Cumartesi, Mayıs 03, 2014

Ben, Ben miyim?




Annem Sen misin?, Alison Bechdel’in Türkçede yayınlanan ikinci grafik romanı. İlki, bizde 2010 yılında çıkan, dilimizde yayınlanmış en ilginç üç-beş grafik romandan biri olan Cenaze Evi-Şenlik Evi’ydi. Bechdel, biseksüel olan babasını ve aile geçmişini anlatıyordu, dokunaklı olduğu kadar, cesur ve yenilikçi bir hikâyeye kalkışmıştı. Yeni çalışmasında annesini anlatmak istemiş. Aradan geçen zamanı düşünürsek, Bechdel daha iyi bir çizer olmuş, kare içi istiflemesini, derinliği, devamlılığı daha iyi anlatabiliyor artık.

Grafik roman akımı değerlendirilirken sadece Türkiye’de değil, her yerde geleneksel okurlar çizgilerden duydukları rahatsızlığı dillendirirler. Onların beğenilerini biçimlendiren ve piyasaya hâkim olan endüstriyel çizgiyle kıyaslayarak grafik romanları naif bulurlar. İkna etmek için değil ama hatırlatmak için bir not düşeyim: İyi çizgi ve iyi çizer olmakla hikâye anlatmak birbirlerinden farklı şeylerdir. Maus’un çizeri Spiegelman ya da Persepolis’in çizeri Satrapi esasen büyük çizerler değillerdir. Çizgilerini gerektiğinde farklılaştırabilen, tablo gibi baktırabilen, seyirlik sahneler kurabilen yaratıcılar başkadır; kurguyu bilen, kareler arası devamlılığı sağlayabilen, hikâyesinin nerede yavaşlayıp hızlanacağını bilen yaratıcılar başkadır. Maus’u ve Persepolis’i farklı kılan hikâyesidir: anlatma iştahı ve maharetidir. Türkiye’den şöyle bir örnek vereyim: Gırgır yaşamaya devam etseydi, büyük ihtimal, örneğin Can Barslan hiç çizmeyecek, senarist olarak kalacaktı. İlk grafik romancıların fanzinlerden, underground ekolden ve az satışlı dergilerden çıkması buna benzetilebilir. Çizgileri, güzel, hoş veya piyasaya uygun olmadığından endüstride yer bulamıyorlardı işte.

Bechdel, daha iyi bir çizer olmuş dedim ama bana kalırsa hikâyeciliği gerilemiş. Zor bir hikâye anlattığının farkındayım. Aile tarihi, ister istemez karanlık bir kuyuyu andırır. Şimdiki zamanımızın arıza ve eksiklikleri, mutsuz çocukluğumuzdan beslenir. Üstelik lezbiyensiniz, hem anneyle ve geçmişle hem de kendinizle ve toplumla, hâkim değerlerle mücadele ediyorsunuz. Bechdel, kitabı bir terapi seansı ve günlük gibi düşünmüş, öyle tasarlamış. Yazım sürecine ilişkin sıkıntılar, annesiyle yaptığı -yazarak kaydettiği- telefon görüşmeleri, çocukluk, ergenlik ve yetişkinliğe dair hatıralar, terapistiyle yapılan konuşmalar, başta Woolf, Winnicott gibi yazar ve düşünürlere ait göndermeler ve mahrem hayatına dair savrulmalarla bir kitap oluşturmuş. Tahkiyeyi ise o denli önemsememiş. İlk kitabında cenaze evi sessizliğinden, babanın ölümünün sonucu olan matem havasından, iç dökme hallerinden hikâye adına faydalanıyordu Bechdel. Oysa annesi yaşıyor ve onunla yüzleşebilecek bir entelektüel potansiyele sahip. Üstelik anı kitaplarını teşhirci ve doğruluktan uzak bulan bir anne bu. Bechdel de annesini anlatmaktan giderek uzaklaşıyor bu yüzden, ondan bahsederken kendini arayan ve kendini terapi eden birine dönüştüğünü izliyoruz. Psikoloji, terapi tarihi, kendi hayatına paralellikler kurduğu entelektüel teferruatlar bu noktada devreye girip hikâyenin önüne geçiyor. Anlatının bir sonuca bağlanmayacağını hissettiriyor bize. Tam da böyle olmuyor aslında, tipik bir Amerikan hikâyesi olduğu için “annem bana yardım etmedi ama çıkış yolunu gösterdi” gibi bir iyimser mesajla sonlanıyor kitap. Buna ihtiyaç var mıydı emin değilim.

Amerikan hikâyesi demem şu yüzden: Bechdel, dağılan ve tekrara düşen anlatısında yaşadığı topluma, toplumun büyük sorunlarına atıfta bulunmuyor; kendini sakındığını veya olup bitenleri umursamadığını bize göstermiyor. Bir arkadaşının dünyada olup bitenlerle ilgisi var ama Bechdel oradan da kendine dair mesajlar çıkarıyor. Duyduğu her söz, okuduğu her kitap, aklına takılan her hatıra, her yaşanmışlık kendini açıklamasına fayda sağlaması için kullanılıyor. Kitap bittiğinde kendini iyileştireceğine inanıyor olmalı ki söz dönüp dolaşıp “ben” derdine geliyor, çörekleniyor. Bechdel, gay kültüründen, diğer lezbiyenlerden veya mainstreamdan o denli bahsetmiyor. Oysa kitabın en güçlü kareleri annesinin sözleri yüzünden ağladığı bölümden çıkıyor. Neden? Çünkü annesi, kızının ötekiler –ve toplum- tarafından nasıl anlaşılacağını hesap ediyor. Sanki, bir otorite olarak annenin bildiği ama sakladığı, izin verdiği ama teşhir etmediği kızının durumu (!) ve “iktidar mahremiyeti” hikâyeye çok katkı sağlarmış.

Yazar bir tercihte bulunmuş bunu anlıyorum ama akademik bir tez-makale havasının kitaba entelektüel bir derinlik katmadığını hatta aksine hantallaştırdığını düşünüyorum. Cenaze Evi- Şenlik Evi’nin sahici sıkıntıları, o yavaşlığı anlamlı ve derinlikli kılıyordu çünkü geriye ve ileriye dönüşlerle anlatılan karakterler vardı. Bechdel, Annem Sen Misin de annesini bile anlam olarak sabitlemiş, kartonlaştırmış, kendisi dışında kimseye bir karakter atfetmemiş, güzelleşen çizgisi ve ilginç konusu bu zaafı örtememiş. Yine de el hak, Türkiye’de eşcinsel edebiyatının sınırlılıkları düşünülürse, meraklısı için, bu listeye kimi açılardan ilginç bir grafik roman katıldı diyelim.

Radikal Kitap, 2.5.2014
"Entelektüel Teferruatlar Hikâyenin Önüne Geçiyor" adıyla yayınlandı.

Fotoğraf: Elena Seibert

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder