2015 yılında tamamlanan Ankara üçlemesinin ardından;
Sefa Sofuoğlu'yla 1951 adında yeni bir grafik roman yayınladınız. Bize bu
kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Ardından gibi olmadı aslında Uzak Şehir çizilirken bir yandan da 1951 devam ediyordu. Sefa ile
uzun ve albüme dönüşecek bir çalışma yapmak istiyorduk ki bu üç yıl önceydi
galiba. Birlikte çalışmak isterseniz gerisini getirirsiniz. Önemli olan iştah
ve dirayet göstermek… Ağır bir iş çünkü.
Emanet Şehir'de de 1940'ların sonunda geçen bir öykü
anlatmıştınız. 1951'de yine benzer dönemlerde geçen bir hikâye aktarıyorsunuz.
Bu döneme ilginizin özel bir sebebi var mı?
İyi bildiğimi düşündüğüm bir dönem. İster istemez bundan
faydalanıyorum. Yoksa dönem hikâyesi yapacaksanız o atmosfere nüfuz etmeniz,
olup bitenleri iyi bilmeniz, dersinize iyi çalışmanız gerekiyor. Dönem hikâyelerine
devam edeceğim için o yıllarda kalmayacağım. Dersime çalışıyorum. Diğer yandan
1950 yılını siyaseten önemli, 1951’i rejimin kendini sola kapatması bakımından
ilginç buluyorum. O yıl büyük tutuklamalar olur. Ha şunu hatırlatayım, 1951
gibi bir isim olunca benim belgeselci bir hikâye anlattığımı düşünülmesin. Bir
atmosfer anlatıyorum demek daha doğru.
1951'in oldukça sakin bir anlatımı var, konuşkan bir hikâyeyle
karşı karşıya değiliz tam aksine bazı karelerde hiç diyalog yok karakterlerin
iç dünyalarına ağırlık veriyorsunuz. Bize bu tercihinizden bahsedebilir
misiniz?
Hikâyenin merkezinde kardeşinin intiharı üzerine
Ankara’ya gelmiş bir İstanbullu var. Hiç bilmediği bir şehirde bir flaneur gibi
dolanmaya başlıyor, kardeşinin ölümünü ve geçmişini araştırdıkça açmazlarla,
cevabını bilmediği sorularla karşılaşıyor. Bu haleti ruhiye kederle ve
sessizlikle resmedilebilirdi. Çizgi romanlarda her bir karede konuşma balonu,
her bir karede aksiyon ve duygu olması beklenir. Bu kadar sessiz kare olması
nadir ve daha yakın tarihli hamlelerdir. Hugo Pratt ile Milo Manara’nın Indian Summer isimli bir çalışması var,
o albümün açılışında uzun bir müddet tek bir cümle, balon ya da anlatım kutusu
kullanılmaz. İçerde o albüme bir gönderme yaptık örneğin. Deniz kenarındaki
rüya sahnesi o albümü hatırlatarak başlar. Aslında asıl mesele “hikâye anlatma”
meselesini güçlendirmek. Bazen konuşturarak bazen göstererek anlatırsınız.
Vedat’ın karşılaştığı herkes hem çok konuşuyor hem çok bağırıyor. Bu sessizliği
bir kontrast olarak kurmak istedim.
1951 esas olarak iki kardeşin öyküsü gibi dursa da,
dönemin siyasi, politik çekişmelerini gerilimlerini anlatıyorsunuz. Kitapta memlekete,
hayata dair büyük idealleri olanları, sürekli bağıran büyük laflar eden, her
şeyi bilen politikacıları resmediyorsunuz. Günümüzde de yine benzer bir siyasi
atmosferle karşı karşıyayız. Bu anlamda siz memleketin siyasetle ilişkisini
nasıl değerlendiriyorsunuz, okuyorsunuz?
Çok bağırıyoruz, avaz avaz bağırmak denir ya öyle bir ruh
halimiz var. Hepimiz bundan etkileniyoruz, sosyal medyada hepimiz birilerine
bağırmak için hazırda tutuyoruz kendimizi. Böyle bir yoğunlaşma varsa,
siyasetçi de yazar da etkilenir, hem dönüşür hem dönüştürürler. Sakin insanları
korkak, sünepe ve kibirli buluyoruz, alçakgönüllü ve perhizci insanlar
sanıldığı kadar sevilmiyor ve inanılmıyor onlara.
Dumankara ve Emanet Şehir'den de aşina olduğumuz şekilde
1940'lı ve 1950'lili yıllar Ankara'sını titizlikle ele alıyorsunuz. Bu anlamda
1951'de dönemin Ankara kent dokusunu ve mekânlarını yaratım sürecinde nasıl bir
yol haritası çizdiniz?
Görsel bir iş yaptığımız için anlatabilmek için
söylüyorum sanat yönetmeni gibi davranıyorum diyebilirim. Yıllar önce yine o
dönemlerde geçen bir dizi senaryosu yazmıştım, orada da aynı şeyi yaptım. O
yılların gündelik hayatına dair her türlü bilgiyi ve görsel referansları çizer
arkadaşlara sağlıyorum. İşi tasarlarken, sürerken ve hatta bitirdikten sonra
bile revizyonlar yapıyoruz. Takviyeler, belirginleştirmeler oluyor. Gerçeği
değil gerçeklik hissi yaratacak bir devamlılık kuruyoruz aslında. Uzak Şehir’de günümüzü anlatmıştık ama
orada da epeyce buralardan fotoğraf çektim, Berat’la paylaşmıştım. Bildiğinizi
aktarmalısınız, işin niteliğini yükseltmek adına bu önemlidir.
1951'de İstanbul'dan Ankara'ya gelmiş Vedat'ın hikâyesini
anlatıyorsunuz. 1950'li yıllar Ankara'nın ütopyasını ve cazibesini kaybettiği
dönem olarak da kabul edilir. Kitapta da özellikle Ankara'nın İstanbul'a karşı
olan mağlubiyet hissiyatı hissediliyor. Hatta bir rüya sahnesinde "Ankara'ya
her zaman deniz gelmiyor" demişsiniz... Siz ne demek istersiniz bu konu
hakkında?
O rüya sahnesi bütünüyle ironik olsun istedim. Kıyıya
vurmuş Kız Kulesi, ünlü Maymunlar
Cehennemi filmine bir gönderme olarak okunabilir, yanlış demem ama şu da
vardı aklımda. Ankara Ütopyasını kim kurdu? Siyaseten İstanbul’u istemeyen,
İstanbul’a öfkelenen İstanbullular. Akın akın geldiler Ankara’ya.
Getirebilselerdi denizi de getirirlerdi yanlarında. İş tavsayınca evlerine
döndüler. O gün bugündür de şehirden çıkmıyorlar, yazları Bodrum var, onu
sayalım mı? Bugün, İstanbul dışında her yer taşra diyoruz. O rüyayla kıyıya
vurmaktan ve bir İstanbullunun Ankara rüyasının sonundan söz ediyorum.
Sizin de bildiğiniz üzere gerek Ankara'da gerekse de
başka şehirlerde bir süredir kentsel dönüşümün etkisiyle şehirlerin tarihi
dokuları yok olmakta. Bu durumun da etkisiyle sinema ve dizilerde dönem
hikayesi anlatmak güçleşiyor. Sizce mekân kullanımı açısından dönem hikayesi
anlatmak grafik romanlarda daha mı elverişli?
Emek ve zaman maliyeti bakımından elbette daha kolay…
Çizgiyle ilgili bir maharet varsa, ayrıca da ilgi çekici olabilir. Mesele,
dönem hikâyesinde mekân kullanmak değil, mekânın önemini fark etmek aslında. Mekânın
bir aktör, bir unsur olduğu bizde yeni yeni keşfediliyor.
Türkiye'de grafik romanın esas olarak çeviri üzerinden
gittiğini ve yerli üretimin pek olmadığını söylenir. Siz bu görüşe katılır
mısınız? Kendi hikayelerini anlatmak isteyen genç çizerler ne gibi sorunlarla
karşılaşıyor sizce?
Geçen yıl çıkan yayımlanan albümlerin yüzde 9’u yerli
üretimdi, ki o üretimin bir iki istisna dışında neredeyse tamamı yeni değil,
dergilerde çıkan işlerin derlenip yeniden yayımlanmasıydı. Ha şunu teslim
edelim, yüz sayfa çizmek bir işe odaklanarak en az bir yıl çalışmak demek.
Ardışıklık ve devamlılık kurmak, sahiden kolay değil. Öte yandan bu, bir engel
olabilir ama işe başlarken bunun farkındaysanız, buna rağmen arzuluyorsanız,
bunu da aşmak istiyorsunuz demektir. Dünyanın her yerinde albüm yapıp, o
albümün telifiyle geçinebilmek artık mümkün değil. Fransa’da Amerika’da
çizerler yazarlar başka işler de yapıyorlar. Bu işi seviyorlarsa hayatlarını
buna göre düzenleyecek, geçimlerini sağlarken kenardan ufak ufak yüklenerek bu
işi sürdürecekler, istiyorlarsa bunu yapacaklar.
Son olarak; bundan sonrası için üzerinde çalıştığınız
yeni bir proje var mı?
Bu yıl yeniden dizi ve film senaryo işlerine döneceğim.
Nasip kısmet diyelim, bir süre oralarda olacağım öyle görünüyor. Devam eden
üzerinde çalıştığımız grafik roman albümleri var ama bu yıl bitmezler diye
düşünüyorum.
Söyleşiyi Can Öktemer ile Edebiyat Haber için yapmıştık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder