Pazartesi, Ağustos 29, 2016
Pazar, Ağustos 28, 2016
Son Okuduklarım 5
Perşembe, Ağustos 25, 2016
Gösteri
Ben böylesi enerji kayıplarını anlamadığım için söyledikleriyle değil eylemin kendisiyle daha çok ilgileniyorum.
Meydan okuyor, ters köşe yapmasa, zeki olduğunun anlaşılmayacağını düşünüyor veya umursamıyor, ne desem haklıyım hissiyle kestirip atıyor.
Sonrasını da biliyoruz, bolca zaman kaybı, çok sayıda insan onu eleştirince bu kerre birileri de onu savunuyor filan.
Yukarıdaki oyuncu bir tv gösterisinde yumruğunu ağzına sokmasa bu gif yapılmazdı. Yaptığı şeyin Nişanyan'ın gösterisinden farkı var mı? Tabii ki var ve tabii ki yok.
Salı, Ağustos 23, 2016
Huzur Hakkı, Barışa Karşı mı?
Anlıyorsun ki asıl dert, senin susman, konuşmaman, fikrini söylememen, barış dememen. Biz susacağız, ortalık, silahla bitiririz, köklerini kuruturuz, analarını ağlatırız diyenlere kalacak.
Yok işte olmuyor, on yıllardır silahla bitmiyor, üstüne yeni silahlı hasımlar ekleniyor.
Dikkat ederseniz birileri barış diyor, birileri de huzur veya huzur ortamı.
Ne farkı var derseniz şöyle anlatayım, ben çocukken, sağcılar millet, solcular halk derdi. Biri hürriyet derdi, diğeri özgürlük, biri devrim diğeri inkılap. Say say bitmez. Bir gıdım aklı yok bu insanların.
Şimdi biri barış derse şöyle anlaşılıyor, ha bu adam Kürtçü, ha bu çocuk muhalif, ha bu kadın entel, ha bu Beyaz Türk, liboş, tıngırtı, değişik, hain, kahpe... Say say bitmez. Barış diyene ekmek yok. Var evi varlık evi, yok evi, darlık evi.
Lafla da bitmiyor, her defasında siyaseten ılımlı, silahla külahla işi olmayan biri, orta sınıftan okumuş yazmış Beyaz Türkü küt diye toparlayıp terörle mücadeleden içeri alıyorlar. Niye? Demokrasinin en büyük silahı hapis çünkü. Düşünceleri yüzünden kaç kişi hapiste yatıyor, tecavüze, gaspa, cinayete af var, düşünce suçuna yok...Altı okka pekmez demokrasisi, bir türlü yerinden kalkamıyor.
Gazi Üniversitesinde çalıştım, Keçiören'de büyüdüm. Akademisyeni ya da ilkokulmezunu fark etmez, Sağcının aklı şuna çalışır. Konuşurken sana bakar, kullandığın sözcüklere ve mesafene göre, der ki bu Solcu...Bitti gitti, okumuş olmak, şehirli olmak, aileden okumuş olmak, şivesiz konuşmak Solculuğa yeter de artar...Barışa bu yüzden takıyorlar, var altında bir çapanoğlu diye huzursuzlanıyorlar. Cayır cayır bir anti entelektüelizm, barış dendiğinde höpürüp köpürüyor.
İnsanlar ölmeyecekse, siyaset kimseyi dışlamadan, konuşarak ilerleyecekse, kendi adıma, ömrü billah barış demeyebilirim, huzur derim, huzur ortamı, huzur hakkı...Dert bu mu ki?
Bu işler ifade özgürlüğünü engelleyerek, eleştirme hakkını imkansızlaştırarak çözülemez.
Türkiye'yi yalnızlaştırdıklarını bir türlü göremiyorlar, bir yıl sonra ne olacak, biz nerede olacağız göremiyorlar. Ödenmiş borcun kefili gibi değil sahiden ve şiddetle üzülmemiz gerekiyor çünkü.
Pazartesi, Ağustos 22, 2016
İklim
Barış demenin güçleştiği, eğitimli olmanın gereksizleştiği, herkesin birbirini suçladığı günlerdeyiz.
En çok zikredilen şey demokrasi ama ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı davalar açılıyor, kamuoyunda farklı fikirde olanlar hainlikle suçlanıyor, dava ve cezalandırma girişimleri meşru sayılıyor...
Olup biteni tek tek sıralamanın anlamı yok. Yeterince insan bağırıyor ve anlatıyor zaten...
Demokrasinin iki hoş tarafı vardır, farklılıkları kabullenir ve eleştiri hakkı tanır. Bu ikisi yoksa demokrasi oy saymaktır.
İklimin değişmesi gerekiyor...
Cumartesi, Ağustos 20, 2016
Dışlanmışların Savaşı…
Outcast, geçtiğimiz ay televizyon dizisi başlayan, global bir ilgiyle takip edilen bir çizgi roman. Walking Dead ‘in yaratıcısı Robert Kirkman’ın yeni hikâyesi olması nedeniyle ayrıca konuşuluyor, merak ediliyordu. Kirkman, Amerikan çizgi roman sektörünün enerjik yazarlarından, hem çalışkan hem de yeniyi arayan biri. Çok değil, aşağı yukarı on beş yıldır yazıp çiziyor; yirmili yaşlarının başında yayıncı tekellerine karşı sanatçı temelli yeni yayın oluşumlarının içinde yer almıştı, konuşkandı, süper kahraman evrenine esprili bakıyordu. Asıl çıkışını zombileri genç bir edebiyatla, ironik ve melodramatik bir yavaşlıkla anlatarak sağladı. Outcast, iki yıldır yayınlanıyor, çıkış noktası bilindik bir klişeye, şeytan tarafından ele geçirilmiş bedenin kurtarılması fikrine dayanıyor. Kirkman’ın asıl mahareti buralarda kendini gösteriyor zaten, popüler bir algıya, görür görmez, okur okumaz anlaşılan, süregelen bir temayı farklı ve ilginç kılabiliyor.
Hikâye, küçük bir çocuğun, Joshua’nın kendi parmağını yemesiyle açılıyor. Isırılmış, eti koparılmış bir parmak ve ağzı yüzü kan içinde bir çocuk düşünün. Dizi uyarlamasında aynı sahne daha da şiddetlendirilmiş; çocuk, duvarda gezinen bir hamamböceğine odaklanıyor ve kafasıyla ezerek ağzına atıyor. Sonra odadan çıkıyor, merdivenden iniyor, aşağıda annesi ve ergen ablası ağız kavgası yapıyorlar, eli yüzü kan içindeki tekinsiz çocuk, bu kez cips yemeye başlıyor. Anne, nihayet çığlıklarla çocuğu fark ediyor. Çocuğun acı hissetmemesi, kanın görünürlüğü, aile cenderesi içinde normalliğin berhava oluşu, hepsi tek kelimeyle irkiltici. Sonra anlıyoruz ki, çocuk şeytan tarafından ele geçirilmiş; evde bir odaya kapatılarak tecrit ediliyor, rahip çağırılıyor, The Exorcist’ten bildiğimiz, aşina olduğumuz klişeler yineleniyor. Üstelik, hikâye, herkesin birbirini tanıdığı, sırlarını paylaştığı uzak ve gizemli Amerikan taşrasında geçiyor, yine filmlerden, romanlardan ve diğer hikayelerden hatırladığımız bir çevreye dahil ediliyor okur. Sonra yine anlıyoruz ki, bu kasabadaki ilk vaka değil, daha önce de olmuş bir şeyler.
Peki, Şeytanla kim baş edecek? Kirkman, bir loser, bir zoraki kahraman sunuyor. Metruk evinde, kimselerle iletişim kurmadan, yemeden içmeden yaşayan Kyle Barnes’ı görüyoruz. Bıkkınlıkla herkesten kaçar olmuş ve burası önemli, kasabaya geri dönmüş bir kahraman. [Küçük çocuğun adı İsa/Joshua ise kasabanın adı da Roma bu arada…] Kyle’ın çöp evinin kapısı çalınıyor ve yine kasabadaki kızkardeşince “dünyaya” davet ediliyor. Böylelikle, Kyle’ın annesinin ve karısının tıpkı o çocuk gibi şeytan tarafından ele geçirildiğini flashbacklerle öğreniyoruz. Birileri o geçmişe dair sorular sorunca Kyle, cevaplardan kaçıyor, gözleri doluyor, yüzünü kaçırıyor, karanlık hatıralarına gömülüyor. Öyle bir şey olmuş ki, Kyle annesine, karısına ve çocuğuna şiddet uygulayan biri sayılagelmiş, toplumdan dışlanmış, evliliği bozulmuş vs. Kyle’a anlayış gösteren, kahraman olarak uyanışına şahitlik eden Peder ise Kirkman’ın sevdiği türden bir ters köşeden çıkma, kumarı seviyor, Tanrı’nın şeytanla savaştığı için çok meşgul olduğunu, bu yüzden mastürbasyonu suç saymayacağını filan söylüyor. Yalpalamayan, arızası olmayan, ironi bilmeyen karakterlerin okur nezdinde inandırıcılık sorunu oluyor artık. Dizi uyarlamasında ergenler, elleriyle şeytanın boynuzlarını göstererek Peder’e meydan okuyorlar; ebeveyn nasihatleri, öğretmen edası istenmediği için anlatının gerçeklik vehmine katkıda bulunuyor, daha gerçek ve sevimli görünüyorlar.
Yeni nesil hikâyelerin ters yüz ettiği kalıplar var; Kyle, içine şeytan girmiş bir çocuğu yumrukluyor örneğin. Manzara, öyle ya da böyle, bir çocuğun bir yetişkinden öldüresiye dayak yemesi; ebeveynleri ve pedagogları dehşete düşürecek sertlikte üstelik… Öte yandan hikâye, temelde genç bir okura hitap ediyor, kanlar içinde kalan Joshua, bu okura yakın bir yaşta… Şiddet, kıstasları öğrenilen, sınırları zorlanan, kıyılarında dolaşılan bir mefhumdur. Yasaklandığı için cezbedicidir de, kavga çıktığında seyre dalan, toplaşan insanları hatırlayın. Joshua’ya yönelik şiddet, genç okura sahici geliyor. Kahraman, şaşmaz ve yanılmaz biri değil. Dışlanan, ebeveyniyle hesaplaşan, kendinden utanan, kolay ağlayan, bir ergen kadar kolay öfkelenen bir kahraman bu… Kyle, yolunu arıyor, hiç bahsi geçmeyen babasıyla hesaplaşacağı güne hazırlanıyor, “öğreniyor” ve “büyüyor”. Yukarıda yeni nesil dedim, eskiden olsa, daha basit bir düzlemde anlatılırdı her şey. Spielberg’in iyi insan-kötü insan, iyi uzaylı-kötü uzaylı dörtlü klişesine benzer bir reçeteye başvurulurdu. Oysa köprünün altından çok sular aktı; Stephen King, çok şey anlattı; Steve Niles, sayfaları kana buladı; John Constantine, sayısız kez iblislerle hesaplaştı; Alan Moore, diyalogları koyulaştırdı; Neil Gaiman, romantize etti vs. Sonuçta, defaatle izlediğimiz dualistik bir savaş anlatılıyor bize… Yenilenmek ve zamanı yakalamak zorunda olan bir tarzdan söz ediyoruz. Basit de görünmemesi gerekiyor, katmanları, göndermeleri olmalı ki, geeker iştahını da giderebilmeli, konuşulabilmeli…
Dizinin bir diğer yaratıcısı Paul Azaceta, Amerikan illüstrasyon geleneğinden gelen bir çizer. Mainstream bir tarzı yok, eskilerden Alex Toth, daha yakınlardan David Mazzucchelli’den etkilendiği anlaşılıyor. Avrupalı bir havası var, sayfa tasarımı yaparken ve ardışıklığı kurarken, kendini unutturmayı başarıyor. Hikâyeyi güçlendirmek için zoom yaptığı çok küçük ayrıntı kareleri kullanıyor. Bunu, hikâyenin bol diyaloglu evrenini dengeleyecek ölçüde yaparak izlemeyi kolaylaştırıyor. Azaceta, doğru bir seçim olmuş, televisüel bir gözü var çünkü, gerçekçi arka planları, iyi çalışıldığı anlaşılan iç mekanlar çiziyor.
Outcast, geçmişi ve nesiller boyu okuru olan çizgi romanlardan değil. Global bir anlatıya dönüşmesi, okuru ve izleyicisiyle büyümesi, çizgi roman dünyası için ilgi çekici bir yenilik ve yol haritası içeriyor.
Sabit Fikir, Temmuz.
Cuma, Ağustos 19, 2016
Perşembe, Ağustos 18, 2016
Küfür Lakırdısı
Çarşamba, Ağustos 17, 2016
Salı, Ağustos 16, 2016
Pazartesi, Ağustos 15, 2016
Cuma, Ağustos 12, 2016
Perşembe, Ağustos 11, 2016
Çarşamba, Ağustos 10, 2016
Salı, Ağustos 09, 2016
Dışlanmışların Savaşı
Outcast, geçtiğimiz ay televizyon dizisi başlayan, global bir ilgiyle takip edilen bir çizgi roman. Walking Dead’in yaratıcısı Robert Kirkman’ın yeni hikayesi olması nedeniyle ayrıca konuşuluyor, merak ediliyordu. Kirkman, Amerikan çizgi roman sektörünün enerjik yazarlarından, hem çalışkan hem de yeniyi arayan biri. Çok değil, aşağı yukarı on beş yıldır yazıp çiziyor; yirmili yaşlarının başında, yayıncı tekellerine karşı sanatçı temelli yeni yayın oluşumlarının içinde yer almıştı, konuşkandı, süper kahraman evrenine esprili bakıyordu. Asıl çıkışını zombileri genç bir edebiyatla, ironik ve melodramatik bir yavaşlıkla anlatarak sağladı. Outcast, iki yıldır yayımlanıyor, çıkış noktası bilindik bir klişeye, şeytan tarafından ele geçirilmiş bedenin kurtarılması fikrine dayanıyor. Kirkman’ın asıl mahareti buralarda kendini gösteriyor zaten, popüler bir algıya, görür görmez, okur okumaz anlaşılan, süregelen bir temayı farklı ve ilginç kılabiliyor.
link
Pazartesi, Ağustos 08, 2016
Bir Azınlık Gösterisi Olarak Aptallığın Teşhiri
Bunları okuyan, dinleyen muhalifler de kızarak, küçümseyerek ve daha çok alay ederek Gülen'i on dakika dinleyen biri ona inanılmayacağını görebilir(di) diyerek kestirip atıyorlar.
Tüm dünyada yaygınlaşan genç bir motto var: "U are so stupid". Türkçe'de, sosyal medyada rastlamış olmalısınız, bir magazin figirüne dönüşen İlber Ortaylı, "öyle aptalsınız ki", "çok aptalsınız" türünden sözlerle görsellerde kullanılıyor. Sosyal medya, aktüele cevap yetiştirme mantığıyla yaşadığı için bu görseller, işlevsel de olabiliyor, lafı uzatmadan kestirip atabiliyorsunuz. "Ben aptal değilim", "ben sizin aptal olduğunuzu görebiliyorum", "ben sizin yaptığınız ahmaklıkları yapmadım/yapmam" anlamında sarkastik, ironik, kibirli, kabul edilebilir bir öfke ve zeka gösterisi sunabiliyorsunuz böylelikle.
Peki bu ne işe yarıyor?
Gülen'e kananlar, kandırıldıklarını söyleyenler... Diyelim ki "aptallar", onları kandıran adam da "aptal". Genişletelim, kanan ve kandıran sadece aptal değil, vasat, bayağı, dümedüz kıfayetsizse, "U are so stupid" diyen sen, ben, biz, işte bizim okuldan çocuklar, abartıyorum, Turgut Uyar'ı, Oğuz Atay'ı bilenler, şiir severler, kedi severler aptal değilse, bunlar dışında kalan herkes aptalsa...
Buradan nereye varabiliriz? Buradan ne çıkar?
Bu itişmeden, bu söylenmeden anca ergen harareti çıkar, beğen butonu çıkar, retweet çıkar, "adam haklı beyler" çıkar, sosyal medya huysuzlanması çıkar.
Buradan mevcut hayatı yeniden tanzim edecek, dönüştürecek büyük bir siyaset çıkmaz, buradan ancak espri, yapılabilirse iyi mizah çıkar.
Sarkastizm başka , mizah başka, siyaset başka yollarda yürürler, muhalifliklerinin esası, temelden farklılıklar gösterir. Aptallığın teşhiri önemsizdir demiyorum, bir azınlık gösterisidir diyorum.
Cumartesi, Ağustos 06, 2016
Valizdeki Mektup
Menekşe Toprak, Türkiye’den Berlin’e, oradan Viyana’ya uzanan tozlu yolları, bu yollarda savrulan hayatları anlatıyor. Arafta nefes nefese.
Cuma, Ağustos 05, 2016
Eksik Bir Şey
Eksik Bir Şey, Doğan’ın, geçmişinin peşinden giden, annesini arayan bir gencin romanı... İnşaat iştahıyla betonlaşan bir sahil kasabasında açgözlüleri, mültecileri, Kürtlere saldıran ırkçıları, orta sınıfları, Doğan’ın annesine benzettiği Yeşim’e olan aşkını anlatıyor…
Sami Özbil, aşkın yavaşlığı ve yumuşaklığıyla politikanın hızı ve şiddetini aynı tuvalde resmediyor
Salı, Ağustos 02, 2016
Seyrüsefer Defteri 73
++ Bulantı (2015), Zeki
D., oyunculuktan vazgeçmeli, rica etmeli, lütfen demeli (31 Temmuz). ++ Batman The Killing Joke (2016) beklentim düşüktü,
yanılmamışım, vasat olmuş (30 Temmuz). ++ Acı Aşk
(2009), iyi değilmiş (29 Temmuz). ++ Whisper of the
Heart (1995) renkler nefis, yumuşak bir büyüme hikayesi, gerisi derin
Japon muhafazakarlığı (28 Temmuz). ++ I am Wrath (2016)
tipik sağcı - kanun koyucu film (27 Temmuz). ++ Gods of
Egypt (2016) süper kahraman filmi havasında (26 Temmuz). ++Preacher Sea1 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (25 Temmuz). ++ Avril et Le Monde Truque (2015)
Tardi uyarlaması animasyon, daha iyi olabilirmiş (24 Temmuz). ++ The Bigger Splash, Highsmith romanı gibi, mekân
sıkışması, erkeklik patlaması, iki tık aşağıda kalmış potansiyelinin (23 Temmuz). ++ Truth (2015) tv haberciliği-gazetecilik
filmlerinden, ilginç, derslerde gösterilebilir (22 Temmuz). ++ Crimson Peak (2015), Del Toro iştahıyla seyredildi,
iddiasının karşılığını vermiyor (21 Temmuz). ++ Cell
(2016) Stephen King kıyametlerinden, finali beklediğim gibi çıkmadı (20
Temmuz). ++ The Huntsman Winters War (2016)
başarıyla anlatılmış klişe aksiyon (19 Temmuz). ++ Take
me to the River (2015) küçük mesele-büyük mesele, güzel film olmuş (18
Temmuz). ++ IP Man 3, Kung-Fu Balesi sahneleri
var, türünün insancıl örneklerinden (17 Temmuz). ++
Darbe günleri (15-16 Temmuz). ++ Brooklyn (2015),
İrlandalı kızın Amerika serüveni, tv filmi havasında soap opera (14 Temmuz). ++ Jonathan Strange and Mr.Norrell Ep.3 ve 4'ü
seyrettim (13 Temmuz). ++ Preacher Sea1 Ep.3 ve
4'ü seyrettim (12 Temmuz). ++ Unsere Mütter, üç bölümlük Alman dizisiymiş, eh
diyelim, Avrupa işi olduğu için daha fazla gerçekçilik bekliyordum (10-11
Temmuz). ++ Chappie, bana klişe bir BK geldi,
sarmadı diyeyim (9 Temmuz). ++ Sarmaşık, mekâna
sıkışan filmleri seviyorum (8 Temmuz). ++ Monsters (2010)
fantastik değilmiş gibi duran fantastiği olan filmlerden, ne et ne balık (7
Temmuz). ++ Criminal (2016) devamını çekelim
istemişler, öyle bir şey olmayacak (6 Temmuz). ++ Preacher
Sea1 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (5 Temmuz).++ The Man Who
Shot Liberty Valance (1962) İşte Amerika! hikâyesi (4 Temmuz). ++ Tuna
ile The BFG'ye gittik, Dahl'dan çok Spielberg
olmuş (3 Temmuz). ++Demolition esaslı film olmuş
(2 Temmuz). ++ Hardcore Henry (2015) kamera
kullanımı ilginç dediler, böyle oyunlar var, böyle film olmuyormuş örneği
olabilir (1 Temmuz).
Pazartesi, Ağustos 01, 2016
Söyleşi
Grafik romanları kütüphanelerimizde romanların rafına mı
koymalıyız çizgi romanların yanına mı?
Valla kim nereye istiyorsa oraya koysun ama bir yakınlık
söz konusuysa ister istemez edebiyata yakın grafik romanlar. Veya edebiyatın
içerisinde bir benzerlik kurarsak serüven edebiyatına yakın değiller.
Ankara edebiyatı yükseliyor mu sorularından ne kadar
sıkıldınız?
Sıkılmadım da çok mantıklı bulmuyorum.
Peki neden böyle bir algı oluştu?
Yaşadığımız hayatta bir İstanbul hakimiyeti olduğu için,
televizyonu açtığınızda İstanbul’la ilgili görüntüler görüyorsunuz, gazeteler orada
çıkıyor. İstanbul’la ilgili haberler her bakımdan çok yoğun bir şekilde
tüketiliyor. Bizim güzellik algımızı dahi İstanbul belirliyor. O sebeple böyle istisnai
şeyler popüler olabilirlerse o yüzden bir şey yükseliyormuş gibi geliyor. Ama
bu çok tam da öyle bir şey değil. İstanbul’un istediği gibi bir Ankara,
İstanbul’un istediği gibi bir İzmir ancak popüler olabiliyor. İzmir’in nesi
var, güzel kızları var gibi ahmakça şeyler var. Popüler kültüre dahil olabilmek için o ortamın, o
mecranın içinde olmanız gerekiyor. Başka türlü popüler olamazsınız. O mecranın
da belirlediği bazı değerler var. O değerlerle uyumlu olarak ancak var
olabilirsiniz. O değerlerin ne olduğunu iyi bilmek gerekiyor. Bir paradigma,
bir ortalama bu, ona uygun olan her şey yükselebilir.
Bize beğendiğiniz beş yerli beş yabancı çizgi roman
tavsiye edebilir misiniz?
Hayır, hiç tavsiye edemem, net. Takip etmeye çalışan biri olduğum için bu sürekli değişen bir şey. O
yüzden tavsiye vermek pek bana göre bir iş değil. Benim kadar severseniz,
hafızasız bir uçarı da oluyorsunuz.
Peki, Türkçede yayınlanan grafik romanlardan öne çıkan
hangi eserlerden bahsedebiliriz?
Mesela Art Spiegelman’ın Maus çok önemli bir
örnektir. Bir tarafıyla naif çizgili bir hikâyedir, buna karşıt biçimde sert ve
dramatik yapısı iyidir. Politika meselesinde Sacco’nun Filistin’i okunabilir. Aynı bağlama Satrapi’nin Persepolis’ini
ekleyebiliriz. Alan Moore’dan V for Vendetta okunmalı. Günümüzün anti
kapitalist bağlamını daha iyi anlamak için bu çok gerekiyor zaten Türkçede yeni yayınlanan Daniel Clowes’in Ghost World’ü genç, ergen kadının hikâyesi
olması bakımından önemli. Türkiye’de, Türkçede genç kadın hikâyeleri pek
anlatılmıyor, böyle çok büyük bir açık olduğunu düşünüyorum. O yüzden de ayrıca
tavsiye ederim. Alison Bechdel’in Cenaze
Evi, Şenlik Evi önemli bir hikâyedir çünkü eşcinsel bir baba ve kızı
odağında olması bakımından bir keşif hikâyesidir. Etkileyici ve rahatsız edici
yönleri vardır. Manga olarak,Nakazawa'nın Hiroşima
sonrasını anlattığı dört ciltlik Yalınayak Gen önemli bir çalışmadır.
Post Öykü 2.4'de (Mayıs-Haziran) çıkmış kısa bir söyleşiydi, Burcu Bayer yapmıştı.
Edebi Aforizmalar
Edebi Aforizmalar, Eroğlu ile yapılmış uzun bir söyleşiyi ve on dört romanından alıntılanan cümleleri içeriyor. Aşkla, edebiyatla, hayatla ilgili, olup biteni sorgulayan ve huzursuz eden sözler... Yazarın dünyasını, meseleler karşısındaki direncini, öfke ve heyecanını, edebi yalnızlığını, çalışma tutkusunu gösteren bir Eroğlu kitabı.