Pazartesi, Kasım 13, 2017

Dağların Adamı Barnabo


İtalyan Kafka’sı, İtalya’nın Varoluşçu yazarı, büyülü gerçekçi edebiyatın simgesi gibi biçimlerde takdim edilen Dino Buzzati (1906-72), Türkçede en çok Tatar Çölü (İletişim Yayınları, 1991) romanıyla tanınıyor. Farklı adlarla defalarca yayınlanan hikâyeleri (ör. Colombre, Can Yayınları, 2007), bir masal kitabı (Ayılar Baskını, Milliyet Yayınları, 1995) ve bir başka romanı (Bir Aşk, Günebakan Yayınları, 1975) daha var ama hiçbirisi Tatar Çölü kadar konuşulmuş, ilgi çekmiş değil. Bu konuda yalnız değiliz, Tatar Çölü otuza yakın dile çevrilmiş durumda. Buzzati, dünya edebiyatında Giovanni Drogo karakterinin sürüklediği romanıyla hatırlanıyor. Dağları Adamı Barnabo, Buzzati’nin 1933 tarihli ilk romanı (Timaş, 2010, Çev.Elçin Kumru) .

Kitap, adından tahmin edilebileceği gibi dağlık bir bölgede, gereksiz biçimde oluşturulan ve öylece bırakılan (hayır unutulan!) bir cephanelikte nöbet tutan orman bekçileri arasında geçiyor. Barnabo, bu bekçilerden biri. Kahramandan ziyade romandaki tiplemelerden biri demek daha doğru olur. Buzzati, belgeselci bir gözle, roman zamanında ileride neler olacağına dair açıklamalar yaptığı, merakı öteleyen ve başka türlü bir merak yaratan bir dil kurmuş. Tatar Çölü’ndeki dinginlik ve yeknesaklığa, pastoral betimlemelere burada da rastlıyoruz: “evin bulunduğu düzlükte sessizlik hâkim; ara sıra ormandan homurtular geliyor ve beyazlara bürünmüş büyük duvar kayaların hepsi net şekilde görülebiliyor.” Asıl kahraman belki de bu atmosfer veya bekçiler arasında giderek belirginleşen endişe dolu hissiyat. Askerde nöbet tutanlar bilirler; nöbet dediğin hem yapılması gereken bir iş ve çoğunlukla angaryadır hem de her zaman bunun daha fazlasıdır. Nöbette biri uyursa sadece uyuyan değil herkes cezalandırılır. Görevinize ve bağlı olduğunuz asker topluluğuna karşı sorumluluk duyarsınız. Üstelik “düşman” pusudadır ve beklenmedik bir anda ortaya çıkmak için sizin zaaf göstermenizi beklemektedir. Saldırı ihtimali hem tedirginliği hem de sadakati pekiştirir. Nöbet tutulan ve ihtimamla korunan yer ne(resi) olursa olsun saldırı ihtimali ve sadakat, nöbet tutanların gündemine gelir çöreklenir, başka bir şey konuşul(a)maz olur.

Orman bekçilerinin şefi, “dağdaki düşman” haydutlar tarafından öldürülünce, hepsinin gündemi altüst olup bir anda değişiyor. Uzun uzun kıpırtısızca, hiç bir şey olmayacağını düşünerek izledikleri dağ manzarası başkalaşıyor. Haydutlar, tam da bekçiler bu kıpırtısızlığa alıştıkları anda gelebilecek tekinsiz ve beklenmedik bir mihraka dönüşüyor. Bekçiler, birbirlerine güvenmemeye başlıyorlar ve kendileri dışında kimsenin umursamadığı cephaneliği beklemenin anlamsızlığını konuşur oluyorlar. Buzzati bizi bu atmosfere dâhil ettikten sonra haydutları gördüğünde arkadaşlarına yardım edemeyen, korkarak bir köşeye sinen Barnabo’yu devreye sokuyor ve bize bu ahvali bir sır gibi ifşa ediyor: “korkudan elinin ayağının kesildiğini hissediyor; yakın mesafeden gelen silah sesleri arttıkça bu hissi daha güçlü hale geliyor (…) Bir türlü huzura kavuşamadan saatlerce ormanda dolaşıyor, gördüklerinin anısıyla kendisine eziyet ediyor, neden o kadar çok korktuğunu kendisine soruyor ve tam olarak bir anlam veremiyor”. Genç bekçinin duyduğu korkuyu kimsenin fark etmediğini belirterek, bizi özdeşleşmeye sevkediyor: “Barnabo’nun korkusundan düşmandan kaçtığını kimse öğrenemedi.” Korku ve onunla büyüyen pişmanlık, o “momente” takılıp kalan ve o anı yeniden yaşamak isteyen bir saplantı, anlatının temel izleğine dönüşüyor. Barnabo’nun bekçilikten atılması, çiftçiliğe başlaması, korkmuş olmasını bir kırılma noktası sayarak hayatını anlamsızlaştırması ve geri dönerek utancını temizleme fırsatını kollaması aynı bağlamda geliştiriliyor.

Oldukça basit ama insanın dünyadaki yalnızlığını ve onun kendini gerçekleştirme sürecini anlatması bakımından olağandışı bir hikâye bu. Yaralı karganın varlığı, Barnabo’ya olan yakınlığı-evcilliği veya bekçileri tanıyan haydudun konuşmaları-iz bırakmadan kaybolması, Buzzati’nin sevdiği türden fantastik ayrıntılar, üstelik bunu ansiklopedist bir titizlik ve ciddiyetle resmediyor. Böyle bir karga ya da o haydut var mı sahiden diye sormamızı istiyor ama cevabımızla ilgilenmiyor. Barnabo’nun dramı olmak istediği kimseyi olamaması, haydutlarla baş etmek istiyor, görevini önemsiyor bunu yaparken kendinin değil etrafındaki mesai arkadaşlarının da nasıl olması gerektiğini tasarlıyor. Kendisi olamadığı andan itibaren de utanç duyuyor, bir tercihte bulunuyor velâkin ona dayanacak kadar dirayet gösteremiyor. Olmasını zorunlu saydığı insan tasarımını gerçekleştiremediği gibi çevresindeki arkadaşlarını sadece kendi tahayyülüyle görebildiği için başka bir düzlemde yaşamaya başlıyor. Etrafındakiler onun acısını ya da takıntılarını fark edebilecek birileri değiller. Barnabo, bunu aklına getirmiyor, tek istediği kendini gerçekleştiremediği momenti yeniden yaşamak veya görüntüsünü yakalamak. Yeniden bekçi olduğunda dağlarda boy göstermekten başka bir şey yapmıyor. Varım ve burayım değil, görülüyorum’a indirgiyor kendini. Eprimiş bekçi kıyafetlerini hevesle giyinip kuşandığında ne-nasıl olacağını imliyor aslında bize.

Dağları Adamı Barnabo, iki açıdan önemli. Her şeyden önce uzun süre sonra Türkçede yayınlanan ilk Buzzati anlatısıydı. İkincisi, sonraki çalışmalarının, örneğin Tatar Çölü’nün izlerini bulabilmek adına verimli bir roman…

[Bu yazı,  ilk kez 28 Mayıs 2010 tarihli Radikal Kitap sayısında yer almıştı.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder