Salı, Mayıs 30, 2017
Pazar, Mayıs 28, 2017
Güzel İsimler 2
Bir
Ortaçağ Yalnızlığı (Enis Batur, 1973), Yılanların Öcü (Fakir Baykurt, 1958),
Sancı Meydanı (Faik Baysal,
1968), Bir Gün Tek Başına (Vedat Türkali, 1975). Buzul Çağının Virüsü (Vüs’at
O. Bener, 1984), On
Yılın Romanı (Ethem İzzet Benice, 1933), Günaydın Yeryüzü (İlhan Berk, 1952),
Bu Kitapta Sen
Nerdesin (Egemen Berköz, 1981). Ay Büyürken Uyuyamam (Necati Cumalı, 1969),
Başka Olur Ağaların
Düğünü (Kemal Bilbaşar, 1977), Kikirikname (Salâh Birsel, 1961), Yanık Saraylar
(Sevim Burak, 1965).
Yerçekimli Karanfil (Edip Cansever,1958), Beni Öp Sonra Doğur Beni (Cemal
Süreya, 1973),
Cehennem Biziz (Erol Çankaya, 1976), Kaçan Uykular Ülkesi (Fazıl Hüsnü
Dağlarca, 1981).
Cuma, Mayıs 26, 2017
Çarşamba, Mayıs 24, 2017
"Bu Memleket Bizim"
Saçmalık olması,etkisiz olmasını gerektirmiyor tabii... Etkili olduğu, insanlara cahilane bir cesaret verdiği, azınlıkta kalanları korkuttuğu belli ki ısrarla söylenip duruyor.
Hepimiz birarada yaşıyoruz, bu memleket, bu toprak, bu yer, bu şehir, lafları ne kadar büyütürsek büyütelim, ne kadar şairanelik katarsak katalım, değişmeyecek, bu memleket birilerinin değil, birilerinin tekelinde hiç değil... Yan yana yaşıyoruz işte, vergisini ödüyor, okullarına gidiyor, eğlencesini ve yasını paylaşıyor, yaşıyor ve ölüyoruz.
Muhalefeti buradan kurmak isteyenler, ısrar edenler de var...Cahil bunlar filanla nasıl yürümüyorsa, buradan da yürümüyor.
Bir parça kızgın görünebilirim, daha çok bıkkınlıkla yazıyorum bunu. İktidara "bu memleket bizim" diyen, tartışmayı buradan kuran bir muhalefet çoğulcu değil sağcıdır, yeni değil taklitçidir, öngörülü değil yetersizdir, canlı değil zombidir, demokratik değil otoriterdir. Bu dil başka türlü kurulmalı, olmuyor, olamıyor, mesele kimin daha yerli olduğu değil çünkü...
Pazartesi, Mayıs 22, 2017
Tahammül
Dünyayı, memleketi, çevremizi, birlikte yaşadığımız insanları, hemşerilerimizi, komşularımızı tanımak için birebirdir böylesi sorular. Zihin açarlar.
Sadece tahammülsüz değil öfkeliyiz de. Neden?
Bence haksızlığa uğrayanlar, kendini suçlu hissedenler kadar öfkeli değiller. Haksızlığa uğrayanlar, dertlerini anlatmak ve konuşmak isterler. Haksızlık edenlerse susturmak.
Dikkat edin, itham edenler hep öfkeli görünürler, suçlamazsa suçlanacaklarına inandıkları için heyecan gösterirler, haksızlığa uğrayanlardan rol çalarlar.
Cevabı olmasa bile sormaktan vazgeçmeyelim. Sorular bizi, tetikte tutan, hadi diyelim, aydınlatan şeylerse, ki öyleler, geri durmayalım, ısrarla soralım... Tekrar ve tekrar başa dönerek soralım, neden farklı fikirlere ve itirazlara tahammül edemiyoruz?
Güzel İsimler
Yürekte Bukağı (Tomris Uyar, 1979), Puslu Kıtalar Atlası (İhsan Oktay
Anar, 1995), Canistan (Yusuf Atılgan, 2000), Herkes Herkesle Dostmuş Gibi
(Barış Bıçakçı, 2000), Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan (Sevgi
Özdamar, 2003), Buruk Dünya (Orhon M.Arıburnu, 1985), Ben Ruhi Bey Nasılım
(Edip Cansever, 1976), Hayat Bir Kervansaray (Sevgi Özdamar, 1992), Narla
İncire Gazel (Bilge Karasu, 1995), Kınar Hanımın Denizleri (Ece Ayhan, 1959), Ne
Kitapsız, Ne Kedisiz (Bilge Karasu, 1994), Gül Mevsimidir (Füruzan, 1985), Kafamda
Bir Tuhaflık (Orhan Pamuk, 2016), Fena Halde Leman (Attila İlhan, 1980), Sular
Ne Güzelse (Erdal Öz, 1997), Göç Temizliği (Adalet Ağaoğlu, 1985), Gecegezen
Kızlar (Tomris Uyar, 1983).
Cuma, Mayıs 19, 2017
Perşembe, Mayıs 18, 2017
Çarşamba, Mayıs 17, 2017
Salı, Mayıs 16, 2017
Pazartesi, Mayıs 15, 2017
Pazar, Mayıs 14, 2017
Cumartesi, Mayıs 13, 2017
Cuma, Mayıs 12, 2017
Telef
Kurumuş ekmek, ölmüş bir gökyüzü, çiçeksiz saksı. Marşların,
sızıların, yaraların hikâyesi… Kesik kesik… Bitmeyen gecenin, başsağlığına
gelenlerin, dar sokağa bakan pencerenin, gidip de dönmeyenin uğultusu.
Telef, zifiri karanlığın ağıt romanı. Hep hatırlanan, her cumartesi
hatırlatılan genç ölümler…
Attilâ Şenkon, ayrı ayrı zamanlarda, yan yana duruyor yangınlarla. Gecenin
ortasında kelebek yumuşaklığı…
Çarşamba, Mayıs 10, 2017
Salı, Mayıs 09, 2017
Ödül
Pazartesi, Mayıs 08, 2017
Son Okuduklarım 15
Pazar, Mayıs 07, 2017
Maveraünnehir Nereye Dökülür?
Geçmişin bulanıklığı,
kırıklıklar, kabullenişler. Gıcırdayan kapılar, boş fincanlar, galaksideki
bütün gezegenler… Su sızdıran yağmur borusu.
Engin Barış Kalkan, insanın ve
dünyanın ürpertisini, geride kalanların tenhalığını anlatıyor.
Maveraünnehir Nereye Dökülür?, kirli bir gündüzün ince ağrılarını resmediyor,
neşeli ve hayat dolu öyküler. “Düdütdütdü take you back.”
Cuma, Mayıs 05, 2017
Beşinci Köşe ve İçimdeki Kalabalık
Açık kapılar, küçük tufanlar, uzayan yollar, bir dua gibi yağan
yağmurlar, hatıralar… Ayartan, kanırtan, küçülen, büyüyen karşılaşmalar. Baştan
ayağa saplantılar.
Gamze Güller’in biriyle Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü aldığı iki kitabı bir arada.
Bir çaydanlık gibi fokurdayan, dünyayı öpen, kahreden, sus pus oturan
hikâyeler…
Beşinci Köşe ve İçimdeki Kalabalık, insan huyları ve hallerinin şehirden
manzaraları, serinliği ve sıcaklığıyla, biraz öfkeli, biraz içli…
Çarşamba, Mayıs 03, 2017
Kaybolan bir dünyanın peşinde
Sevindirici bir gelişme, grafik romanın itibarlı isimlerinden Seth,
önemli bir çalışmasıyla, ilk kez Türkçede çünkü. Seth, bizde hiç tanınmadığı
için, kısaca özgeçmişinden söz edelim. Asıl adıyla Gregory Gallant, 1962’de
Kanada’da doğuyor. 1980’de Toronto’da bir sanat okuluna gidiyor ve sonraları
kabul ettiği üzere tuhaf ve punkvari bir tercihle, kendi deyişiyle Cher ve
Madonna’yı çağrıştıran biçimde, Seth imzasını kullanmaya başlıyor. 1988’ten
itibaren Kanada dergilerinde çalışmalarıyla görünür oluyor. Bu dönemde
Torontolu çizerler Chester Brown ve Joe Matt’le olan arkadaşlıkları onu
etkiliyor ve otobiyografik nitelikli bir çizgi roman yapma fikriyle, 1991’de,
türün saygın yayınevi Drawn&Quarterly’den, ünlü çalışması Palookaville’in
ilk sayısını çıkarıyor. Palookaville, Seth’in dünyayla, geçmişle, merak ve
takıntılarıyla, aşk ve hayal kırıklıklarıyla ilgili oldukça kişisel hikayeler
içeren dergisi. İlk sayısı nisan ayında, ikincisi eylülde, üçüncüsü neredeyse
iki yıl sonra, Haziran 1993’te yayımlanabiliyor; yalnızca zaman aralığı değil,
sayfa sayısı da değişkenlik gösteriyor: ilk sayı 26, üçüncü sayı 64 sayfa
örneğin. Mütevazı baskılarla çıkan, uzun bir zamana yayılan, sabır ve
süreklilikle başarı kazanan bir yayın Palookaville. Yakın bir zaman önce bizde
yayımlanan Güçsüz Düşmezsen Hayat Güzeldir (It’s a Good Life, If You
Don’t Weaken) isimli albüm ise, 1996’da çıkıyor. Serinin 4 ile 9. sayısı
arasında yayımlanan bölümlerden oluşan albüm, hem Palookaville’in hem de
kendisinin popülerleşmesini sağlıyor.
Seth, oldukça naif ve iyimser, içe dönük, sınırlı sayıda insanla
konuşan ve uyumsuz biri olarak resmediyor kendisini. Çocukluğunu, eski
kitapları, sevdiği karikatürleri, çizgi bantları konuşmayı seviyor.
Nostaljikliğini, yaşanan zamana dahil olamadığını, dönüp dolaşıp geçmişi
konuştuğunu gösteriyor bize. Söyleşilerinde Crumb’ın underground anlatımından, Tenten ve Peanuts’ın
dünya kurma maharetinden, Roland Coe’nun çizgilerinden, Frank Capra
filmlerinden, Alice Munro’nun kısa hikayelerinden etkilendiğini söylüyor.
Yirmili yaşlarında J. D. Salinger ve Woody Allen’ı, Japon edebiyatından Mişima
ve Kavabata’yı hayranlık ölçüsünde dikkatle incelediğini anlatıyor. Güçsüz
Düşmezsen Hayat Güzeldir, Seth’in çalışmalarını sevdiği, hakkında hiçbir şey
bilmediği kayıp bir karikatüristin peşine düşmesinin hikayesi. Sahaflarda eski
dergileri karıştırırken rastladığı bir kitapla başlıyor her şey. Kitabı evirip
çevirirken ünlü New Yorker dergilerinin eski sayılarını toplamaya
başlıyor, iç sayfalardaki çizerleri hayretle incelerken buluyor kendini. Seth,
yine söyleşilerinde, çocukken New Yorker’ı hiç okumadığını, adamakıllı
bilmediğini, sonradan keşfettiğini itiraf ediyor. Derginin bugün dahi süregelen
şöhreti, edebi ve entelektüel arayışlarının yanında, çizgili sanatlara
gösterdiği ihtimamdan kaynaklanır. New Yorker, öyle bir çizgi aurası
yaratmıştır ki, Amerikan dergiciliğini etkilemiş, illüstrasyon, karikatür ve
vinyet benzeri çizgiler, her zaman ve mutlaka yoğun biçimde kullanılır
olmuştur.
Seth, New Yorker karikatüristlerinden
ilham alan, onları çok andıran çizgilere sahip. Garip bir biçimde eski değil,
“retrofitted” duruyor; buna, o tarzı yenileştiren ve yeni gösteren bir üslup
demek gerekiyor. Çizdiklerine bakarken Peter Arno, Roland Coe veya Syd Hoff
gibi çizerlerin üretimlerini anımsamamak neredeyse imkansız. Seth, biraz bu
keşfi, üzerinde yarattığı büyüyü anlatmak istemiş, bu bakımdan albüm bir
saplantı güzellemesi olarak nitelenebilir. New Yorker çizgilerini
izlerken az bilinen, hatırlanmayan Kalo isimli bir karikatüristte odaklanıyor.
Hep ondan bahsetmeye, hep onun işlerini kovalamaya başlıyor. “Bu adamdan çok
etkilendim. Tarzı beni direkt kendine çekiyor,” dediğinde, yakın arkadaşı,
“Bunun sebebini görebiliyorum, senin gibi çiziyor,” diye cevaplıyor. Kız
arkadaşı, “Kalo’yu neden bu kadar çok sevdiğini anlayamıyorum. Gösterdiğin bazı
çizerler, ondan çok daha iyi. Mesela şu Arno denen adam,” derken, Seth’in
Kalo’yla arasında kurduğu psikolojik özdeşleşmeyi fark edemiyor. Seth için Kalo
sadece bir çizer değil, onu ararken unutulmuş, değer verilmemiş, kaybolmuş
birine karşı yakınlık duyuyor. Çok açık biçimde onu kendine benzetiyor.
Kalo’nun gizemi, bilinmezliği onu cezbediyor; üstelik bu cazibe, nostalji
tutkusunun bir parçası. Geçmişin silinmesinden, eski dünyanın ve sürekliliğin
kaybolmasından hoşlanmıyor Seth, eski bir binaya, plaklara, dergilere,
esprilere, tekerlemelere onları yaşatma tutkusuyla sarılıyor. Kalo’yu
geçmişinin bir parçasıymış gibi aramaya başlıyor ve araştırdıkça, duyduğu
sempatiyi artıran ayrıntılarla karşılaşıyor. Seth’in çocukken yaşadığı evin
birkaç sokak ilerisinde ömrünü geçirmiş bir “hemşerisi” çıkıyor Kalo. Tatlı bir
bölüm var, bir “flâneur” gibi gezinerek Kalo’yu ararken, sokaktaki gençler onu
–arkaik giyiminden dolayı– Dick Tracy ve Clark Kent’e benzeterek laf atıyorlar.
Seth, “insanlardan nefret ediyorum. Nereye gidersen git… Bu tiplerle
karşılaşıyorsun. Agresif, sataşan, bela arayan… Bir insan neden yoldan geçmekte
olan, tamamen yabancı birini rahatsız etmeye çalışır ki?” diye başlıyor, sonra da
böylesi tiplere lafı oturtacak hazırcevap bir kişiliği olmadığına hayıflanıyor.
Çizgi romanlardaki insanların her zaman verecek güzel bir cevabı olur diyerek
yine geçmişe ve sevdiği şeylere sığınıyor.
Seth’in cazibesi, patetik ve saplantılı olduğunu bilmesinde
yatıyor. Aktüelliğini yitirmiş ya da çok tüketilerek eskimiş esprileri
kullanıyor ve bunların artık komik olmadığını bize hissettiriyor. Hüzünlü bir
ironi bu. Erkek kardeşinin benzer esprilerinin hiç komik olmadığını söylerken
oldukça cevval halbuki. Başkalarına karşı kendini koruma amaçlı bir beğenmezlik
haline hemen başvuruyor. Punklar gibi toplumu ve rekabetçi siyaseti suçlamakla
birlikte tepkisel ve estetik bir çirkinlikten haz almaya kalkmıyor.
Bireycilikte bitimsiz özgürlüğü bulan, an’ı yaşayan bir “cool”luğu yok. Aksine,
iştahla sahiplendiği, iyi insanı arayan nostaljik tutumu, bugünle, toplumla,
popüler olanla bağını kopartıyor. Bugüne ilişkin umursamazlığını, sosyal
ilişkilerindeki kayıtsızlığını “geçmiş” söz konusu olduğunda rafa kaldırıyor ve
buradan hareketle kendisini dış dünyadan “kurtaran” veya “koruyan” farklı bir
narsizm kuruyor. Mesele, Kalo’nun biyografisini çıkarmak değil o yüzden.
Şimdiki zamanla hesaplaşan, koleksiyonculuğa, geçip giden tarihe gömülen başka
türden bir savunma ve hazcılık bu. Seth’in sevimli çizgileri var, iyicil bir
hikaye anlatıcısı ama bana kalırsa çarpıcılığı en çok bu hazcılıkta kendini
gösteriyor. Bu, sahaflarda gezinen bir yenilik zira. Seth’le tanışın.
Sabit Fikir, Nisan 2017
Salı, Mayıs 02, 2017
Seyrüsefer Defteri 81
Guardians of the Galaxy 2 güzel
aksiyon, neşeli sahneleri var (30 Nisan). ++ Aftermath (2017) tv filmi
havasında, kurgusu daha farklı olabilirmiş, finali güçlenirmiş (29 Nisan). ++ Split (2016) Shyamalan bazen "sanki" bir
sahne için film çekiyor (28 Nisan). ++ Siren (2016) ve Emelie (2015) ilki korku, ikincisi gerilim diyelim,
vasat altı işler (27 Nisan).++ Sleepless (2017) tek mekana sıkışmasa ve yavaşlasa derin
aksiyon olurmuş, olamamış (26 Nisan).++ Z For Zachariah , uyarlama imiş, yavaşlığı edebiyattan ama
derinleştirememişler (25 Nisan). ++ İstanbul seyahati (24 Nisan).++ Harlots Sea1 Ep.1 ve 2'yi
seyrettim (23 Nisan).++ Taboo Sea1 Ep.7 ve 8'i
seyrettim (22 Nisan). ++ Fifty Shades Darker (2017) ilk
bölümün de gerisinde (21 Nisan).++ Taboo Sea1 Ep.5 ve 6'yı
seyrettim (20 Nisan). ++ Bringing Out the Dead (1999)
Paul Schrader karanlığı (19 Nisan). ++ Lights Out (2016) kısa
hikâyeyi geliştirememiş, bayıltmışlar (18 Nisan). ++ Taboo Sea.1 Ep.3 ve 4'ü seyrettim (17 Nisan). ++The Fog of War(2003)
bütün zamanların en iyi belgesellerinden biri olabilir (16 Nisan).++ Bridget Jones Baby (2016) seriye
devam etmek için izledim, en zayıf halkası olmuş (15 Nisan). ++ Silence (2016) Oscar'a oynamış, görüntüler nefis,
gerisi çok da heyecan verici değil (14 Nisan). ++Taboo Sea.1 Ep.1 ve
2'yi seyrettim (13 Nisan).++ Imperium (2016)
daha iddialı bir hikaye bekliyordum (12 Nisan).++ Why
Him (2016) vasat ve tekrara düşüyor (11 Nisan).++ Volver (2007) fikir
eğlenceli, tipik Almodovar abartısı ve seksist sırların ifşası (10 Nisan).++ Abre los ojos (1997) güzel
gizem (9 Nisan). ++ Joe (2013) atmosfer
filmi, Cage oynamasa daha sahici görünebilirmiş (8 Nisan). ++ El Otro lado de la cama (2002)
İspanyol gişe filmi, müzikal olması ilginç (7 Nisan).++La
ley del deseo (1987) Almodovar tutkusu ve grotesk
gerilimi (6 Nisan). ++ Ma Ma (2015) bir Medem filmi, ortalamasının altında
olduğunu söylemek lazım (5 Nisan). ++ I, Daniel Blake (2016) Ken Loach
güzeli (4 Nisan). ++ EndeavourSea1 Ep.1'i seyrettim (3 Nisan). ++ Shut In (2016) sürpriz
yapacağım diye başlamış, başlangıcı da sürprizi de vasatta kalmış (2 Nisan). ++ İzmir seyahati (1 Nisan).