. 

Bu söyleşi daha önce BiaMag'te yayımlandı.
link

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder