Pazar, Ekim 02, 2011

Demir Leblebi Yeniden

Julia yeniden yayınlanmaya başladı, yedi yıllık bir ayrılık yaşamış olduk. Erkek okurların çokluğundan veya eskilere rağbet göstermelerinden, muhafazakârlıklarından olabilir, pek satmamış, benzerlerine göre kısa sayılabilecek bir ömrü olmuştu. Julia, Türkiye’de hayli sevilen Ken Parker’in ünlü senaristi Giancarlo Berardi’nin görece yakın tarihli (1998), ünlü çizer ortağı Milazzo’suz çıktığı polisiye türünde yeni kahramanı. Türkçedeki ilk yayınında, hangi akla hizmet bilinmez “Kadın Dedektif” üst başlığıyla sunulmuştu, ilgisi yok elbette. Julia, polis teşkilatına yardımcı olan bir öğretim üyesi, krimonoloji uzmanı, kadınlığına yakıştırılan (bu yüzden klişe duruyor bir parça) duyarlı bir entelektüel portresiyle çiziliyor. İtalyan “giallo”larını çağrıştıran sert polisiye velvelenin gerisinde melodramatik gerilimler de kullanılıyor. Onun kâbuslarını, özel hayatındaki yalnızlığını izliyoruz. İtalyanların çizgi roman geleneklerine uygun biçimde, Julia rolü Audrey Hepburn’a verilmiş, çeşitli tiplemelerde yüz ve fizik olarak yine Hollywood oyuncularına rastlıyoruz.

Julia hikâyelerinde bir “dark city” atmosferi yaratıldığı görülüyor: karanlıklar, neonlar, izbe sokaklar, siluetler, mutsuz ve yorgun yüzlerle dolu umarsız bir şehir var başrolde. Hemen her hikâye farklı çizerler tarafından üretilmesine rağmen hepsini birbirine yakınlaştıran şey, miladı Caniff, Eisner ya da Hazard benzeri “sert” fırçaların ürkütücü siyah-beyaz karşıtlıklarına dayanan atmosferi iştahla ve ısrarlı biçimde vurgulamaları olabilir. Bu tekinsiz resim, Julia’nın üzerinde ağır bir “gerilim” karanlığı yaratıyor; kâbusları ve yalnızlıkları pekiştiren, suçları ve cezaları hazırlayan bir arkaplan hazırlıyor. Dylan Dog’un korku ve Nick Raider’in New York atmosferinin melezleşmiş bir biçimi belki de. Üstüne, hikâyeden çok Julia’nın psikolojisini didikleyen Berardi sosunu ekleyebiliriz. Berardi, anlatım estetiğiyle, seçimleriyle geleneksel Fumetti tarzından çok Fransa-Belçika ekolüne yakın bir aeteur’dür. Ne seyir zevkini ve okumayı kolaylaştıracak bir çizgi dengesine, ne de okuyucuyu rahatlatacak zihinsel çağrışımlara prim veren bir üslubu vardır. Julia’da, kırılıp dökülen, kederli ve incinmiş, yaşadıklarını bir türlü içinden söküp atamayan, an’ı yaşayamayan bir kadın çıkartıyor karşımıza. Tanıdığımız, özdeşleşmeye müsait biri değil, ürkek ve çoğunlukla “kazanamayan” bir kahraman. Cinsellik taşıyor üzerinde ama bundan daha başka bir hali çağrıştırıyor; şefkat ve yardımcı olma duygusu yaratan bir ergen sanki. Denk düşer de kötü adama yumruğunu savurursa, Mister No uçarılığıyla hınzırlıklar yapan, gözünü budaktan esirgemeyen yakın dostu Leo Baxter kadar rahat olamıyor. Bir tabancayı nasıl kullanacağını bilmiyor, eline aldığında ayağını vurmaktan korkuyor.

En tehlikeli silahıysa sözleri, hem de açık ara; karşısındakini bilinçaltından tefrik eden, çözülmeye zorlayan, saldırgan ve meraklı sorular ve argümanlar seçiyor; hepsi sıkıntı veren huzursuz edici şeyler. Bir çocuk-kadın olarak hasbıhal ettiği insanlarda (ekseriyetle erkeklerde) haddini bildirme öfkesi yaratabiliyor. İşini yaparken sergilediği soğukkanlı, mesafeli ve anlayışlı Julia’nın bir başına kaldığında çektiği “acılar” ise okuyucuyla paylaşılıyor. O mağrur kadının nasıl elemle kıvrandığını, mahremiyetini gözetleyenler olarak biliyoruz. Çizgi romanda kahramanların psikolojilerini ilk betimleyenler, Amerikan süper-hero ekolünün üreticileri olmuştur. Sürekli kazanan ve haklı çıkan, her defasında kötülere galebe çalan, perhizci bir yaşama zorlanan o kostümlü kahramanların acılar çekebileceğini, psikonöretik
sorunlarla dolu bir iç dünyaları olabileceğini akıl ederek ilk kez hikâyelerine katan Stan “The Man” Lee’dir. Bizim çizgi romanla ilgili beğeni kalıplarımız olan Fumetti kahramanları ise, istisna serüvenler dışında bu denli “deep”lere düşmezler. Berardi, işte bu yüzden farklı bir yorumcu, hem fumetti hem de “memleket” yemeklerinde. Julia’yı, gerçekçi kılan ve hikâyenin esası olan, yaşadığı serüvenler değil onun hayatı ve acıları aslında. Parçalanmış bir hayat yaşıyor. Eğreti aile bağları, hasret ve endişelerle deviniyor karelerde. Uyuşturucu müptelası olan mutsuz kızkardeşi, erkek arkadaşlarıyla yaptığı soğuk, kısa ve ürkek telefon konuşmaları ve uzakta, bir huzurevinde yaşayan büyükanneye yapılan haftasonu ziyaretleri anlatılıyor. Julia’nın, geçmişinden kalan her şey, içini döktüğü ve zafiyet gösterdiği, ama bir o kadar da “kendi” olduğu mutluluk “an”larının temelini oluşturuyor. Öte yanda, modern şehrin baskıcı rutinleri, sürekli çalışmak ve yaşamak zorunda olduğu “iş”lerin bitimsiz gerçekliği, başucunda eşik bekçisi gibi duruyor.

Berardi, çizgi romanın “kaçış aracı” olarak kullanılmasına karşı çıkarak şöyle diyor: “bulutlardan inmek gerekiyor ve bu bir ihtiyaç (...) artık hayattan kaçışı ya da kopuşu canlandırmayan kitaplar, filmler ve televizyon dizileriyle karşılaşmak beklenmedik bir durum haline geldi. Sanki yaşam sürekli kılık değiştiren, herşeyden uzak tuttuğumuz bir canavar”. İşte Julia’yı demir leblebi yapan da bu: hayatın içinde kalması.


Birgün Kitap, 1.10.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder