Pazartesi, Kasım 14, 2011

Türkiye’de Mizahın Anlamları

Özge Mumcu (ÖM): Türkiye’de mizahın düşünsel kökleri ve kullandığı malzemenin arka planı üzerine neler söyleyebiliriz? Hangi akımlar, hangi dönemlerde daha fazla işlendi?

Levent Cantek (LC):
Sadece mizah açısından değil, herhangi bir şeyin nasıl tanımlandığına bakarken aslında onun kimin tarafından tanımlandığını da görüyoruz. Mizahın başlangıç dönemi olan 1920’lere dönersek, ilk nitelemelerde onun bir tür “terbiye aracı” sayıldığını anlıyoruz. Kim konuşuyor, toplumun terbiye edilmesini, eğitilmesini kim istiyorsa, onlar. Toplumun bazı açmazlarının mizahileştirilerek çözülebileceğine inanılıyor, mizahın bir tür “pansuman” olarak anlaşıldığını biliyoruz. Mizaha yüklenen bu işlev, Fransızca literatürden, Bergson vasıtasıyla gelişiyor. Türk entelijansiyasında gülme’ye ve mizah’a dönük yaklaşımların Bergson kaynaklı geliştiğine tanıklık ediyoruz (bkz. Henri Bergson, “Gülme: Komiğin Anlamı Üstüne Deneme”, çev. Yaşar Avunç, Ayrıntı Y., 1996). Mustafa Şekip Tunç’tan Hilmi Ziya Ülken’e kadar geniş bir yelpazede Türk düşünce tarihini belirleyenler, Bergson’a epeyce atıfta bulundukları için, bu düşünürlerin metinlerini takip eden mizahçılar da Bergson temelli bir mizaha yakın duruyorlar. Örneğin Aziz Nesin, mizahı anlatmak gerektiğinde, yıllarca Bergson’a başvurmuştur, ama biz bugün Freud, Bakhtin kanalından gelen mizah eleştirisinin dahil olduğu daha geniş bir perspektiften konuya yaklaşabiliyoruz. Freud, mizahın cinsellikten, bastırılan alanlardan ve argodan beslendiğini belirterek, mizahın yıkıcı rolünün geleneksel’e, ortodoks-anakım ahlak’a karşı duruşunda yattığını, yıkıcı bir içerik de taşıdığını imliyordu. Bakhtin ise dille ilgileniyor, altkültüre has öğeleri inceliyor ve karnavalesk olanın mizahın elinde bir tür direniş mecrası olarak kullanılabileceğinden bahsediyordu (bkz. Mikhail Bakhtin, “Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazıları”, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Y., 2001; Levent Cantek, “Altkültür Popüler Direniş Yöntemleri”, Birikim, S. 105-106, s. 126-133, 1998). Ne var ki, ilk dönem mizahçılarımız uzunca bir süre, bu mecralardan beslenmekle birlikte, buradan bakmadılar, Bergson ekolünün anafikirleri üzerinden mizah anlayışlarını kurdular. Mizahı topluma yardımcı olan, onun yanlışlarını düzelten araç olarak okudular. Toplumun bazı sorunlar yaşayabileceğini, ancak bunların mizah aracılığıyla, mizahın işaretiyle düzeltilebileceğini savundular. Bu, aslında tam da mizaha yüklenen işlev yüzünden oldukça muhafazakâr bir yaklaşım... Öte yandan, mizahın ve özellikle karikatürün saldırı barındıran bir eleştiri aracı olabileceğine inanan bir kesim de vardı. Sonuçta, mizahı topluma “pansuman” yapan, topluma yardımcı olarak görenler ile iktidar mekanizmalarına yüklenen, yarayı deşen, görünür kılan “neşter” gibi kullanan iki farklı yaklaşımın varlığından söz edebiliriz...

(ÖM): Yaklaşımları özetlemişken; mizahçılar, yani işin eyleyenleri hakkında neler söyleyebiliriz?


(LC):
Türkiye’deki mizahçılar, aktüaliteyle ilişkisini genellikle gazetecilik kalıpları üzerinden kuran, “gazeteci gibi” yazıp çizen kişilerdi. Gazetelerde uzunca bir süre sadece kendi sütunlarını değil, gazetenin tümünün tasarım-mizanpajında söz sahibi olan, dolayısıyla görece yüksek maaş alan çalışanlardı. Çoğunluğun değerleriyle uzlaşan, neredeyse herkesin kızdığına kızıp güldüğüne gülen, siyaset kurumlarıyla ve rejimle organik bağları bulunan insanlardan bahsediyoruz.

(ÖM): Bu mizahçılara aynı zamanda “gazeteci” diyebilir miyiz?


(LC):
Gazeteci’den anladığım, “ufku sabah doğan, akşam batan kişi”dir… Bununla, son derece aktüel yaşama halini kastediyorum. Gazeteci, hemen her olayı, durumu gazete manşetine göre düşünen, o manşeti pekiştirecek şekilde yeniden-yeniden yazan insandır biraz da... Bu bakımdan, karikatüristler ve mizahçılar da genellikle bu yönde düşünenlerdir. Mizahın “pansuman” ve “neşter” gibi iki ayrı fakat birbirini tamamlayabilen işlevle algılandığını hatırlarsak, mizahçılar bir yarayı açıp onu görünür kıldıklarına ve aynı anda onu tedavi etme saikiyle pansumana giriştiklerine göre; mizahın bir yandan toplumu iyileştirirken, diğer yandan bu yarayı deşerek, yaralayanlara (çoğu zaman siyasetçilere) yönelik saldırgan tutumundan da bahsedebiliriz. Pansuman ve neşter metaforlarını kullandığımız mizahçılarda seküler ve milliyetçi vurgular belirgin… Özellikle 1950’den sonra sürekli sağ partilerin iktidara gelmesi tanımlanışlarını etkiliyor. Sağ hükümetleri eleştirmek, güzel bir sol makyajdır. Şunu demek istiyorum: hep sağ partiler hükümet olduğu için onlara yönelik eleştiriler sizi sol muhalif gösterebilir. Sahiden sol musunuz, muhalif mi pek tartışılmaz. Mizahçılar, özellikle 1970’li yıllara kadar modernistleri, geniş anlamda liberterleri, azınlıkları, komünistleri ve şeriat yanlısı olarak gördüklerini eleştirdiler. Bugün bu tutum, seyrelmekle birlikte pek değişiklik göstermedi. Liberter eğilimleri peşinen yabancı veya Kürtçü saydıklarını, anti-entelektüelist tepkiler verdiklerini söylemek mümkün. Böyle bakılırsa, gazetecilerin ortalama beğeni ve şikâyetlerinin pek dışında düşünmedikleri de görülebiliyor. Alelacayip ya da bizi ters köşeye yatıracak bir yorum çıkmıyor ekseriyetle. Ne diyeceği merak edilen mizahçı çıkmaması biraz da bundan... Üretimler bu yönde geliştirilmemiş durumda.

(ÖM): Hangi dergilerden geliyor bu eleştiriler?


(LC):
Farklı dönemler ve dergiler sayabilirim ama kastettiğim, dergilerle sınırlı bir şey değil, gazeteleri de kapsayan genel bir auradan söz ediyorum. Sadece siyasal parti ve liderler ekseninde düşünmemek gerekiyor. Mizah dergileri, orta sınıf değerlerinin taşıyıcısıdır. Alt ve üst sınıfları nasıl tanımladıkları da siyaseten incelenmeli. Üst sınıflara bir döneme kadar “zengin azınlıklar”, “Dönmeler”,“Yahudiler” üzerinden yüklendiler, yakın döneme kadar da “hacıağa, concon, Lailacı” gibi isimler taktılar. Alt sınıflara ise “herif, kazma, maganda, hıdır, zonta ve apaçi” gibi adlar yakıştırdılar. Kime güldüğün, kim olduğunu da vurgular. Bizde entelektüeller, yaşama dair süreçleri iktisadi etkenlerle açıklamaktan ziyade, kültür temelli bir tartışmaya eğilimli olduklarından, üst ve alt sınıflardan farklarını da -yine bu adlandırma/etiketlemelerde gördüğümüz gibi- kendilerinden olmayanları “kültürsüzlük”, “eğitimsizlik”le ya da “sonradan görme”likle açıklarlar. Üst sınıfa yükselmiş taşra kökenliye “hacıağa” demek, bir orta sınıf adlandırmasıdır (dönem tartışmaları için bkz. Levent Cantek, “Cumhuriyetin Büluğ Çağı: Gündelik Yaşama Dair Tartışmalar (1945-50)”, İletişim Y., 2008). Kısacası, mizah eksenimizi oluşturan, yinelenen ve süregelen bir değerler bütünü var. Türkiye’de mizah dergileri de işte bu bakış açısından türemiştir (“rejimin ötekileri”nin çizgi roman-hikâye ve mizah dergilerinde nasıl işlendiği için bkz. der. Levent Cantek, “Çizgili Kenar Notları”, İletişim Y., 2007; “Kenar Mahalleye Dair ‘Dip’notlar”, Birikim, S. 111-112, s. 126-136, 1998).

Akbaba
’dan devam edersek; en uzun ömürlü mizah dergimizdir, içerik ve tiraj yönünden çok başarılı olduğu için değil, devamlılık gösterdiği için etkili olmuştur. Rejimle ve hükümetlerle sürekli dirsek teması kurmuş, anlaşmalar yapmış, her iktidardan el altından para desteği almıştır. Başbakanlık arşivleri artık açık olduğu için bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Birçok dergi farklı nedenlerle kapanırken, Akbaba’nın siyasi ilişkileri sayesinde uzun ömürlü olması ve para kaynağının hiçbir iktidar döneminde kesilmemesi, yayıncısının pragmatizmi ve derginin sürekliliği bakımından ayrıca konuşulması gereken ilginç bir konu… (bkz. Levent Cantek, “Yusuf Ziya’nın Akbaba Mizah Dergisi”, Tarih ve Toplum, S. 10, 2010.) Aziz Nesin, her ne kadar dergi yönetiminin bu tutumuna karşı çıktıysa da, Akbaba’nın en üretken kalemlerindendi, bu da garip bir çelişki… Aziz Nesin çok önemli bir isim, sadece mizah yazarlığının değil, mizah dergilerinin siyasi duruşlarını da etkilemiştir. Örneğin, hep söz edilen Gırgır da Aziz Nesin’in paltosundan çıkmıştır…

(ÖM): Dönemselleştirmeye çalışırsak, Türkiye’de mizahın ve mizahçının değişim dinamikleri üzerine neler söyleyebiliriz? Bu konuda bize hangi dergiler/okullar, mizahçılar ya da akımlar/ekoller yardımcı olabilir?


(LC):
Şimdiye kadar konuştuğumuz ana eksen, belki tümüyle değil ama “kültür endüstri”lerinin kurulma aşamasına denk düşen 1960’larla beraber değişime uğradı. 1960’tan önceki matbaa tekniğiyle, dağıtım kanalıyla 1 milyon okura ulaşmanız imkânsızdı. Ofsetin ve karayolu ağının yaygınlık kazanmadığı Türkiye’de 100 bin baskı yapan bir makine, bir süre sonra dağılmaya başlıyordu. Düşünsenize, makine bozulursa batarsınız… Matbaa ve dağıtımın gelişmesi, gazetelerin bünyesinde farklı dergilerin kurulmasını kolaylaştırdı. Örneğin Simavi Ailesi, ortalama okurun mizah algısına hitap eden, anakım mizahtan kök bulan, hafif argo kullanan, erotik içeriğe de sahip ucuz bir dergiyle işe başlayarak ciddi satış rakamlarına ulaştı. Gırgır daha sonra özgün bir içeriğe kavuşmuştur. Türkiye’de mizah dünyasında da etkisini görebileceğimiz 1960’lardaki önemli dönüşümü, 1961 Anayasası’ndan sonra gelişen sol akımlarla birlikte değerlendirebiliriz. Oğuz Aral’ın yetmişli yıllardaki “millici-yerelci sosyalizm” anlayışının, evrenselci-marksist eğilimlere yönelik karşıtlığının ilk izleri bu yıllardan çıkmadır. Öncesinde eleştirel çalışmaları yok değildir ama minimalisttir, politik tercihini çalışmalarına, örneğin popüler çizgi romanlarına açıkça yansıtmamaktadır. Editörlük ve çizerlik farklı şey elbette… Oğuz Aral’ın dönüşümü anlık ve konjonktürel olmamıştır. Aziz Nesin’in paltosundan çıkan Gırgır, genç kuşak çizerler dergiyi devralana dek siyasi tavrı olan bir dergi kimliğinde değildir. Türk mizahında genelde de gördüğümüz erotik içeriğe, erkek-egemen bir üslûba sahiptir, cinsiyetçi, homofobik, yabancı düşmanı nitelikler taşır. Dergideki “Avanak Avni” karakteri gibi genç-abazan, hafif argo kullanan erkek kahramanların maceralarından kuruludur. Bu sonradan değişti demiyorum, elbette bu yönseme varlığını korudu. Benim dediğim, başlangıçta sadece bu yönün varolduğu...
Kültür endüstrisinin 1960’lardaki yükselişi, Oğuz Aral örneğinde, daha önce Türkiye’de hiçbir gazeteciye kolay kolay nasip olmamış bir maddi güç de kazandırdı. Bu süreç, Oğuz Aral’ı, birçok kişiyi meslek sahibi etmiş bir usta, dergisi hakkında konuşmayı pek sevmeyen bir ketum ve yüksek maaş veren bonkör bir patron konumuna yerleştirdi. Oğuz Aral’ın Türk mizahı ve kendisi hakkında çok az konuşması ve yazısı vardır. Hemen aklıma gelen bir tanesini, ölümünden sonra, Orhan Koloğlu yayınlamıştı. Mektuba benzer, Gırgır hakkında bir iddiası olan bir yazıydı, Koloğlu’na zamanında özel olarak verilmiş. Bu yazıda veya Oğuz Aral’ın konuşmalarında Gırgır’a derinlik katacak ve Türk mizahının entelektüel yönüne dair tespitler yaptıracak geniş malzemeyi bulamayız. Genelde Türkiye’de çok fazla mizah malzemesinin olduğundan bahseder Aral, Batılı ülkelerde böyle örneklerin bulunamayacağını iddia eder. Türkiye’ye özgü gibi gösterdiği “yerelci” refleksleri, millici-sosyalist tutumuyla paraleldir, ancak bu iddianın entelektüel bir savunusu yapılamaz. Oğuz Aral’ın Türkiye için kullandığı bu “malzeme bolluğu” saptaması doğru da değildir. Mizah, yaşadığı yere benzer. Her ülkenin kendine özgü mizah anlayışı ve malzemesi vardır, bu bizim eğlence anlayışımızın başka ülkelerden daha bol ve daha gündelik malzemeye dayandığını kanıtlamaz. Örneğin, İngilizler eğlence deyince pub’da toplanmayı bilir. Biz ise örneğin Ankara’da akşam 9-10 gibi sokakları boşaltır, eve geçeriz… Bu, İngilizlerin gözünden bakınca, evde eğlenilemeyeceği ya da bizim açımızdan bakınca, evdeki malzemenin daha samimi ve gündelik olduğu anlamına gelmiyor. Tersinden düşünürsek, “her şeyin en kötüsü”nün bizde olduğunu söylemek, bunun örneklerini sıralamak da yanlış… Örneğin, internette dünyanın en kötü filmleri yarıştırılıyor, hemen “Dünyayı Kurtaran Adam”ı sıralamaya sokmaya çalışıyoruz, “en kötü”de birincilik için mücadele veriyoruz. Oğuz Aral da bir dönem İngilizlerin bir yazısı üzerine “en komik”in biz Türkler olduğuna dair BBC’ye mektuplar göndermişti. Oğuz Aral, “Gırgır'ın, Amerika'da yayınlanan Mad’den, Sovyetler Birliği'nde yayınlanan Krokodil’den önemli farkları vardır. Krokodil bir partinin, bir hükümetin desteği ile yaşamaktadır. Mad, kapitalin elindedir. Gırgır ise ne kapitalin, ne bir partinin elindedir. Gırgır'ı halk yaratıp tutmuş, beğenmiş ve yerine oturtmuştur” diyordu. En hafif ifadesiyle, romantik iddialar bunlar ve hiçbiri doğru değil. Dünyadaki diğer dergilerin tirajından habersizce, hatta kendi sıralamamızdaki 2 numaranın bile kaç sattığını bilmeden, Gırgır’ın yayıncısı Simavilerin çoksatar gazetesi Günaydın’ın Londra muhabirinin servis ettiği asılsız bir haberdi bu. Dünyada bu kadar önemli mizah dergisi varken, onların ne yaptığını/sattığını önemsemeden, milli gururu ihya etme amaçlı, “Avrupa duy sesimizi!” tezahüratına yakın duran bir şey bu. “Gırgır’ı halk yarattı” demek, “kapitale dayanmadığı”nı söylemek –bilemiyorum, bunu gerçekten inanarak yazmış da olabilir- tek kelimeyle tuhaf..!

Dergilerin Türkiye’de kapanma süreçleri üzerine yürütülen anlamlandırmalar da bana ilginç geliyor… Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın Markopaşa’sından konuşursak; derginin belli güçler tarafından “susturulmak” istendiğine, içerisine milli bir ajanın sızdığına dair iddialar gündeme gelmiştir (bu kişi Orhan Erkip’tir. Aziz Nesin, Erkip için “polis ve milli emniyet ajanı olarak çalıştığı anlaşılmıştır” ifadesini kullandı. bkz. Aziz Nesin, “Cumhuriyet Döneminde Gülmeceye Baskı: Markopaşa Örneği”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, içinde, İletişim Yayınları, 1983, c. 6, s. 1435-37). Zamanında birlikte çalıştıkları bir birimden daha sonra ajan olarak bahsediyorlar aslında… (bkz. Levent Cantek, “Markopaşa: Bir Mizah ve Muhalefet Efsanesi”, İletişim Y., 2001) Gırgır’da da benzer bir süreç işlemiştir. Dergiye Ertuğrul Akbay dahil olduktan sonra işlerin karıştığını savunanlar olmuştur. Gerçekte ise olay, derginin tirajının yükselmesi sonucunda kapitalist kâr mantığının dergiye hâkim olmasından ibarettir. Bir dergi bu kadar satıyorsa ortadaki para mutlaka çoktur ve paylaşım kavgasını beraberinde getirir. Dergilerin mideleriyle yürüdüğünü unutmamak lazım. Gırgır için üzülürken ortada dönen para pek hatıra getirilmiyor, “muhalif bir ses susturuldu” benzeri açıklamalar yapılabiliyor. Garip olan, o parayı bizatihi paylaşan, neyin ne olduğunu bilen üreticilerin bunları iddia etmesi.


(ÖM): Mizahın toplumsal hiyerarşileri yeniden üreten tarafını düşünürsek, simgesel yönden nasıl bir dil kurduğunu söyleyebiliriz? Argonun bu anlamda işlevi nedir?


(LC):
Mizah, “temsiller hiyerarşisi” yaratır. Bazen eksiği, bazen de yoğun olan’ı temsil eder, öne çıkartır. Toplumda azınlıkların, alt sınıfların, kültürel sermayesi olmayan zenginlerin, taşralıların tanımlanışını belirleyen, mim koyan temsiliyetlerdir bunlar. Yurtdışında özellikle azınlıklarla ilgili karikatürleri ve mizahi yakıştırmaları temel alan “imagoloji” çalışmaları yapılıyor. Belli toplulukların hangi kişilik özellikleri üzerinden, hangi simgelerle topluma yansıtıldığına dikkat çekiliyor. Türkiye’deki mizahı bu temsillerle birlikte okursak, azınlıkların tahkir edici biçimde, örneğin “cimrilik”, “açgözlülük” veya “korkaklık”la tarif edildiğini görüyoruz. Görsel ve anlamsal açıdan belli gruplara bu gibi insani özelliklerin atfedilmesi manidardır. Azınlıklardan Yahudiler dergilerde yer bulurken, bazı grupların ise belli bir döneme kadar hiç konu edilmediğini tespit ediyoruz. Örneğin Kürtler, uzunca bir süre dergilere girememiştir, onlardan bahsedilmez, çünkü dergilerin çoğu İstanbul’da çıkarılır, sınırlı bir dağıtım alanı ve ilişkide olduğu belli bir kesim vardır. Sonraları Kürtlerden “maganda” diye söz edilmeye başlandığını da biliyoruz (bkz. Levent Cantek, “Kürtlere Gülmek”, Birikim, S. 236-237, s. 171-173, 2009). Dergilerde muhafazakâr Müslümanlar “çember sakallı” çizilir. Rejimin hoşlanmadığı, marjinalize ettiği, kamusal alanda varolmasını istemediği kesimler, bazen eksik, bazen de yoğun biçimde temsil edilirler. Bu da mizahi anlayışta bizi genel olarak “evet/hayır” eksenine getirebilecek bir düalizm (ikilik) yarattığı için, karşı-tip olarak çizilenler “hasım”larımız, “tehlikeliler” olarak gösterilir. “Tehlikeliler” arasında kadınlar da var… Sosyal hayatta başarı sağlamış kadın, aslında “erkekleşmiş kadın” sayılır ve ondan kötümser bir dille konuşulur. Bugün anlamsız olsa da, sekreterler, hemşireler ve daktilo kızların dergilerde tahrik edici şekilde çizilen, arzu nesnesi, dekolte giydirilen, pek de zekâ parıltısı taşımayan “yaratıklar” olduğunu görüyoruz. Bu klişe, Türkiye’de mizah dergilerinin geçmişte “cinsiyet körü” bir yaklaşımla hareket ettiklerini kanıtlıyor. Mizah dergilerinin genelde erkek okura hitap ettiğini hatırlarsak, kadınların bu biçimde resmedilmesi, erkek müşteriye ulaşmaya çalışan dergi için, kadının aynı zamanda ticari bir meta olarak algılandığını gösteriyor. Akbaba’ya boşuna “berber dergisi” denmiyordu.

(ÖM): Kadın, siyasi mizahta nerede ve nasıl konumlan(dırıl)ıyor? Siyasi mizahta kullanılan kadınlık kodları nelerdir?


(LC):
“Müşteri profili” genelde erkeklerden oluşan mizah dergilerinin, kadını siyasal temsil açısından da araçsallaştırdığını söyleyebiliriz. Rejime muhalif parti liderleri bir biçimde kadın kılığında çizilmiştir. Örneğin Adnan Menderes, başbakanlığı döneminde, dergilerde birçok defa kadın kılığında çizilmiştir. Bugünden bakınca ilginç olan, bir siyasetçiyi kadın olarak çizmenin tuhaf karşılanacağını o dönemde düşünmemeleridir. Ne çizilenler ne de çizerler, “kadın” kılığında çizilmenin “tahkir-aşağılama” anlamına gelip gelmediğini tartışmamışlar, dava konusu etmemişlerdir. Bana bu garip geliyor. Muhtemelen konunun “erkekler arasında” döndüğü, dava açılırsa bu kadınlık durumunun belirginleşebileceği endişesini taşımışlar… Sonuçta, “kadın kılığında lider” çizmenin normal karşılandığı bir mizah ekseninden, standardından bahsediyoruz. Siyasi parti liderleri hep kadınsılaştırılmış. Niye? Çizimlere bakılırsa, “erkek değil, sözüne güvenilmez, fahişe ruhlu, nemfoman” demek istemişler… Türkiye’de siyaset, bir atışma ve ortaoyunu gibi işledi, işliyor… Bazen mizah bu atışma hattını izliyor, bazen de siyaset, mizah’ın ortaoyununu takip ediyor. Atışmaktan yana olmayan, farklı bir ses vermeye çalışanların söz’ünü, çabasını ise “değersiz”leştiriyor bu, siyasetin anaakımını bu atışma belirliyor. Atışmanın dışında kalarak siyaset yapmak isteyenleri ise, anaakım, siyaset’in dışına çıkarıyor. Garip bir durum bu… Siyasetçiler, elleri bellerinde, birbirlerine laf atıyorlar sanki…

(ÖM):
Atışmanın içeriğini belirleyen, ortaoyuncuları da kendisi saptayan bu mekanizma, farklı sesleri “değersiz” kılarak, onların söz’ünün Türkiye siyasetine yön veremeyeceğine kanaat getiriyor, “gereksizleştiriyor”. Aslında bu tutum, farklı grupları aynı anda hem siyasal alan’dan dışlayıp hem de kendi kontrolü altında tutarak içerimlemiyor mu? Buna “kapsayarak dışlama” da diyebilir miyiz?

(LC):
Evet… Herkes dâhil olur bu sürece. Dildeki şiddeti, ayrımcılığı, ufuksuzluğu, biteviye tekrarı fark edemez olursunuz. Bunu sorun edemezsiniz, oyunun kuralı budur. Öyle bir işler ki “ya sev ya terk et” mantığına bağlanırsınız.

(ÖM): Mizah dergilerinin bu kadar farklı içerikte hazırlanması, politik-olmayan dergilerin bir süre sonra, politik dergiciler tarafından “pembe mizah” yapmakla eleştirilmelerine yol açtı…


(LC):
Tabii ki, özellikle Gırgır’dan sonra gazetelerin mizah köşelerindeki çizerlerin oluşturduğu “karikatürcüler derneği” ile popüler mizah dergilerinin çizerleri arasında “sanat-ticaret” tartışması başlıyor. “Gazeteci” karikatürcüler, popüler mizah dergisi çizerlerini politik yönden yetersiz buluyordu. Bu tartışma günümüzde sürmüyor ama kaybolmuş da değil… Mizah dergileri kimi zaman apolitik olmakla, kimi zaman marjinal yayın yapmakla suçlanırken, kimi zaman ise sahici muhalefetin odağı oldukları için övülürler. Her açıdan abartıldıklarını düşünüyorum. Gazetelerde çizenler ticaret yapmıyor muydu? Her şeyden önce espriyi, çizgiyi ve geniş anlamıyla popüler üslûbu belirleyen endüstridir. Eğer piyasa beklentilerinin dışındaysanız veya altındaysanız dahil olamazsınız, telifle geçinemezsiniz, emeğinizin karşılığını alamazsınız. Tekrar edeyim: Mizah dergileri yakın dönemlerde sağ partilere yönelik eleştirileri arttığında muhalif, çoğunluk değerlerini eleştirdiklerinde marjinal, gündelik hayatı kritize ettiklerinde apolitik sayıldılar. Daha yakından bakılmalılar, hepsinden izler taşıyorlar…

(ÖM): Bugünkü mizah dergilerinin büyük bölümü o “sahici muhalefet”in odağı sayılıyorlar… Dergi kapakları anında facebook ve twitter’dan paylaşılıyor, ses getiriyor…


(LC):
Evet, artık daha hızlı bir paylaşım ağı var ama dergilerin o “sahici muhalefet”i yaptıkları için mi çok övüldükleri konusuna gelirsek bundan çok emin değilim. Bugün AKP’ye karşıt çevre, dağılmamayı arzuluyor, ittifak yapmak istiyor. Dergilerin hükümete yönelttikleri her mizahi eleştiri de, “karşı tarafa atılacak bir gol” olarak sahipleniliyor, bu mizahi eleştirinin içeriğine ve niteliğine pek bakılmıyor. Hâlbuki kapaklarıyla ön plana çıkan dergiler, geçmişte de benzer işleri yaptıkları halde, önemsenmiyorlardı. Bugünün siyasi aurasını belirleyen AKP karşıtı ittifak arayışları, birçok kişiyi bu dergilerdeki siyasi mizahı aynen kabullenmeye, onu beğenmeye ve paylaşmaya teşvik ediyor. Bu tutum, dergileri sahiplenildiği, satışlara yansıdığı veya ne bileyim daha dikkatle konuşulduğu bir sonuç yarattı mı? Hayır…

(ÖM): Mizahçılar, böylesi dönemlerde mizahın belli ittifaklar ya da siyasal projeler için kullanılmasına nasıl yaklaştılar? Mizahçı-siyaset ilişkisi nasıl ilerledi?


(LC):
Mizah dergileri genelde taraf görünmeyi istemezler; çünkü tarafgirlik, popülerliği ve satışı aksatabilir. Akbaba’dan itibaren, Oğuz Aral geleneği dâhil olmak üzere, mizah dergileri ve mizahçılar kendilerini belli bir ideolojiyle/partiyle sınırlamayı tercih etmedi. Mesela Gırgır için “CHP’liler de okurdu, AP’liler de” denir. Övülmek adına söylenmiştir, aynı noktadan hareketle de eleştirilmiştir. Taraf olmak, tiraj kaybınızı beraberinde getireceği ve artık görece sınırlı okur kitlesine hitap edeceğiniz için, bir zamanlar ödediğiniz telifi ödeyemezsiniz ve ilerleyen aşamada dergiyi kapatmak durumunda kalabilirsiniz. Geçmişteki dergiler, kendilerini tanımlamak istediklerinde kapak ya da ikinci sayfadaki başyazıyla bunu belli edebiliyorlardı. Başyazı geleneği Gırgır’la kalktı, sonra Leman’la yeniden geldi. Dergi kapakları, siyasi vitrin işlevi görüyorlar. Önemli bir gazetecinin açıklamalarına atıfla ya da bu açıklamayı çağrıştıracak bir kapakla okur karşısına çıkıyorlar. Aslında derginin siyasi pozisyonunu belli etme amacıyla başvurulan atıflar, bunu kullanma yolları başlı başına anlamlıdır, çünkü dergi önemli bir yazarın/gazetecinin sözünü arkasına alarak, o yazarı da onore ederek siyasi çizgisini saptadığını, “taraf”ını netleştirdiğini gösterir. Yakın döneme bakıldığında farklı bir çizgiyle de karşılaşıyoruz: Uykusuz, Penguen ve Leman için, mizah dergilerindeki alışıldık tarafsızlığın kaybolduğunu söyleyebiliriz -özellikle Leman’da-. Derginin tüm çizerleri bu siyasi konuları işlemese de, Leman kendisini ulusalcı, anti-emperyalist bir çizgide tanımladı, aslında mizahın farklı yönlerinin işlendiği Leman’da siyasi tavır, mizahın önüne geçti (bkz. Levent Cantek, “Leman, Anti-Medya ve İç Savaş Manzaraları”, Birikim, S. 102, s. 61-76, 1997). Kural değişmedi tabii ki: Bu denli siyasi bir tavır koyarsanız satışlarınız da düşüyor. Veya dergiler satışları düşerken mi aktüel siyasete sarılıyorlar, tartışmak lazım… Leman, bugün, dergi satışlarıyla değil, eğlence sektöründeki varlığıyla (bar vs.) ayakta duruyor. Bu yeni dönemde mizahını yenileyemedi, geçmişte muğlak olan anti-emperyalist ve ulusalcı çizgisini öne çıkardı. Nihat Genç, dergideki bu tercihin öncü ismi oldu. Genç, siyasal romantizmiyle tahkir eden, yaftalayan, sert ifadelerle “hainleri”, “dönekleri” ifşa eden bir üslûp benimsedi. Mizah dergisi/dergiciliği ya da yazarlığı elbette bu değil, içinde ironi ve espriye pek yer yok bunun. Yapılan, Türkiye’deki egemen siyaset tarzının bir tekrarı… Leman, mizahıyla değil, siyasi tavrıyla hatırlanıyor ki, bu başka bir şey demek…

(ÖM): Mizah, toplumun genel yaşam tarzını nasıl aktarıyor ya da taşıyor? Sizin Gırgır için kullandığınız ifadeyle “mahalle dergisi” yakınlığını bize hissettiren unsurlar nelerdir? Oğuz Aral’ın “Avni”si üzerinden gidebilir miyiz?


(LC):
Popüler kültürde genel olarak bir “mahalle” vurgusu hep vardır. Bir derginin, üstelik yüksek tirajlıysa, çoğunluk değerlerine hitap edebilmesi için, mahalleye yakın durması, mahalleden bahsetmesi beklenirdi. Dergi, “dostluk-samimiyet-genel insan ilişkileri ve ahlak kuralları”na gönderme yapardı. Dergide çizmeye başlayan gençlerin de bu değerleri daha yakından gözlemlemeleri istenirdi. Mahalle konuşmaları, gündelik ilişkiler, insanların hayal kırıklıkları ve başarısızlıkları, mahalledeki göçmenler, genç erkeklerin kimlik bunalımları, kadınsızlıkları, sınıf atlama telaşları mizahın gündemine böylelikle yerleşti. İlk dönemlerde çizerler belki o kenar mahalleden değildi ama mahalleye orta sınıf gözlüğünden baktılar. Bu mahalle gündemi, 1950’lerde de kendine yer buldu. Örneğin, bir “teneke mahallesi” ve “lehimsiz sokak” etrafında kenarlardaki yaşam çizilirdi. 1970-80’lerde “mahalle” vurgusu daha belirginleşti ve “mahalle” odaklı mizahtan anlaşılan, gecekondulardı. Şimdi “mahalle”nin yerini “varoş” aldı. Eskiden 300 bin satan mizah dergilerinin bugün en çok satanı 50-60 bin civarında... Hayat değişti, okurlar da değişti. Mizah dergileri okurlarına göre yayın yapmak zorundalar. Şehirli, eğitimli bir kitleye dergi satıyorlar artık. Berberlerde mizah dergisi bulunmuyor. Dergilerde Türkiye’nin her kesiminden insana rastlayamazsınız. Ama siyaseten doğrucu bir dil de gelişti. 1990’lı yılların maganda esprileri sert geliyor artık okura. Ahmet Yılmaz’ın çizerliği orta sınıf okura artık hoyratça gelirken, Umut Sarıkaya daha samimi bulunuyor. Niye, anlattığı çevrelerle daha yumuşak ve siyaseten doğrucu konuşuyor. Sarıkaya, muhtemelen Alevi-sol bir kültürden geliyor, bu bile başlı başına bir fark, sanki anlattığı çocukların omzuna elini atmış, onlarla gerçekten konuşmuş, onları sevmiş hissi uyandırıyor bende…

(ÖM): Umut Sarıkaya’da hayatın detaylarına eğilen, “konu odaklı” bir yaklaşım da var…


(LC):
Evet, ama bu minimalizm eskiden beri vardı… Gırgır dergisi, 1990’lara dek, tek kanallı televizyona odaklı mizahla birlikte ilerledi. Önceki gece tv’de seyrettiğimiz şeyi, ertesi gün hemen konuşur, birkaç gün sonra da dergide okurduk. 1990’larda özel kanallar yayına başlayınca, izleyici tercihleri değişti, çeşitlendi. Dergilerin tirajı düştü, televizyonla rekabet edemediler, mizahlarını ve alışkanlıklarını yenileyemediler. Çoğalan kanallar, beraberinde farklı zevkleri ve daha çok tv izlemeyi, daha az dergi talebini beraberinde getirdi. 300 binden 50 bine satışa düşen dergiler, daha minimal alanlardan mizah türetme yoluna girdiler. Tv, artık atıfta bulunamayacağınız, tirajınızı düşüren bir rakibe dönüşmüştü.

(ÖM): Türkiye’de mizahın yaşadığı büyük dönüşüme ya da kırılmaya hangi olaylar neden olmuş olabilir, örneğin 12 Eylül’ün mizahın dönüşümündeki etkisi nedir?


(LC):
Bence mizahtaki asıl dönüşümü 12 Eylül’de aramak çok doğru olmaz. 12 Eylül önemli bir kırılma noktasıdır ama Türkiye’de mizah dergileri tarihsel bakımdan saf politik olmadıkları için, 12 Eylül’ün siyasal dalgasından o denli etkilenmediler. 1990’larda yayına başlayan özel tv kanallarının ve 1997’den sonraki internetin, sosyal medyanın ağırlık kazanması, mizahı daha derinden etkiledi ve onun dağıtım/erişim kanallarını tıkadı, daralttı. 12 Eylül ve sonrasında Berlin Duvarı’nın yıkılmasının Türkiye’ye elbette etkisi oldu, ancak dergiler ve çizerler için asıl dönüşüm, tv ve internetin bir rakip olarak belirmesiydi. Mizah dergileri, Türkiye’de siyasi yönleriyle hatırlanmıyor, dolayısıyla gerilemelerini sadece 12 Eylül’e bağlamak hatalı olabilir. Siyasi mizahın geçmişte belirgin olduğu bir Türkiye’den bahsedebilseydik, 12 Eylül’ün mizah üzerinde açtığı yaraları çok daha fazla konuşabilirdik ama bu, tarihsel açıdan doğru olmaz. Türkiye’deki mizahın dönüşümünü sosyal medya ve iletişim teknolojilerindeki değişimle daha fazla ilişkilendirerek, tv yapımlarının içerik değişimlerinin ışığında yeniden yorumlamalıyız. Tv dizilerine bugüne kadar hiç görülmemiş bir finansman sağlanırken, sosyal medya ve internet yayıncılığı günbegün büyürken, mizah dergiciliğinin gerileyişini 12 Eylül ya da Berlin Duvarı’nın çöküşü ile sınırlı okumak, eksik bir analiz olur (tv dizileri üzerine analizler için bkz. Levent Cantek, “Şehre Göçen Eşek”, İletişim Y., 2011; " ‘Yalancı Dünyanın Yalancı Hikâyeleri’: Gündelik Hayat, TV Dizileri ve Popüler Kültür”, Birikim, S. 256-257, s. 84-89, 2010).

(ÖM): Öyleyse, yeni dönem mizah dergilerine nasıl yaklaşılabilir? Okurlarının profili hakkında neler söylenebilir? Sonuçta; okur, dergisinden neler bekliyor..?


(LC):
Mizah dergilerini gündelik hayatı algılayışlarıyla, ahlaki değerleri yorumlayışlarıyla irdelemeyi öneriyorum. Bu dergilerin siyasal bir ideolojiye yakın durmamaları ya da mizahın popüler olanına yaslanmaları, onları mutlak anlamda apolitik yapmaz. Mizah dergilerinin önemli bölümünün yazar/çizer ve okur profilinin orta sınıf, kentli, tahsilli, dil bilen ve tartışan insanlardan oluştuğunu hatırlarsak, bu okur siyaset’e uzak/yabancı değil ama arayışları ve yaklaşımları mevcut siyasetçilerinkinden çok farklı. Bu yüzden, siyasetten konuşuyorlar ama siyasetçilerin tavırlarını sevmiyorlar. Gençlerle siyasetçilerin siyasi bağlamları örtüşmüyor. Gündemin, siyasetçilerin istediği gibi dar ve keskin, alışıldık düaliteler (ikilikler) üzerinden yorumlanmasına karşılar ya da bir derginin belli bir ideolojinin/partinin güdümünde hareket etmesini istemiyorlar. Uykusuz’un bu kadar çok tutulmasının bir nedeni de bu… Okur, dergiden ne bekliyor? Bence öncelikli olarak televizyonda ve anaakımda olmayan bir yorum ve esprili bir yaklaşım bekliyor. Bu dil, ne kadar siyasetin diline benzerse, ne kadar anaakım medyaya yaklaşırsa okur o dergiden uzaklaşıyor. Ayrıca, dikkat edin, anaakım medyada sarkastik bir dil var, ciddi bir şey söylerken bile hemen “o kadar da ciddi değilim” demenin eşiğinde duruyor. Popülerleşecek her türlü yol deneniyor. Özellikle gazetelerin internet sayfaları, mizah dergilerini dil olarak taklit ediyor, epeyce zorluyor.

link

Özge Mumcu ile Nasıl Dergisine memleket mizahı hakkında konuşmuştuk, tam metni blog sayfasına almış, oradan aktardım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder