Buzul Çağı, Louvre Müzesi tarafından sipariş edilmiş bir
çizgi roman. Ünlü sanat merkezi, Fransızların türe olan sevgisini hesap ederek
ünlü sanatçılarla çalışıyor; Enki Bilal, David Prudhomme, Christian Durieux,
Éric Liberge gibi isimlerin çizgi roman albümlerini yayımlıyor. Buzul Çağı da,
Nicolas de Crécy imzasıyla bu seriden çıkmıştı. Albümlerin ortak özelliği,
hikayelerinin bir biçimde müzeyle ilişkilendirilerek geliştirilmiş
olması… Müze için doğrudan ve dolaylı, eğitici-öğretici-tanıtıcı bir yönü
olsun istenmiş, ziyaretçilerin alıp inceleyeceği, sergilenen her şeyi başka
türlü görüp anlayabileceği çizgi romanlar üretilmiş. Böyle tarif edince bir tür
“broşür edebiyatı” veya “resimli müze kataloğundan” söz ediyorum sanılmasın.
Anlatılan hikayeler mesaj kaygısıyla, talim terbiyeyle, pedagojik
hassasiyetlerle kanırtılan, hikayeleri öteleyen şeyler değil.
Önemli bir yazarlık kuralıdır, yazarken, “ders vermeyin,
öğretmenlik taslamayın, hatipliğe kalkışmayın, illa bunları yapacaksanız,
öykü-roman değil köşe yazısı-makale yazın,” denir. De Crécy bu yollara haliyle
hiç girmemiş, başlangıç noktası olarak zihin açıcı bir fikir yürütmüş.
Yaşadığımız uygarlık bir nedenden ötürü yok olursa ve yüzyıllar sonra sağ kalan
ve o geçmişi bilmeyen insanlar tarafından izlerine rastlanırsa, örneğin büyük
bir müzeyle karşılaşırlarsa, o buluntulardan ne anlamlar çıkarırlar diye
düşünmüş. Bilimkurgu edebiyatına aşinaysanız fikir size parlak gelmeyebilir ama
bu fikri bir müze üzerinden anlatmayı düşünmek, hakkını teslim edelim, hem
merak uyandırıcı hem de eğlenceli olmuş. Üstelik De Crécy, bu fikri kendi
kahramanları ve konuşkanlığıyla resmetmiş, ironik bir sanat tarihi yorumu da
yapmış; evet diyorsunuz, resimler, ressamlar ve uygarlık böyle de
anlatılabilir. Hem niye olmasın? Yorumlarımız zamanın aurasından, siyasetten,
kültürün ve sanatın algılanma biçimlerinden etkilenmiyor mu?
De Crécy, sanıyorum Joseph karakteriyle kendini de
dahletmiş işin içine, resimlere bakıp mukayeseler yaparak o girift geçmişi
yorumlatmış: “Kesin olan bir şey var, medeniyet yazınsal değildi, sözel ve
ikonografikti”. “Bu insanlar okuma yazma bilmiyordu ama resimlerle
yazıyorlardı.” Joseph anlatıyor, diğerleri dinliyor, Decamps’ın resim yapan
maymun (Le Singe peintre) tablosunu görünce apışıyor, hep birlikte maymunların
resim yaptığını düşünüyorlar. Yorumları okurken ister istemez ihtimalleri siz
de düşünüyorsunuz. Sahiden böyle düşünülebilir mi, yoksa mübalağa mı ediyorlar
diyorsunuz. Müzede duvara asılı olan resmi başka türlü konuşabiliyor ve mevcut
yorumları tartışılabilir hale getirebiliyorsak sanatı yaşatmayı sürdürüyoruz
demektir. Bir müzenin asli görevlerinden biri budur, sadece saklamak ve
korumak, onları teşhir etmek değil, baştan ayağa konuşulur kılmak. De Crécy,
yorumun sanat eksperlerine bırakılmadığı bir evreye döndürüyor bizi. Ezberbozan
spekülatif şeyler okuyoruz. Farklı bir müze rehberi var elimizde. Evvela
mahremin teşhiri ve müstehcenlik şaşırtıyor yeni yorumcuları. İçinde
bulundukları yerin erkeklere özel bir zevk mekanı olduğu kanısına varıyorlar.
Sanatı izleyerek geçmişi anlamaya çalışmak ne kadar doğru dedirtiyorlar veya.
Resmin altındaki Delacroix ismine bakıp onun (ressam değil) evin (müzenin)
sahibi olduğunu düşünüyorlar örneğin. Kadınların ya fahişe ya da hizmetçi
olarak çizilmesini yorumlamaya çalışıyorlar, anlamlandıramadıkları şeyi
sapkınlık olarak niteleyip kestirimde bulunuyorlar: “ahlaksızlıklarının tüm
yollarını keşfetmek amacıyla cinsel imgeler yaratıyorlar.” Aksi de akıllarına
geliyor, belki eksikliğini duydukları için, “bu resimlerle cinsel arzu
artırmaya da çalışıyor olabilirler,” diyorlar ki, hepsi oyunbazlık dolu tespitler.
Buzul Çağı, buzlarla kaplı bir dünyada yolculuk eden
kaşif grubuyla açılıyor. 19. yüzyılın maceracılarını andıran kafilenin içinde
De Crécy’nin sevimli hayalet kahramanı Bibendum’u andıran, genleriyle oynanmış,
olağan dışı sezgileri ve koku alma duyusu olan konuşan köpek Hulk da var.
İsmini, kadim zamanların bir tanrısından (!) alan Hulk, kaygıları, mızmızlığı, düşük
enerjisi, rekabetçiliğiyle hikayeyi sürüklüyor. Bu kısımlar hayli lezzetli
çünkü müze bağlamının dışında karakterlere dramatik derinlikler katılmış
böylelikle. Hulk, geziyi madden destekleyen Juliette’e askıntı olan ekip lideri
Gregor’a karşı duygusal dengesini yitirerek “kıskançlık” gösteriyor ve
hissettiklerini kadına anlatarak iyiden iyiye “dökülüyor.” Crécy, pek çok
hikayesinde böylesi gevezelikler ve ilgisiz gibi duran küçük saplantıları
kullanır. Hınçlanmalar, sinir krizleri, bıkkınlıklar, iğnelemeler,
riyakarlıklar, korkaklıklar birdenbire sökün ediverir. Nicholas De Crécy, 1966
doğumlu bir Fransız. 1991’den bu yana çizgi roman albümleri üretiyor. Uzun
yıllar animasyonla uğraşmış, ismi alanın bilinen simalarından biri olan
yazar-yönetmen Sylvain Chomet ile birlikte anılmış. İkili, intihal iddialarıyla
birbirlerini suçlayarak yollarını ayırsalar da Léon La Came isimli
ortak çizgi roman da üretiyorlar ve o seriyle, 1998’de Angoulême’da ödül
kazanıyorlar. Crécy, yumuşak renk seçimleri, çizgisini farklı biçimlerde
kullanabilmesiyle hatırlanıyor. Çok geniş bir illüstrasyon arşivine sahip. Neyi
anlatırsa anlatsın esprili bir dili var; köpekler, domuzlar, hayaletler her
anlatısının en önemli “oyuncuları.” Çalışkanlığı kadar yeniliğe açık biri
olması en önemli özelliği... Kendi kuşağından çizgi romancılarla kıyaslarsak
çok erken yaşta farklı dillere çevrildi, globalleşti, en son 2015’te
Japon Ultra Jump dergisinde yeni bir grafik romana başladı mesela.
Söylemesem olmaz, 2003 yılında yayımlanan, balon ve anlatım kutusu kullanmadan
kotardığı Prosopopus bana göre en sıra dışı çalışması.
Buzul Çağı, güzel bir albüm, sanatı konuşan (ve
konuşturan) nitelikli bir hikaye… Yazıyı albümde geçen retorik bir soru ile
bitireyim. Resimlere bakarak geçmişte nasıl yaşamış bu insanlar diye ahkam
kesilirken hikayenin nemrut adamı Gregor, resimleri art arda sıralayıp bir
anlam çıkarmaya uğraşan ekip arkadaşlarından ve onların yorumlarından
hazzetmeyerek bağnazca sokurdanıyor: “Çocuklar dışında kim kendini resimle
ifade edecek kadar saf olabilir ki?” diyor. Bir azınlık dışında kimsenin resim
çizmediği, resim çizmenin çocuklar haricinde kimseye uygun görülmediği bir
şimdiki zamanı yaşıyoruz. Resimle uğraşmayı, çizgilerle hikayeler anlatmayı
çocuksu ve –zeka ölçüsü olarak– safça buluyoruz galiba. Madem öyle, çizdikleri
yüzünden insanlar neden katlediliyor, neden hapsediliyor diye soralım mı peki?
Sormayalım.
Sabit Fikir, Aralık 2017.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder