Cuma, Temmuz 31, 2015
İrem'i Beklerken Kafa'da
Perşembe, Temmuz 30, 2015
Çarşamba, Temmuz 29, 2015
Salı, Temmuz 28, 2015
Pazar, Temmuz 26, 2015
Cuma, Temmuz 24, 2015
Sineğin Bile Öğürdüğü...
Sokaktakileri hiç saymıyorum, delice ve ahmakça bir tutkuyla Fetih törenleri yapıyoruz, sonra da kalkıp Suriye'den gelen göçmenlerden iğreniyoruz. Sokaktaki insanı en iyi anlatan soru bence şu, Suriyelilere bakıp "Müslüman mıymış" diye soruyorlar ya hakkaten bayılıyorum buna.
Ülkeyi yöneten kadronun onlardan farkı yok tabii. Gelenlere bakıyor, öfkeli olanlarıyla öfkeleniyor, kederli olanıyla kederleniyorlar çünkü. Her sakallıyı Müslüman ve kendilerinden sayıyorlar...
Değil ama işte. Sineğin bile öğüreceği, çocuğun görse korkacağı eli silahlı katillerle yer içersen, işimize yarar diye sırtını sıvazlarsan şu olur. Kurtla bir olup ulumazsan kurt gün gelir kendine yem eder seni...
Ankara'da işe yaramaz adamlar için "kurtla güler, kuzuyla ağlar" derler, herkesin kendisini sevmesini isteyenler için söylenir, herkesi idare edebileceğini sananlar için söylenir vs...
Kuzu neyse de, ateş olsa ne olur da...
Kurt öyle değil, eve alsan evdekine, sokağa bıraksan sokaktakine saldırır... Bahçede tutalım, korkması gereken korksun dedin diyelim... ki AKP'liler bunu yapmışlardı, IŞID'a laf söyletmiyorlardı...E ne oldu şimdi mi diyeceğiz, haklıyız çünkü.
Haklı olmak da bir şeyi değiştirmiyor ayrıca...Geldiler işte, çöreklendiler, uluya uluya kuzu avına çıktılar...Bomba atarlar, adam öldürür, asker ve sivil tanımadan saldırırlar...
Aynı dili, aynı ruhu konuşuyoruz diye sevindiğin adamlar seni de yiyecekler...
Perşembe, Temmuz 23, 2015
Çarşamba, Temmuz 22, 2015
1453
Pazartesi, Temmuz 20, 2015
Cin Yedi, Şeytan Duasını Okudu
Yine gencecik insanlar öldü, yine aynı şeyleri duyuyoruz.
Cin yedi, şeytan duasını okudu, karanlık güç fitilini ateşledi, öyle mi?
Yahu biz oturttuk o adamı sofraya...Katil olduğunu bile bile...diyebiliyor musun?
Diyemiyorsun. Geçelim, o karanlık güçler masalını...Fişek vermişsen, niye patladı diyemezsin...
Cumartesi, Temmuz 18, 2015
Keşke hayatı ve tarihi daha çok hikâyeleştirsek
Ülke tarihinin önemli siyasi olaylarını hikâye olarak
anlatamadığımızı düşünüyorum. Epik bir akışkanlık, hamasi bir dil ve piyesvari
bir teatrallikten fazlasını çıkaramıyoruz. Yayıncılar, yapımcılar, bürokratlar,
geniş anlamıyla üreticiler tarihe bakarken çocuksulaşıyorlar. Krallar olmadan
tarihi anlatmak bize ya nafile geliyor ya da günah raddesinde suç. Onlar
olmadan hikâyeler tatsız, yavan, yetersiz bulunuyor. Sıradan insanların hükmü
yok bizim için. Dönüp dolaşıp marş söyletiyoruz onlara, geçit törenine
sokuyoruz. Tarihin kahramanı binbir çeşit versiyonuyla Ulubatlı Hasan oluyor ve
hiç şaşmıyor. Öğretmenleri, imamları, devrimcileri, şehitleri, askerleri,
sanatçıları sloganlarla sunuyoruz. Başka türlüsü hoşumuza gitmiyor, bizi
kesmiyor. Bu kadar gökdeleni boşuna yapmıyoruz, her yerden görünsün, hayran
olunsun istiyoruz. Meramım yanlış anlaşılmasın, ah vah etmiyorum, biz böyle
anlatmayı seviyoruz demek istiyorum. Gezi Ayaklanmasını anlatabilecek miyiz
örneğin? Romantize edilecek, poster havasında bir dönemden diğerine
devşirilecek orası muhakkak ama Gezi için nasıl bir hikâye aklediyoruz acaba?
Erkan Yıldız’ın
yazdığı Arda Güler’in çizdiği #İsyan eli yüzü düzgün, temiz
çalışılmış, emek verildiği anlaşılan bir albüm. Bir hikâyesi var diyemem,
belgeselci bir niyetle oluşturulmuş çünkü. Makale veya siyasi bir deneme gibi
duruyor. Yazıya eşlik eden bir illüstrasyon albümü olduğu bile iddia
edilebilir. Yayınevlerinin, üretici arkadaşların siyaset ve çizgi roman
dendiğinde bu tarza başvurmasından şikâyetçiyim. Mesele Gezi de değil. Önümüzdeki yıl
göreceksiniz, Çanakkale Savaşının yüzüncü yılı nedeniyle albümler çıkacak,
sizce hikâyeleri olacak mı? Neden hikâye anlatmıyoruz? Ne yapıp
edip bir öğreten adam sesi çıkartıyoruz ortaya, davudi, hakikati yüzümüze
çarpan, dramatik, göz yaşartıcı bir anlatıcı sesi. Sıradan insanları
konuştururken bile büyük laflar ettiriyoruz böyle olunca. Bu ajit-prop refleksi
hangi ara sarıp sarmaladı bizi, hep mi böyleydik?
Yapılabilir mi? Yapılabilir. Küçük bir örnek vereceğim,
maksadım iyi kötü ayrımı yapmak değil. Yakınlarda Dirençizgiroman, Gezi Direnişinden Çizgiler adlı
bir albüm daha çıktı. Fanzin havasında, ekseriyeti amatör çizgiler ve
metinlerden kurulu bir derleme denebilir. Batıda benzerlerini gördüğümüz
underground çizgi roman albümlerini de andırıyor. Albümde, Diren Kalbim isimli üç ayrı çizer
tarafından çizilen ve birbirini izleyen üç bölümlü kısa bir aşk hikâyesi yer
alıyor. Can Yalçınkaya yazmış, Gürdal Akkoç, Emre Yüce ve Çağrı Coşkun çizmiş.
Sevdiği kız için eyleme dâhil olan, olup bitenlere sevdiği kız için katlanan
gencin hikâyesi büyük siyasi olayların nasıl anlatılabileceğine dair iyi bir
alternatif aslında. Hamaseti ve kendine hayranlığı olmayan, bizim o “büyük ve
daha büyük” algımıza yakıştıramadığımız sıradanlıkta bir hikâye mi demeli
yoksa. Bana kalırsa Gezi’nin kaotikliğini, çeşitliliğini, hatta apolitikliğini
ve heyecanını gösterir türden bir potansiyeli var hikâyenin. Tamamlanamıyor,
bazen hızlı çizildiği hissi veriyor ama bir tadı var. Fonda bir seyyah gibi
dolaşan genç aşığın büyük derdiyle yan yana durduğu meydandaki insanların büyük
derdini mukayese edebilir miyiz? Orada insanlar öldü, kör kaldı, dünya kadar
dram yaşandı bunu mu anlatacağız diyerek sinirlenecek miyiz yoksa o kalabalığın
ve deveranların içindeki küçük dertleri de mesele edecek miyiz?
Çizgi roman, hikâye anlatırsa güçlenebilir, gücünü
gösterebilir. Belgeselci, propagandist yönü elbette olabilir ama bu esasından
uzaklaşması, zayıflaması demektir. Türkçe yayınlandıkları için hatırlatıyorum,
Satrapi’nin Persepolis'i, Spielgelman’ın Maus'u siyasi çizgi romanlar değil
mi? Bu kadar çok dile tercüme edilmelerinin nedeni insani hikâyeleri olabilir
mi? Bu hikâyeler muhalif değiller mi? Çizgi romanı muhalif kültürün bir parçası
olarak teşvik etmek ve yeniden kurmak zorundayız. Çizgi roman, Occupy
hareketinin bir parçası olabildiyse eğer bunu hikâye anlatma gücü sayesinde
başardı.
Bu yazı daha önce ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link
Bu yazı daha önce ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link
Perşembe, Temmuz 16, 2015
Kabadayılar, zombilere ve zamana karşı…
Çizgi romanlardan, filmlerden ve romanlardan, aslına
bakılırsa gerçeklik vehmi kurarak bize hikâye anlatan herkesten ve her şeyden inandırıcılık
bekliyoruz. İnandırıcılıktan ne anladığımız da bazen karışıyor, şaşmaz bir
hakikatten söz eder gibiyiz sanki. Üreticilere gerçeğin, tarihin ve yaşanmış
olana dair mutlak sadakatin yükünü bindirdiğimiz de oluyor. Hayır diyoruz, o
tarihte bu bina öyle değildi, insanlar böyle konuşmazdı, öyle bir gelenek
yoktu, kimseler öyle giyinmezdi vs. Hata bulmanın, yanlışları teşhir etmenin ergen
hazzını göz ardı ediyor değilim. Anlatmak istediğim her hikâyenin bir gerçeklik
vehmi yarattığını akılda tutmamız gerektiği. Fellini'nin çok sevdiğim bir sözü
vardır, mealen aktarıyorum: "Fikir iyiyse, mantığı pencereden dışarı
atarım.". Gerçek, yeri gelir, hikâye olduğunda okunmayacak kadar sıkıcı
bile olabilir demek istiyorum.
Selçuk Ören'in Şehzade
Yangını isimli bir çizgi romanı yayınlandı. Anlaşıldığı kadarıyla birkaç
kitap sürecek uzun bir hikâyenin ilk bölümü bu. Etrafımdaki çizgi roman
severlerden kitapla ilgili şöyle eleştiriler duydum. Hikâye 18. yüzyıl sonunda
geçiyor, dediler ki, "O tarihte fes kullanılmıyordu", "kabadayılar
zinhar fes takmıyordu." E doğru, yanlış değil, II. Mahmut kavuk
kullanımını yasaklar ve fes geçirir kafasına, o yüzdendir Gavur Padişah diye adlandırılır halk içinde. Yani 1830'lara kadar
İstanbul'da gündelik hayatta fesle dolaşan birilerine, hele kabadayılara
rastlamak mümkün değildir. Albümü okuyanlar görecektir, Ören, 1890-1930 zaman aralığının
Kabadayı mitini, Refi Cevat Ulunay’ın
Abdülcanbaz’ı dahi etkileyen Sayılı Fırtınalar dünyasını katmış
hikâyesine. Bir tarzı yüz yıl kadar geriye taşımış. Ben, fes meselesine kafayı
takanlara şunu sordum: "E peki o yıllarda zombiler var mıymış İstanbul'da?"
Hocanın kazanı misali, kazanın doğurduğuna inanıyorlar da öldüğüne akılları
yatmıyor. İşin şakası bir yana, hikâyenin bir tarih vesikası olmadığını,
üstelik vesika denilen şeyin insan eliyle nasıl istenirse nasıl münasipse öyle
istiflendiğini unutmamak gerekiyor. Örneğin Naziler tüm ihtişamlarıyla
iktidardayken yazılan Roma İmparatorluğu tarihi ile Naziler yenildikten sonra
yazılanların aynı metinler olmadığını, farklı biçimlerde yorumlandıklarını
biliyoruz. Bir zihinsel kategori olarak gerçeğe inanabiliriz ama yine biliyoruz
ki o gerçeğin de binbir türlü ifadesi vardır.
Şehzade Yangını,
yerli bir zombi hikâyesi. İstanbul'un orta yerinde karantinaya alınmış bir
bölgede yaşananları anlatıyor. Selçuk, Amerikan tarzı sayfa tasarımları yapan
bir çizer. Kimi çizerler, tasarımın hikâyenin önüne geçmesini istemez, hatta
kendilerini dahi unuttururlar, aslolan hikâyenin sürekliliğidir. Selçuk, sayfa tasarımını
hikâyenin önüne geçecek ölçüde önemsiyor. Sayfanın bir albenisi, görür görmez
ilgi çeken bir yanı olsun istiyor. Karelendirmeye, ardışıklığa senaryo uyumunun
ötesinde bir ilgi gösteriyor. Amerikan tarzı demem ondan. Çoğu Amerikalı,
Avrupalı çalışmaların durağan olduğunu, anlatıyı kareye-panele sıkıştırdığına
inanır, sayfanın bütününü kullanmayarak kendini ve hikâyesini zayıflattığını
düşünür. Sayfa, karelere bağlı kalmadan patlayarak taşmalı, mutlaka dinamik
kurulmalıdır vs.
Hikâyeyi resmetme ya da resimleri hikâyeleştirme her
zaman farklı biçimlerde yapılabilir. Çizgi romanın farklı kültürlerde farklı
biçimlerde gelişmiş anlatım tarzları var. Türkiye'de yerli üretim genellikle
frankofon çizgi romanları andıran biçimde gelişmiştir. Comics tarzı veya comics'lerle
didişerek geliştirilmiş grafik romanları andıran ticari çalışmaların bizde pek
uygulayıcısı olmamıştır. Selçuk bu bakımdan yeni ve ilginç bir şey deniyor,
Amerikan tarzı bir görsel dil oluşturuyor, devamlılık da gösteriyor. Hikâyesini
maharetle evirip çeviriyor.
Anlatımının zaafları yok diyemem, anlatıcı olarak kendini
çok hissettiriyor, sürekli büyük hikâye anlatacağını vurguluyor. Anlatım
kutuları ile görseli koşut olarak düşünmeyebiliyor. Kare içinde resmedilenlerin
anlatım kutusuyla ayrıca anlatılmasına hiç lüzum yok. Bence daha önemlisi, bunu
zamanla aşacağını düşünüyorum, yavaşlığı bir araç olarak pek kullanamıyor. Oysa
çizgisi aksiyondan çok sessizliğe-yavaşlığa yatkın… Sessizliği, fırtına öncesi
sessizlik, aksiyon öncesi hazırlık gibi düşünmese hem karakterlerini
derinleştirir hem de anlatım biçimini zenginleştirir. Geliştirdiği anlatım
biçimini bozmadan kamerasını yavaşlatsa zombi aksiyonunu da başka bir bağlama
taşıyabilir. Hikâyenin nereye varacağını bilemiyorum, ilk kitap ana hikâyeye
giriş niteliğinde duruyor ama dedim ya, ilginç ve güzel.
Bu yazı Nisan ayında ArkaKapak'ta yayınlanmıştı.
link