Perşembe, Temmuz 16, 2015

Kabadayılar, zombilere ve zamana karşı…



Çizgi romanlardan, filmlerden ve romanlardan, aslına bakılırsa gerçeklik vehmi kurarak bize hikâye anlatan herkesten ve her şeyden inandırıcılık bekliyoruz. İnandırıcılıktan ne anladığımız da bazen karışıyor, şaşmaz bir hakikatten söz eder gibiyiz sanki. Üreticilere gerçeğin, tarihin ve yaşanmış olana dair mutlak sadakatin yükünü bindirdiğimiz de oluyor. Hayır diyoruz, o tarihte bu bina öyle değildi, insanlar böyle konuşmazdı, öyle bir gelenek yoktu, kimseler öyle giyinmezdi vs. Hata bulmanın, yanlışları teşhir etmenin ergen hazzını göz ardı ediyor değilim. Anlatmak istediğim her hikâyenin bir gerçeklik vehmi yarattığını akılda tutmamız gerektiği. Fellini'nin çok sevdiğim bir sözü vardır, mealen aktarıyorum: "Fikir iyiyse, mantığı pencereden dışarı atarım.". Gerçek, yeri gelir, hikâye olduğunda okunmayacak kadar sıkıcı bile olabilir demek istiyorum.

Selçuk Ören'in Şehzade Yangını isimli bir çizgi romanı yayınlandı. Anlaşıldığı kadarıyla birkaç kitap sürecek uzun bir hikâyenin ilk bölümü bu. Etrafımdaki çizgi roman severlerden kitapla ilgili şöyle eleştiriler duydum. Hikâye 18. yüzyıl sonunda geçiyor, dediler ki, "O tarihte fes kullanılmıyordu", "kabadayılar zinhar fes takmıyordu." E doğru, yanlış değil, II. Mahmut kavuk kullanımını yasaklar ve fes geçirir kafasına, o yüzdendir Gavur Padişah diye adlandırılır halk içinde. Yani 1830'lara kadar İstanbul'da gündelik hayatta fesle dolaşan birilerine, hele kabadayılara rastlamak mümkün değildir. Albümü okuyanlar görecektir, Ören, 1890-1930 zaman aralığının Kabadayı mitini, Refi Cevat Ulunay’ın Abdülcanbaz’ı dahi etkileyen Sayılı Fırtınalar dünyasını katmış hikâyesine. Bir tarzı yüz yıl kadar geriye taşımış. Ben, fes meselesine kafayı takanlara şunu sordum: "E peki o yıllarda zombiler var mıymış İstanbul'da?" Hocanın kazanı misali, kazanın doğurduğuna inanıyorlar da öldüğüne akılları yatmıyor. İşin şakası bir yana, hikâyenin bir tarih vesikası olmadığını, üstelik vesika denilen şeyin insan eliyle nasıl istenirse nasıl münasipse öyle istiflendiğini unutmamak gerekiyor. Örneğin Naziler tüm ihtişamlarıyla iktidardayken yazılan Roma İmparatorluğu tarihi ile Naziler yenildikten sonra yazılanların aynı metinler olmadığını, farklı biçimlerde yorumlandıklarını biliyoruz. Bir zihinsel kategori olarak gerçeğe inanabiliriz ama yine biliyoruz ki o gerçeğin de binbir türlü ifadesi vardır. 

Şehzade Yangını, yerli bir zombi hikâyesi. İstanbul'un orta yerinde karantinaya alınmış bir bölgede yaşananları anlatıyor. Selçuk, Amerikan tarzı sayfa tasarımları yapan bir çizer. Kimi çizerler, tasarımın hikâyenin önüne geçmesini istemez, hatta kendilerini dahi unuttururlar, aslolan hikâyenin sürekliliğidir. Selçuk, sayfa tasarımını hikâyenin önüne geçecek ölçüde önemsiyor. Sayfanın bir albenisi, görür görmez ilgi çeken bir yanı olsun istiyor. Karelendirmeye, ardışıklığa senaryo uyumunun ötesinde bir ilgi gösteriyor. Amerikan tarzı demem ondan. Çoğu Amerikalı, Avrupalı çalışmaların durağan olduğunu, anlatıyı kareye-panele sıkıştırdığına inanır, sayfanın bütününü kullanmayarak kendini ve hikâyesini zayıflattığını düşünür. Sayfa, karelere bağlı kalmadan patlayarak taşmalı, mutlaka dinamik kurulmalıdır vs.

Hikâyeyi resmetme ya da resimleri hikâyeleştirme her zaman farklı biçimlerde yapılabilir. Çizgi romanın farklı kültürlerde farklı biçimlerde gelişmiş anlatım tarzları var. Türkiye'de yerli üretim genellikle frankofon çizgi romanları andıran biçimde gelişmiştir. Comics tarzı veya comics'lerle didişerek geliştirilmiş grafik romanları andıran ticari çalışmaların bizde pek uygulayıcısı olmamıştır. Selçuk bu bakımdan yeni ve ilginç bir şey deniyor, Amerikan tarzı bir görsel dil oluşturuyor, devamlılık da gösteriyor. Hikâyesini maharetle evirip çeviriyor.

Anlatımının zaafları yok diyemem, anlatıcı olarak kendini çok hissettiriyor, sürekli büyük hikâye anlatacağını vurguluyor. Anlatım kutuları ile görseli koşut olarak düşünmeyebiliyor. Kare içinde resmedilenlerin anlatım kutusuyla ayrıca anlatılmasına hiç lüzum yok. Bence daha önemlisi, bunu zamanla aşacağını düşünüyorum, yavaşlığı bir araç olarak pek kullanamıyor. Oysa çizgisi aksiyondan çok sessizliğe-yavaşlığa yatkın… Sessizliği, fırtına öncesi sessizlik, aksiyon öncesi hazırlık gibi düşünmese hem karakterlerini derinleştirir hem de anlatım biçimini zenginleştirir. Geliştirdiği anlatım biçimini bozmadan kamerasını yavaşlatsa zombi aksiyonunu da başka bir bağlama taşıyabilir. Hikâyenin nereye varacağını bilemiyorum, ilk kitap ana hikâyeye giriş niteliğinde duruyor ama dedim ya, ilginç ve güzel. 

Bu yazı Nisan ayında ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link



 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder