Perşembe, Eylül 04, 2014

Edebiyat, şehirlidir, hatta büyük şehirlidir

http://lusnika.deviantart.com/art/another-hope-203845433


Taşranın edebiyat eserlerindeki kimliği bugün tam olarak neyi karşılıyor?
Taşranın, en azından bugüne bakarak konuşuyorum, anlatıldığını düşünmüyorum. Önemli bir tespit değil bu. Taşra yansıtılıyorsa bile bu bir kıtlığa, azlığa, geniş resim içinde yokluğa tekabül ediyor. Eskiden anlatılıyor muydu? Mutlaka anlatılıyordu ama o zaman da azdı. Edebiyat, nasıl tanımlarsak tanımlayalım şehirlidir, hatta büyük şehirlidir, okuru da yazarı da şehir kültüründen çıkar. Dün ve bugün değişmedi, hayat İstanbul üzerinden akıyor. Yazar da okur da İstanbul’un meselesinin daha önemli bir mesele olduğuna inanarak büyüyor, algısı o yönde gelişiyor. İki sene evvel Eskişehir’de bir belediye başkanı, yapay bir göl yaptıklarını, İstanbul’dan da bir Ada vapuru getirdiklerini, nostaljik seferler düzenlediklerini anlatıyordu. Bu kadar açık bir mağlubiyet karinesi bilmiyorum. Kimseye tuhaf gelmiyor yaptığı. İstanbul dışındaki her yer için taşra demek zorundayım, İstanbul dışı ilgi çekmiyor diyemeyiz ama bu ilginin sınırlı ve marjinal bir ilgi olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Bu neye benziyor? Taşrada insanlar hep önemli bir şeyi konuşmak isterler, siyaset, edebiyat, romantizm, şu bu…Ne olursa olsun büyük ve önemli bir konuyu vurgulamak isterler. Büyük şehre yetişme kaygısı, eksiklik hissiyatı bütün konuşmaları etkiler, abartarak telafi etmeye çalışırlar. Memleketin kültür endüstrisi de taşrayı değil, çok daha önemli bulduğu, kendine önem kazandıracak büyük bir sorunu konuşmak istiyor. Taşranın yokluğu sorun olarak bile görülmüyor. Kültür endüstrisinin konuşmak istediği büyük mesele nedir derseniz, o da çok tarif edilebilir bir şey değil.

Hâlâ içindeki sakinleri sıkıntıya, hayatı sorgulamaya iten bir yer mi, yoksa merkezle bağlantısı arttığı için artık eski izole halinden uzaklaşmış bir roman mekânı mı sadece?
Aslına bakarsanız bugünkü taşranın yazıldığını düşünmüyorum ya da yazılıyorsa bile bugünü anlatarak değil, geçmişten gelen klişelerle anlatılıyor. Geçtiğimiz yıl yayınevine bir dosya gelmişti, güzel yazılmış bir köy romanı, hiçbir sorunu yok. Ama yeni değildi, 1970 yılında yazılsaydı çok da ilgi çekerdi. Yazarına anlattım, dedim ki artık köy böyle değil, başka bir yer oldu. Bu yaz Ege’de bir köydeydim, ergen kızların elinde ipad vardı, kıyafet yerel, dil lehçe hakeza öyle ama feysbuk’a giriyor, tivit atıyor çocuklar. Hadi gel de anlat bu köyü. Taşra, iştahla İstanbul’a benzemeye çalışıyor, alışveriş merkezleri belli bir moda ve tüketim kalıbını zaten her yere taşıyor. Şimdi siz bu taşrayı kolay anlatamazsınız, mevcut taşra klişesi, ilk akla geldiği gibi, sıkıntıyla kuruluyor, uzun sessizlikler, yeknesaklık şu bu… Halbuki taşra, alışveriş yapan insanlar, çok konuşan, İstanbul’a yetişmeye, oradaki konforu kurmaya çalışan başka bir aura ile yaşıyor artık. İzole değiller veya o izolasyon yeniden tarif edilmek zorunda. Hızlı trenler, açılan üniversiteler taşrayı çok değiştirdi, değiştirecek…

Biraz çocukluğun, ilk gençliğin veya benzer bir dönemin nostaljisinin aktarıldığı bir hal mi aldı? Yaşama sıkıntısının ağırlığını gösteren bir uzam mı, yoksa tatlı hatıralar diyarı mı?
Nostaljik bir yön var mı? Olabilir, küçük yerlerde çocuk olmak güzeldir, herkes sizi tanır ve kollar, asıl baskı ergenlikten sonra başlar. Tatlı hatıralar o yaşlardan itibaren başkalaşır, sertleşir.  Romantik ve iyimser bir gözle mi bakıyoruz taşraya? Evet bunu da yapıyoruz, taşranın daha temiz olduğuna inanıyoruz. Peki bu doğru mu? Pek değil. Edebiyat bir gerçeklik vehmi kurar, hayatı taklit eder, öykünür veya reel hayatın dışında başka bir gerçeklik kurar, ne dersek diyelim, kendi mantığı içinde bir inandırıcılık dizgesi yaratır. Taşra pek anlatılmadığı için daha en baştan daha sahici, daha temiz, daha sert, daha ağır, daha insani, daha önemli geliyor bize. Nasıl anlatıldığı elbette önemli ama ben bir algıdan söz ediyorum. Algı, asla tek biçimli değildir, çoğunluğun beğenilerine ve hâkim algıya göre kendini çeşitlendirir. Taşrayı tek biçimli okuyamayız.

Meşhur küreselleşme, haberleşme çağı klişelerine yaslanırcasına, merkezle her an temas halinde bir taşranın olduğu bugünlerde eskisi gibi bir taşradan söz etmek ne kadar mümkün?
Çok mümkün değil. Ben çocukken TRT’de Hava Durumu okunurken her şehrin adı geçmezdi, hele küçük şehirlerin adının okunması handiyse imkânsızdı. Adı geçince sevinen bir şehir ahalisini düşünün. Şimdi hemen hepsinin adı geçiyor, yetiyor mu yetmiyor. İnsanlar gibi şehirler de konuşulmak isterler. Taşrada kimle konuşsanız şehrin geliştiğini anlatırken alışveriş merkezlerinden söz açıyor. İstanbul’a ne kadar benzediğini anlatmaya çalışıyor. Malum, İstanbul da New York’a veya Paris’e benzemek istiyor. Farklılık değil benzerlik daha çok önemseniyor. Taşra açısından bakalım, edebiyatta anlatılmadığı için altını çizmek isterim. Sıradan insanlar ancak ve ancak çıldırdıklarında, cinayet işlediklerinde, tuhaf biçimde öldüklerinde haber olurlar. Küçük şehirler de öyle. Kimse onlardan söz etmiyor. Dikkat edin, linç girişimleri hep küçük şehirlerde oluyor. Sivas, bugün neyle hatırlanıyor? Sivaslılar niye o olayla hatırlanmak istemiyor veya. Edebiyat, bu taşrayı anlatabilir. Anlatmıyor, bilmiyor çünkü. Üniversitede ders verdiğim yıllarda küreselleşmeyi anlatırken ilginç bir olay yaşadım. Öğrenciler yabancıların sahil kenarlarındaki en güzel yerleri satın aldığını ama iş başka ülkelerden bizim bir şey satın almamıza geldiğinde buna izin verilmediğini iddia ediyorlardı. Sermaye akışkanlığı diye bir şey yoktu filan. Küreselleşme tartışmaları her yerde milliyetçi reflekslerle sürdürülür. Onlara global düzenlemelerle, herkesin, vergisini ödediği sürece her yerden mal satın alabileceğini, mal sahibi olabileceğini anlatıyor, bir yerlerden duymuşlardır diyerek, Orhan Pamuk ya da Sibel Can’ın Amerika’dan ev satın aldığını hatırlatıyordum. Ders arasında taşralı bir çocuk, yanıma gelip, yaşadığı yerde, yabancıya mal satılmadığını, herkesin bunu ihanet olarak gördüğünü anlattı. Dersin kapsamında ona cevaplar veriyordum, çocuk ısrar ediyordu, “yok hocam bizde kimse Kürtlere mal satmaz”. Çocuğun yabancısı Kürtlerdi. Yabancı dendiğinde onları anlıyordu. Böylesi durumlarda o küçük şehrin, o misafirperver insanların, hasbihal ettiğiniz, aynı sofrada oturduğunuz insanların ırkçı olabileceğini, bir katile, bir fanatiğe dönüşebileceğini fark ediyorsunuz. Global dünya, taşrayı elbette etkiliyor, insanlar İstanbul gibi olmak istiyorlar ama İstanbul’un yapamadığını da yapmak istiyorlar. Daha Türk, daha erkek, daha cesur, daha kararlı, daha ve daha oldukları bilinsin istiyorlar. Dikkat edin, taşralılar kameralara “burası falan filan, burda öyle şeyler olmaz” diyerek racon kesiyorlar.

Bugünkü ‘taşra’yı uzak kasabalardan çok büyük şehirlerin 'varoş' denen mahalleleri mi karşılıyor?
Tam aynı şey değil ama evet, bir bakış açıcı bu, hiç benzemiyor diyemeyiz. Metropollerde hemşerilik, din veya etnisite esasına göre mahalleler kuruluyor, kimileri küçük şehirleri andırıyorlar. Benim Ankara’da büyüdüğüm, o tarihlerde küçük bir semt olan Keçiören bugün o kadar büyüdü ki nüfusu bir milyona yaklaştı. Orada birkaç tane Çankırı, Çorum, Kırşehir ve Yozgat var. Böyle yerler, insanların doğup büyüdükleri göç ettikleri şehre benziyor, bir taşra havası da taşıyor ama ne yaparsanız yapın, metropolle hemhal olmuş başka bir yer artık orası. Taşradan geçtim, bazen diyorum e’cicik de olsa şuralar anlatılsa. Şehrin kenarlarının, metropolle taşradaki şehir arasında kalan yerlerin, ne bileyim, Gazi’nin, Çayan mahallesinin veya Tuzluçayır’ın hikâyeleri anlatılmayı bekliyor. 


İstanbulArtNews Eylül sayısı için Çağlayan Çevik sordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder