Satrapi, Türkiye’de ve dünyada Persepolis grafik romanıyla tanınıyor. Poulet aux prunes, 2004 yılında yayınlanmış daha
yakın tarihli bir başka çalışması. Film uyarlaması, grafik romanından önce geldiği için, bizde, Azrail’i
Beklerken adıyla biliniyordu, albüm de bu isimle çıkmış. Satrapi, bu
albümünde, 1958 yılında ölen müzisyen Dayısını anlatıyor; önemli grafik
romanlarda ve daha önceki kitaplarında gördüğümüz izleği yineliyor,
otobiyografik niteliklerle ülke ve aile tarihine ilişkin meseleleri harmanlayarak
hikâyeleştiriyor.
Satrapi’nin iyimser bir dünyası var. Ölümü ve ölmeye yatan
birinin son günlerini anlatırken bile hikâyesini neşeyle kurgulamayı tercih ediyor.
Komik çizgileri olduğu için böyle bir tercihte bulunduğunu düşünmek yanıltıcı
olur. Çizgiler, hikâyeyi mutlaka pekiştiriyor ve okuru yönlendiriyor ama
Satrapi nostaljik bir iyicililikle kötülüğe, bağnazlığa ve münafıklığa bakıyor.
Coşku ve ironiyi, komik gamsızlıkları,
öfke patlamalarını, birbirleriyle didişen aileleri seviyor. Masalsı bir İran
resmediyor bize. Hatta oryantal denebilir. Orta üst sınıftan, modern ve seküler, kalabalık ailelerin içinde
geçiyor hikâyeleri. Keyfe düşkünler, çok konuşuyor, beklenmedik meselelere
takılıyorlar. E aile dediğimiz şey de derin kavgaların ve anlaşmazlıkların
tarihidir ya… Satrapi de didikliyor aileyi, kavgaları, kırılmaları…
Ölmeye karar veren birinin kendini dış dünyadan
soyutlaması, çevresiyle vedalaşması, sekiz gün içinde hayatını sonlandırması başlı
başına dramatik bir hikâye zaten. Üstelik, ölen adam, kavuşamayan bir âşık,
hayatını başka türlü yaşamak zorunda kalan bir müzisyen. Güçlü bir egonun boşa
yaşanmış bir hayat hissiyle ölümünü gösteriye dönüştürmesiyse, evet diyorsun, işte
bu bir Satrapi hikâyesi. İran hakkında öyle adam akıllı derinlikli bir fikrim
yok ama Satrapi’nin anlattığı hikâye bana yabancı gelmiyor. Niye gelmiyor?
İran’la ilgili kültürel-bölgesel yakınlıktan mı? Hayır, Hollywood sayesinde İtalyan ve Yahudi aile
komedilerini iyi biliyoruz. Kuşaklar arası uyuşmazlığı, gürültüyü, telaşı,
müzikle eğlenmeyi, büyük tencerelerde pişen yemekleri hemen algılıyoruz. Satrapi,
bize o dokuda, o referansla, o aşina dünyadan hareketle bir hikâye anlatıyor.
Araya katılan yerel unsurlar, dipnotlarla yapılan açıklamalar, Yahudi-İtalyan
benzerlerine ikame edilen unsurlardan başka bir şey değil sanki. Bir yemek adı,
bir müzik aleti, bir bayram, etnik veya dini bir teferruat her defasında değişiyor…
Aileler, tepkiler, muhafazakârlık, içe kapanıklık, histeri, mutluluk
patlamaları, ahlâk mahkemeleri, otoriteye yönelik hoşnutsuzluk, batılı eğitimle
geleneğin çatışmasıysa demirbaş gibiler… Öyle çok şey birbirine benziyor ki…
Başka türlü bir hikâye olabilirdi ama globalleşmesi
mümkün olamazdı. Popüler kültürde mevcut örneklere benzemeyen bir ürünün
başarılı olması beklenemez. Popüler olan, başarı kazanmış bir başkasını
andırmak zorundadır ki dağıtıma dahil olabilsin. Tar çalan Ali Nasır, saksafon
çalan Yahudi'yi hatırlatmak zorundadır demek istiyorum. Yanlış bir evlilik,
nihayetlenmemiş bir aşk, başka türlü yaşansaydı daha güzel olurdu hissi veren
bir hayat... Dönüp dolaşıyor, popüler kültürdeki komik Yahudi'yi, Azrail'i Beklerken'deki Ali Nasır'ı çepeçevre
sarıp sarmalıyor işte.
Dayı'nın son günlerine şahitlik ederken, ziyaretçilerini,
bedbin hatıralarını, bıkkınlıklarını ve Fars mesellerini okuyoruz. Trajikomik
olan, bir adamın ölmeye karar verirken ciddiye alınmaması elbette. Merhametin
insan doğasında terbiyeyle öğrenilen bir hissiyat olduğunu hatırlıyoruz
böylelikle. Çocukları, babalarının kararını umursamayıp kendi devranlarında,
oyun ve sınırlı sorumluluklarla geçen ömürlerini sürdürüyorlar. Diğerleriyse
sanatçı kaprisi, gelir geçer bir dellenme sayıyorlar muhtemelen.
Kitabı farklı ve dokunaklı kılan, Ali Nasır'ın ölümünü
tetikleyen aşk acısı. Sevdiği kadına kavuşamayan biri olduğunu öğreniyoruz, üst
üste gelen mutsuzluk anlarından birinde, hikâyenin başında, o kadınla
karşılaşıyor. Ve o kadın bile isteye, onu tanımazlıktan geliyor. Doğu'ya, kadim
zamanlara atfedilen naif (ve şizoid) bir romantizm kendini bu bölümlerde
belirginleştiriyor. Modern Batı'nın inanmayacağı (ama inanmak isteyeceği) bir
aşk bu. Unutulduğunu düşünerek ölmeye karar veren, aşk acısından ölen bir
müzisyenin yaşam öyküsüymüş Azrail'i Beklerken
dedirtiyor. Satrapi, tam da bu noktada, minyatürleri, sonu mutlaka ölümle biten
Doğulu aşk hikâyelerinden birini anlattığını hissettiriyor bize. Bu yüzden
başarılı, bu yüzden farklı dillere tercüme ediliyor. Epeyce oryantal ve ne
yapsa melez kalacak bir hikâye olduğunu kabul ediyorum ama rica ediyorum
cinsiyetçi okunmasın, "yakışıyor hasbaya" derler ya... Satrapi yakıştırıyor
işte...
Radikal Kitap, 28.3.2014
Persepolis in yanılmıyorsam filmi de var. filmi de güzel kitabı da diyim :)))
YanıtlaSil