Pazartesi, Ocak 14, 2019

Tepe’nin Kayıp Rüyası



Tepe, bir yolculuk ve takip çizgi romanı; ilginçliği, mağara resimlerini andıran bir görsel biçimsellik taşıması. Fırat Yaşa, bir önceki çalışması olan Avcı Nun’da (2013) bu çizgiyi kullanmış, naif ve arkaik duran bir estetikle hikayesini güçlendirmişti. İç derinliği olmayan, figüratif bir hareketlilik ve monokrom bir durağanlığı göz alıcı renklerle başkalaştırmış, ortaya özgün bir aura çıkarmıştı. Tepe bunun geliştirilmiş bir versiyonu olmuş, üstelik iddialı ve gayret isteyen daha uzun bir hikayeye kalkışmış. Yolculuk hikayesi dedim, aslında dualistik bir kutuplaşma içinde geçen bir çatışmayı, bir savaşı anlatıyor da diyebilirdim. 

Antropologlar, örneğin 1960’lı yıllardaki çalışmalarıyla Malinowski, ilkel toplumlarla modern toplumları veya ataerkil toplumlarla anaerkil toplulukları karşılaştırarak zihin açıcı çıkarımlarda bulunmuştu. Buna göre siyasi gücü merkezileştiren, bir bölgede yerleşikleşen, tek tanrıya inanan ve ahlak değerleriyle gündelik yaşamın yönetiminde bu tek tanrıdan destek alan toplumlar, göçebe toplumlara göre daha baskıcıydı. Cinsel hayatın denetimi, hiyerarşiye yapılan vurgu, ataerkil toplumlarda daha yoğundu. Anaerkillik ise daha özgürlükçü ve katılımcı bir hayat biçimini getiriyordu. Kadınların varlığı ve meşruiyeti, toplum içinde söz söyleyebilir olmaları, ataerkilliğin aksine yüz yüze, eşitlikçi ve demokratik bir kamusallığa yol açıyordu. 1970’li yıllarda kapitalizme ve modern topluma yönelik eleştirellik arttıkça, özgürlükçü ilkel toplum modellerine ilişkin romantik bir ilgi oluşmuştu. Cinselliğin baskısızca yaşandığı, lidersiz ve tanrısız, eşitlikçi söz hakkının yeniden inşa edildiği doğa komünleri de o tarihlerde yaygınlaştı. Fırat Yaşa’nın hikayesi bu ayrımı bilerek kurulmuş; Avcı Nun da böyleydi. Tepe’de bir tarafta tek tanrılı, tek dinli ataerkil bir düzen var, diğer tarafta doğa, canlılar ve azınlıkta kalan anaerkil gruplar. Miyazaki’nin popüleştirdiği insan-doğa dikotomisi de benzer bir dille kuruluyor; hayvanlarla konuşabilen birilerine, insanların şiddetine şaşıran hayvanlara, insanların saldırganlığından usanarak onlardan uzaklarda yaşayanlara rastlıyoruz. Antropomorfik bir bakışı var hikayenin, insani özelliklerin diğer canlılara atfedildiği mağara resimlerinin mantığını sürdürüyor demek daha doğru.

Tanrıya kurban edilmek üzere yakalanan anne ve yavru ceylanın insanların elinden kaçmasıyla açılıyor hikaye. Tanrının gazabına uğramaktan korkan insanlar da hayat memat hiddetiyle onların peşlerine düşüyor. Takip, hikaye adına, ilkel dünyanın tanıtılmasına yarıyor. Albümün girişinde, hikayenin geçtiği zaman, “insanın hayvanlıktan çıkmaya başladığı zamanda. Hayvanların zamanının sona ermeye başladığı zamanda. Yalnız, yaşlı ve taze dünyanın insan eliyle değişmeye başladığı zamanda,” diye tarif edilmiş. İnsanın başkalaşarak doğaya ve hayvanlara hükmettiği bir dönemdeyiz… İlk sayfalarda konuşan Tilki, insana güvenilmeyeceğini ve ondan korkulması gerektiğini söyleyerek hikayenin gidişatına dair bizi uyarıyor. Peşindeki avcılardan kaçan yavru ceylan Mur, insanların yapıp ettiklerine şahit olduğundan endişe ve korkuyla, ayrılmak zorunda kaldığı annesinin akıbetini düşünüyor. O düşündükçe kareler ve karelerdeki imgeler, mağara resimlerini andırırcasına küçülüp büyüyor, renkler, yıldızlar ve bulutlar masalsı bir büyüleyicilikle Mur’un hislerine eşlik ederek değişiyor. Mur, kaçarken, hayvan arkadaşı tilkiyi kaybetmiş Rat’la karşılaşıyor. Rat, annesinden aldığı Şamanik bir kalıtımla, hayvanlarla konuşabilen bir insan, bir toprak canlısı, tıpkı diğer hayvanlar gibi. Onları kovalayan Gökbaba’nın itaatkar insanları gibi değiller. Ruhlarının sonsuza kadar gökyüzünde (cennette) yaşayacağına inanmıyorlar. Bu da Yaşa’nın hikayeye özgü bir ayrımını, toprak (doğa) ile gök (fetihçi insanların düzeni) karşıtlığını belirginleştiriyor. Aralarındaki çatışmayı kimin kazandığı bugüne bakarak anlaşılabilir; hoş, Yaşa, rövanşist bir final yapmış ama hikayenin rüyaları önemseyen ve onu bir gerçeklik düzlemi olarak asıl hikayeye koşut biçimde istifleyen iyimser yönsemesi nedeniyle öylesi sert bir etki yaratmıyor. Rüya görmek, rüyaya yatmak, rüya ile yaşanan hayatı ve geleceği açıklamak, kendini rüyaya bırakmak Maya-İnka mitolojisinde hayli yer tutar. Tepe, Maya-İnka mesellerini hatırlatıyor hikaye olarak. Böylesi bir izlenimi ve vehmi, Yaşa da saklamıyor zaten. Yol ve yolculuk, mesellerde, büyüme ve olgunlaşmayı, anlama ve kabullenmeyi, farklı bir yola girmeyi ve yeniden başlamayı içerir. Tepe’nin rüyaları iyicil ve öğreticiler, mutlulukla konuşuluyorlar. Ölünce ne olacağını bilmeyen Rat, sevdiklerini içinde yaşatarak, onları hatırlayarak mutlu olabileceğini öğreniyor. 

Yaşa’nın hikayelerinde kötüler, hayatı yöneten ve yönlendiren güç odağı olan tek adamlardan çıkıyor.  Etraflarında ona tapan bir güruh oluyor ki kendisi olamayan, bireyselleşemeyenlerin iyi insan olamayacağına inanıyor. Tepe’nin kendileri gibi olmayanları bertaraf eden bağnazları, yaşadığımız dünyaya bir gönderme olarak okunabilir ama Yaşa, aktüelde odaklanan yazarlardan değil, hoşnutsuzluğunu gösterse de, ruhani bir içe kapanmayı, çatışmadan daha fazla önemsiyor. Hayatın sürekliliğine ve sonsuzluğuna inandığı için çekilen acıların bir yanılsama olduğunu, bir edebi çıkış olarak işaret ediyor. 

Yaşa, albüm üreten, iş çıkartan, iddiasını işleriyle gösteren, az konuşan, çalışkan bir çizgi romancı. 2010 yılında çıkan ilk albümü Çizgili Pijama’dan bu yana üç yılda bir yeni bir çalışma tamamlıyor, bir hikaye evreni kurarak devamlılık gösteriyor. Tepe, daha kısa olabilirmiş ve bazen biçimsellik hikayenin ve karakter ayrışmasının önüne geçmiş; geçmemeliymiş, daha ayırt edilir olmalıymış ama güzel renklenmiş, uğraşılmış, meselesi olan bir albüm bu. Yumuşak ve insancıl, üstelik “yerli durmayan” işler üretmiyoruz, o bakımdan ayrıca önemli.

Sabit Fikir, Ağustos 2016 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder