Perşembe, Eylül 06, 2012

Beni Kutsal Kitaplara Saldıran Bir Ateist Gibi Görüyorlar


2002 yılında sizin derlediğiniz Çizgili Hayat Kılavuzu adlı çok yazarlı bir kitap çıkmıştı. O kadar insan nasıl bir araya gelmiştiniz?
Kitap fikri, o dönem e-mail aracılığıyla sürdürülen bir tartışma grubundan [Koloni] çıktı. Yazarların çoğunluğu grubun üyeleriydi. O da benim, Kosta Ceran ve birkaç arkadaşın on yıl kadar önce birlikte çıkardığımız, aralıklarla sürdürdüğümüz bir fanzinden adını alan bir gruptu. Kitaptan önce orada toplandık, yıllardır görüşmediğimiz, bir biçimde tanıştığımız ya da ismen tanıdığımız insanlardı üyeler. Hoş-beş, bir yıla yakın kaldım ben o grupta. Uzun tartışmalar, makalemsi yazılar yazılıyordu o grupta. Yüze yakın insan vardı, baya’a bir şey çıkıyordu. Bence sanal alemin mantığına pek uyulmuyordu.

Nette konuşma diline yakın kısa cümleler hakim yazılanlara
Genel mantık bunun üstüne kurulu.. Yazmak yoğunlaşmak ve hayatın akışından kopmayı gerektiriyor. Yazılanın okunması ise başka bir mesele. Diyeceğim grup fena değildi. Ayrıca sanallığın lakaydi özgürlük söylemiyle tatsız, gereksiz iddiacı, pervasız bir konuşma biçimi vardır ya. Grup işte o kadar değildi. Bu kadar insan bir araya gelmişken bir kitap çıkaralım dedik. Öyle başladık, sonra dışarıdan katılanlar oldu.

Önsözde yazarların önemlice bir kısmının ilk kez bir yazısı yayımlanan isimler olduğunu yazmışsınız
Kitabın oluşumunda en meşakkatli olan da buydu zaten. Epey ısrarcı davrandım, zorla yazdırdım bazı yazıları (gülerek). Kitabın en çok takdir edilmesi gereken belki de tek tarafı bu kolektiflik bence. Bu kadar insan genellikle ya telifle toplanır ya da akademik gerekçelerle. Çizgili Hayat Kılavuzu bunun dışında bir şey oldu.

Çizgi romanla ilgili enformasyona ulaşmak çok zor, neden zor?
Çünkü kütüphanelerde çizgi romana yer verilmiyor. Sadece ona değil bütün pulp sayılan ucuz kitaplara, magazinlere, erkek dergilerine, polisiyelere yer verilmiyor. Önemli bulunmuyor çünkü. Milli Kütüphane depolarında on yıl önce yerlere saçılmış bir şekilde duruyorlardı. Yürüyebilmek için üstlerine basmak zorundaydınız. Türkiye’de sol ve İslamî yayınları da bulmak zordur, rejimin düşmanı sayıldıkları için onlar da kaybolurlar, gizlenirler. Ucuz ve yoz sayıldıkları için çizgi romanlarda tür olarak aynı kaderi paylaşırlar.

Bu kararı kim veriyor peki.. onları kayıt dışı tutan neye dayanarak bunu yapıyor?
Öncelikle modernist pedagojinin kararı bu. Saklamaya değmediği düşünülüyor. Bir de maddi nedenleri var; inanılmaz yer tutuyorlar, kayıt tutulamayacak kadar çoklar. Dikkat edilirse bir çok kütüphanede tarih olarak geriye gidildikçe kayıtlı ve ulaşılabilir çizgi romanlarla karşılaşılabilir. Altmışlı yıllardan itibaren kitap-dergi yayını çoğaldıkça kütüphanelerin sorunları da büyüyor. Kayıt dışı tutulmalarını da modernist pedagoji meşrulaştırdığı için sorun çözülüyor. Aşk romanları, dedikodu dergileri, erotik yayınlar, film afişleri, lobiler, mizah dergileri… düşük fiyatlarla çok satan her şey heba ediliyor.

Garip olan hemen hepsinin sahaflarda yüksek fiyatlarla satılması
Evet… Bir dönem popüler olmuş herhangi bir yayın hakkında inceleme yapabilmek için önce yüksek ücretlerle onu satın almak gerekiyor. Ee bu da baştan bir sınırlılık demek.

Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Batı’da bu türden sınırlılıklar var mı? En azından kütüphanelerin durumu nedir?
Bir karşılaştırma yapmak çok doğru olmayabilir. Burada üretim temelinde bir malzeme yok. Çizgi romanı konuşuyorsak kütüphanelerde veya resmiyet nezdinde sahiplenme anlamında bize has-bize özgü denebilecek , itina ile korunan çalışmalar yok. Dışa bağımlı tercüme çizgi romanlardan kurulu bir pazar oldu daima. Tex, Batman ya da Tenten üretildikleri ülkeler için korunup saklanan değerler. Yalnız şu da var: Bizim kütüphanelerimizde ucuz, yoz ya da değersiz bulunan çizgi roman için Batı’da da benzer değerlendirmeler yapılmıştır. Orada da bir çok çizgi romancı kütüphanelerden şikayetçi olmuştur. Çizgi romanın anavatanı denilen Fransa’da Paris Bibliyotek’in de bir çok çizgi roman ya yoktur ya eksiktir.. Karşılaştırmayı burada yapabiliriz: Çizgi romanın sanat olarak kabulü orada çok daha öncedir. Haliyle koruma, saklama, titizlenme zamansal olarak çok daha eskidir. Bizde çizgi roman “tükenirken” sanat sayıldı. Herhangi bir üretimin sanat olarak kabulü o modernist pedagojiye dahil olmak anlamına geliyor. Kütüphanelerde mevcut olup olmaması hem bununla hem de söylediğim saklamayla ilgili özene bağlı. Çizgi romana bir belge olarak bakmadıkları için önemsemiyorlar, ama sanat denirse değişiyor yargılar. Popüler olan her şeye yönelik husumetin hem nedeni hem de sonucu bu. Düşünün Gırgır dergisi kütüphanelerde yer almıyor. Bir toplumun en çok satın aldığı dergi yok ortada. Neye denk düştü bu dergi sorusunun cevabı için sahaflarda dolaşmak zorundayız.

Çocuklara yönelik eğitim veya ruh sağlığı-akıl sağlığı meselelerinde de konuşulur çizgi roman…
Bu tartışılır, bunu anlarım. Üniversiteler bunu zaten yapıyor. Ama bu kütüphanenin işi değil ki.. Neyin zararlı ya da yararlı olduğuna niye onlar karar veriyor. Bir ürüne iyi ya da kötü ahlaki değerler yüklemenin gereği ne? İşin değil ki bu senin. Günü kurtarıyor, görev adamı oluyor vs. O nedenle öyle bir kitap için bunca insanın bir araya gelmesi faydalı bir işti (gülüşmeler)

Internette kitap hakkında eleştiriler gördüm, biri bu nasıl kılavuz demiş
Hayat Kılavuzu derken biz hayatı çizgi romanlardan öğrendik gibi bir gönderme yapmak istedim. Kimi özellikleriyle de gerçekten kılavuz sayılabilir yoksa elbette ki romantik bir ifade bu…Anlamamış, yapacak bir şey yok…

Çizgili Hayat Kılavuzu gecikmiş sayılabilir mi? Bu türden kitapların çok daha önce yazılması gerekmiyor muydu?
Kişisel olarak ben bununla pek ilgilenmiyorum. Bu türden yargılar misyoner tavrı taşıyor, gecikmek, çizgi romanı kurtarmak vs.. Çizgi romanı bir sosyal olgu ve sanat dalı olarak görüyorum ama özcülük yapamam. Beni ilgilendiren yok sayılması-dışlanması. Cumhuriyet tarihine bakarken ilgimi çeken kara deliklerden biri. Şunu da atlamayayım: Ona bakarken kaçınılmaz olarak zamanında hakkında fanzinler hazırlamış, üstüne kitap yazmış epey bir koleksiyoncu ve çizer tanıyan biri olarak bakıyorum. Kişisel olarak yaptıklarım ya da bu kadar insanın bir araya gelerek hazırladığı kitap çizgi romanın anlamlandırılmasını etkileyebilir. Sanat olarak görülmesini, sosyolojik bir ilgiyle okunabilmesini sağlayabilir. Misyonsa bu da bir misyon. Zaten bu işler de mesaj veriyorum diye çığırtkanlıkla olmaz. Yaparsın, iyiysen kalırsın, kaldığın kadar da etkin olur. Çizgi roman bir yirminci yüzyıl sanatı. Kitabın gecikip gecikmemesinden ziyade bunu hatırlamalıyız. Hakkında bu kadar nostaljik yazı çıkması nereye doğru gittiğini de işaret ediyor aslında.

Çizgili Hayat Kılavuzunda çizgi roman hakkında nostaljik yazılar yazılmasından şikayet ediyorsunuz
Hayır şikayet değil de bir tespit bu. Hemen herkesin bu türden yazılar yazmasının bende yarattığı bir tortu bu. Şikayet gibi anlaşılmış olabilir ama aksine sosyolojik bir anlama çabası bu. Nostaljinin nedeni dönemsel haliyle. Bugün yaşanan zamanın sürati benim çizgi roman okuduğum zamanın akış hızını yıkmış durumda. Çizgi roman başka bir zamanın eğlencesi olarak duruyor. Hiçbir olay ya da gelişme belleklerde yer edemeyecek kadar önemsizleşti. En taze hatırladıklarımız binanın temelinde kalanlar, çocukluğumuza ait şeyler. Buna bir de cumhuriyetin dil değişimi nedeniyle sınırlı bir hafızasının olması eklenebilir. Reddi miras nedeniyle 1930 öncesi gündelik yaşam ancak tarihçileri ilgilendiriyor, kimse merak edip okuyamaz dil farklılığı nedeniyle, uzmanlık ister. Hababam Sınıfı, Metin Oktay, Dikiş Makineleri vs gibi çizgi romanlar da ortak bir geçmişin hafızasında yer eden, geçmişi hatırlatan şeyler.

Şunu merak ediyorum çalışmalarınızda olumlu değerlendirmeler alıyorsunuzdur da peki bunlara boş işler diyen olmuyor mu? Aynı zamanda bir akademisyensiniz, akademide çalışmalarınız nasıl değerlendiriliyor? Nasıl bir tepki veriyorsunuz buna…

Kader diye bakıyorum (gülüşmeler). Popüler kültürle, gündelik yaşam tarihi gibi konularla ilgileniyorsanız yaptığınız işleri küçümseyecek güçlü bir paradigma var. Bir çok arkadaşım ve yakınım bu kadar enerjiyi başka bir alanda kullanmam gerektiğini söylüyor. Bu konuda da yapabileceğiniz pek fazla bir şey yok. İlgilendiğiniz konulara ne kadar değer veriliyorsa yaptığınız iş de o kadar değerli bulunuyor. Ayrıca bu biraz da kişilik meselesi, ben TKP tarihini okurum ama TKP’nin çıkarttığı mizah dergisiyle yazar olarak ilgilenirim. Başkaları ne düşünecek diye çalışmaktan vazgeçmem hatta onlarla hesaplaşarak çalışırım. İyi işler yapmalısınız ki sizi okusunlar. Üniversiteden şikayetlerim var, burada olmayı hayal etmemiştim, şartlar beni buraya getirdi ama bir çok iş ve sektöre göre özerk bir ortamım var.

Karaoğlan için yayınevinden teklif aldığınızı yazmışsınız, sevinmiş olmalısınız
Elbette sevindim. Bir çizgi roman kahramanı hakkında kitap düşünülmesi bile başlıbaşına bir değişim göstergesi.

Peki Karaoğlan kitabı istediğiniz gibi oldu mu?
Aslında bir parça çekinceli başladım işe. Karaoğlan’ın yayımlandığı diziden çıkan Dylan Dog ve Teks kitaplarını sevmemiştim. Bunlar fan kitapları, kaç kişiyi öldürmüş, kaç kişiyle ne yapmış vs. Yazarının dili sarkastikti, gazeteci diliyle yazılmış sabun köpüğü kitaplardı. Şimdilerde pek moda hemen herkes “keyifli” diyor, işte o kitaplar da onlardandı. Benim tarzım değildi, hele ki o kitapların arkasına eklenmiş tablolar filan. Raşit Çavaş’la pazarlık ettim, yapamam bunları diye. O da dizinin formatını bozmam vesaire yaptı. Yazdıklarımı ve görsel malzemeleri görene kadar da yarı şaka yarı ciddi direndi bana.

Sizin kitabınız “keyifli” değil mi?
Hayır, kılçıklı, gerçekten öyle. Şunu demek istiyorum: Ben böyle şeyler yapamam. Karaoğlan’ı mesafeli bir dille yazmaya çalıştım, sarkastik bir dil kullanamam. Bunun nedeni onu vakti zamanında okuyup sevmiş olmam da değil. Bu türden bir alaycılığı magazine, gazetecilere bırakmaktan yanayım. Konuşurken yapılabilir, gülersin vesaire ama yazarken mesafemi korumam gerektiğine inanıyorum.


Karaoğlan benzerlerinin maşist olmaları ti’ye alınmalarını gerektirmiyor mu?
Karaoğlan’ın yanında yatan çıplak bir kadın için yazılmış üst yazı: “Haşad olmuştu kadıncağız” ise elbette gülünür. Yayımlandıkları zamanlar buna kimse gülmüyordu. Ama buna bugün herkes güler diye özellikle altını çizmem, bunlarla ilgili müstehzi ifadeler kullanmam diyorum ben. Bugünkü erkek kahramanları inceleyin hepsinin başka dertleri var, çok açık biçimde “erkeklik krizi” anlatılıyor. Elbette “müthiş erkek” espri konusu yapılır.

Kitapla Suat Yalaz ya da Karaoğlan okuyucularından nasıl bir tepki alacağınızı düşündünüz?
Kitabı tasarlarken birkaç bölümlü düşündüm. Akademik nitelikli bir bölüm şarttı. Karaoğlan okuyucuları ve fanları için doyurucu olacak, maceraperestin genel dizi anlayışıyla uyumlu özellikler de içermeliydi. Yayın listesini o sebeple verdim. Bir de sinema serüveni anlatılmalıydı. Tarihi anlatılar ile ilgili filmleri, romanları, tefrikaları ve çizgi romanları içeren bir kitap projem vardı. Karaoğlan vesilesiyle de olsa nefsimi körelttim, kısmen de olsa o konulara da değindim. Killing ile ilgili bölüm ise bir konferansta sunduğum bildiriydi. Çizgi roman ve seriyal mantığına değinmek istiyordum. Suat Yalaz’ın kitaba vereceği tepkiden doğrusu hep çekindim, bir çok insan beni uyardı. Daha tek bir satır yazmamışken bile bana mutlaka beğenmeyecek dediler. Birlikte çalıştığı hemen herkesle problemli ayrıldığı söylendi. Endişeliydim ama benim insan olarak hiçbir sorunum olmadı onunla. Kitap çıkana kadar ne yazdığımı, nasıl yazdığımı hiç görmedi. Beğenmeyebilir, o konuda yapabileceğim bir şey yok.

Karaoğlan’a oğlu gibi yaklaştığını, oğluyla övünen bir babanın sözlerinin birini anlamak ya da anlatmak için yeterli olamayacağını yazmışsınız önsözde…
Evet. Bir de onunla yaptığımız konuşmalarda Karaoğlan’ın tv dizisi olma süreci vardı. Sürekli olarak ondan bahsediyordu. Çok verimli olmadı konuşmalarımız.

Dizi de tam bir felaketti…
İzlemek zorunda kaldım. Bir yandan da kitabı yazıyorum. O kadar rahatsız oldum ki yazmaktan vazgeçecektim. Neyi yazıyorum ki ben oldum. Kitap çıktıktan sonra Milliyet’ten bir gazeteci bana bu Karaoğlan savaşmış – sevişmiş başka bir şey yapmamış ki ne anlattınız siz bu kitapta dedi. Bu soru bile o dizi kadar yazdığıma pişman etmedi beni. Ben de başta dizi popüler olursa ticari olarak yazdığım düşünülecek diye endişelenmiştim. O olmadı da (gülüşmeler)… Çok anlaşılır şey değildi yaptıkları. Kahpe Bizans hangi saiklerle çevrildi görememişler.

[Burada araya girerek röportajı tazeleyelim. Suat Yalaz, aylık olarak çıkmakta olan Karaoğlan dergisinde hem kitabı övdü hem de bize göre etik dışı sözler de sarfetti]

Bugün baktığınızda Suat Yalaz’ın eleştirilerine ne diyorsunuz?
Eleştiri demiyorum her şeyden önce. O günlerde keşke şu kitabı yazmasaydım dediğim oldu. Mahkemeye vermem gerektiğini söyleyen arkadaşlarım oldu üniversitede. Meselelere bakışımız aynı değil, cevap vermem istendi. Böyle bir üslupla yazmıyorum ben, anlatım dilim, yapmaya çalıştıklarım bütünüyle farklı. Yazarken üç ayrı makama karşı vicdani sorumluluk hissederim: Birincisi gerçeğe, ikincisi okura karşı sorumluluğumdur. Üçüncüsü, pek hatırlanmaz ama ben buna çok dikkat ederim: her nerede yazıyorsam editörüme ve yayıncıma karşı sorumluluk duyarım. Yazarken, neyin “veri” neyin yorum olduğunu okurun kolayca seçeceği biçimde düzenlemeye özen gösteririm. İnsan nasıl okunduğunu bilemiyor, ama tahmin edebiliyorum. Çizgi romanlar, çocukların kutsal kitaplarıdır dersek beni bazen bu kutsal kitaplara saldıran bir ateist gibi görüyorlar. Çok konuşulacak bir şey görmüyorum, herkes gibi yaptığım işlerle değerlendirilmek isterim. İleride bu alanda yazı yazacak insanlara yaptıklarım faydalı olacak diye umuyorum

Kitaptan çok Milliyet’te çıkan sperm kokan sayfalar deyişinize kızılmış…
Kimse bana bunu sormuyor ki..Benimle Milliyet’ten bir kız telefonla röportaj yaptı, sonradan köşe yazarı oldu filan, şimdi adını hatırlayamadım. Ankara İletişim’den mezunmuş, sohbet ettik. Böyle lafını esirgemeyen kadın yazar tripleri, modası var şimdi. Bana öyle pat diye erkekler Karaoğlan’ı 31 çekmek için mi alıyorlardı diye sordu. Bende metaforik olarak, bazıları için yıllar sonra o dergiler sperm kokacaktır gibi bir şey söyledim. Sonra yazmayın bunları filan diye konuştuk, yazdı tabii ama kendi sorusunu çıkartarak, yazdıklarımı istediği gibi düzenleyerek. Aylar sonra kalabalık bir yerde karşılaştık, bir tanıdık aracılığıyla tanıştık, karşı masadan nasıl buldunuz röportajı diye sordu. Ne diyebilirim ki, niye çıkarttın sorunu, 31’i yazmak bu kadar mı zor diye sorsa mıydım. Ayrıca ben ahlakçı bir adam değilim, söylediklerimi yine tekrarlarım. Suat Yalaz, yıllarca pornografik çizgi romanlar çizerek geçimini sağladı Fransa’da.

Bir şey sormak istiyorum, doğru mudur diye… Karaoğlan kitabını bitirince elinizdeki Karaoğlan’ları sağa sola dağıtmışsınız. Öyle mi?
Evet. İyi öyküler olduğunu düşündüğüm bir kaçını ayırdım ama gerisini meraklılara arkadaşlara verdim. Sadece Karaoğlan’ı değil, yazarken incelediğim tarihi film, roman ne varsa kutuladım, attım, kaldırdım gözümün önünden. Sıtkı sıyrılmak denir ya öyle bir şey oluyor bana. Çıksın istiyorum hayatımdan. Koleksiyoncu değilim ben. Bir çalışma yapmak için toplamıştım ben onları. Ayrıca insan overdose oluyor, etrafta bir sürü iyi roman ve film var, giden zamana hayıflanıyorsun.

Sonra Serüven projesi başladı
Evet, doğrusu hayatımın yoğun bir döneminde, hiç böyle işlere girmemem gereken bir zamanda başladık. Önce arkadaşlarla konuştum, sonra Raşit Çavaş’la konuştum. Dergi olarak kendi ölçeğinde başarılı oldu Serüven. Maceraperest derginin içeriğine hiç karışmadı onlara teşekkür borçluyuz. Bir de, biz dergiyi İstanbul dışından hazırlıyoruz, sonra baskı için yayınevine götürüyoruz. Bilmiyorum şu anda bu biçimde hazırlanan dergi var mı?

Memnun musunuz?
Dergi kitap gibi değil. Sizi sürükleyen bir arzu var ve siz bu arzuyu hep taze tutmak zorundasınız. Öte yandan hayat çok kısa, insan içinde ukte kalan işleri tamamlamalı, benim böyle bir hayalim vardı, koloni böyle bir projeydi. O ekipte yer alanların büyük çoğunluğu çizgi romanla ilgisini sürdürüyor, bir enerji yaratmışız ki halen devam ediyorlar. Serüven de, Çizgili Hayat Kılavuzu da böyle işler.. Bu kadar insanın her sayıda fedakârca bir araya gelmesi önemli, demek ki yine bir heyecan yaratıyoruz. O sebeple memnunum, yoksa yorulduğumu hissettiğim oluyor

Serüven’i kurumsallaştırmak mümkün mü?

Çizgi roman endüstriye dayanmadığı için bir kurumsallaşma pek mümkün olmaz, olması için uğraşırız ama zor. Nefesimiz yettiği sürece devam edeceğiz. Kurumsallaşma gibi bir iddia için alttan gelen bir kuşak gerekli, ne yaptığımızı görecek insanlar çıkarsa daha rahat oluruz. Bir de elbette devamlılık şart, seruven.org bu sebeple yayında, koloni’yi bu sebeple canlı tutmaya çalışıyoruz. İşin hakkını vermek, malzemeden çalmamak gerek…


Röportaj: Ali Köse ve Tarkan Ç.

Röportaj 2005 yılında seruven.org için yapılmıştı 
Fotoğraf, daha yakın tarihli, Ali Ünal tarafından 2011 yılında Hamamönü'nde çekildi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder