Fotoğraf: Faika Berat Taskiran
link
Çarşamba, Haziran 30, 2010
Salı, Haziran 29, 2010
Pazartesi, Haziran 28, 2010
Cuma, Haziran 25, 2010
Perşembe, Haziran 24, 2010
Çarşamba, Haziran 23, 2010
Bayıldım
Salı, Haziran 22, 2010
Pazartesi, Haziran 21, 2010
Pazar, Haziran 20, 2010
Cumartesi, Haziran 19, 2010
Kostümlere Devlet Karışırsa...
İki yıl kadar oluyor, oğlum parkta sağa sola koşuştururken birdenbire bir şey hatırlamış gibi durdu, tuhaf biçimde yere diz çöktü, yumrukları sıkılıydı ve yüzü de hayli gergindi. Her ebeveynin yapacağı gibi telaşlanarak ama telaşlandığımı gizleyerek yanına seyirttim. Gözlerini kısarak “Baba ağ atamıyorum” dedi. Üç buçuk yaşında, hayatında ne bir Örümcek Adam filmi seyretmiş ne de çizgi romanını görmüş bir çocuktu ama bir kahramanı böylesi ontolojik bir sorunla birlikte “sahneleyebilecek” kadar onunla özdeşleşebiliyordu. Kreşteki diğer çocuklar Örümcek Adam ile Spiderman’ı ayrı kahramanlar sansalar da oynuyorlardı işte, onlardan öğrenmişti. Amerikan çizgi romanları, aşağı yukarı bir on yıldır filmleri ve oyuncaklarıyla dolaşıma giriyor ve geçmişte olmadığı ölçüde bilinip konuşuluyorlar. Oysa bizde Amerikan çizgi romanları-süper kahramanlar ticari olarak başarılı değillerdir; yan ürünleriyle değil hikâyeleriyle varolmak durumunda kaldıkları dönemlerde hep az satan, kısa ömürlü yayınlar olmuşlardır. Bugün kitap-dergi satışı olarak çok farklı bir durumda değiller ama farklı bir pazarlamanın neticesinde daha fazla biliniyorlar, hayatın içindeler. Aslına bakılırsa, Amerika’da da benzer bir sorunla karşı karşıyalar. Oradaki dergi satışları, yan ürünlerle kıyaslandığında oran olarak giderek küçülüyor. Öyle ki çizgi romanlar, oyuncakların (ve filmlerin) bir yan ürününe dönüştü neredeyse.
Radikal Kitap, 18.6.2010
Cuma, Haziran 18, 2010
Perşembe, Haziran 17, 2010
Çarşamba, Haziran 16, 2010
Salı, Haziran 15, 2010
Pazar, Haziran 13, 2010
Yusuf Ziya’nın Akbaba Mizah Dergisi
-->(…) Akbaba’nın yanlılığı, bir siyasal parti yerine bir başkasının yandaşı olması, bu yandaşlığı dönemsel olarak değiştirmesi değildir. Liberal yaklaşımlar, örtülü ödeneğin yasaklanması ya da cezalandırılmasıyla bu türden bir sorunun ortadan kalkabileceğine iddia edebilirler. Buna göre sorunlar basın etiğinin geliştirilmesiyle çözümlenebilecektir. Akbaba’nın basının mali özerkliğine kavuşamadığı, gazetelerin siyasal partilerden kopamadığı bir dönemin yayını olduğu da iddia edilebilir. Bu iddiadaki dolaylı vurgu, devletin basına doğrudan müdahale etmesiyle ilgilidir. Oysa Yusuf Ziya Ortaç’ın yanlılığı dönemsel değil, yapısal bir yanlılıktır. Bir başka ifadeyle gazetelerin mali özerkliğine kavuşması, siyasal partilerden uzaklaşmaları ve son olarak devletin basına müdahalede bulunmaması özgür basını yaratmayacaktır. Özgür Basın varolamadığı için Akbaba gibi dergiler ve Yusuf Ziya Ortaç benzeri yayıncı-yazarlar ortaya çıkmış değildir (...)
Tarih ve Toplum, Yeni Yaklaşımlar, Bahar 2010 (10) sayısında yer alan “Yusuf Ziya’nın Akbaba Mizah Dergisi” başlıklı yazıdan bölüm.
Cumartesi, Haziran 12, 2010
Cuma, Haziran 11, 2010
Perşembe, Haziran 10, 2010
Çarşamba, Haziran 09, 2010
Salı, Haziran 08, 2010
Vay Vay...
Şöyle yazıyor: "Efsane Lider / Adolf Hitler/ Sabrımız Kalmadı/ Ruhunu Gönder". Ne denir bilinmez, sapla samanı karıştırıyorlar desem değil...Hakkaten değil.
Pazartesi, Haziran 07, 2010
Pazar, Haziran 06, 2010
Markopaşa
-->Hiç ana babası olmamış, kendi kendini yaratmış biri gibidir Markopaşa. Bir vicdani çığlık. Ahfadından çevresinden herşeyden çok gerçek durur sözleri. İnanılmaz bir enerjidir, her defasında küllerinden doğmak. Ad, adres değiştirmek gizliden gizliye yazılar yazmak, polisten kaçmak ve matbaa bulamadığında Gutenberg’e danışıp, teksirle çoğalmak. Satıcı bulamadıklarında sokaklarda “Marko Paşa!” diye bağıra bağıra gazete satmak. Markopaşa, memleket mizahının amentüsü. Adetlere, vasatlığa, klişelere saldıran bir deli.
Cumartesi, Haziran 05, 2010
Seks, Yalanlar ve Videoteyp
Baltimore’de geçen ünlü Amerikan dizisi The Wire (2002-2008) ilk sezonunda oldukça farklı bir mafya ahvali gösteriyor bize. Buna göre mafya mensupları özel arabalarında, büro ve evlerinde işleriyle ilgili konuşmuyorlar. Sokağa çıkıyorlar, sürekli yürüyerek ve karşılıklı yön değiştirerek, ağızlarını aralıklarla kapatarak, bazen şifreli dil kullanarak konuşuyorlar. İzlendiklerini, dinlendiklerini biliyor ve ona göre yaşıyorlar. Kameralar gelmeden konuşmasına başlamayan, en çarpıcı demeçlerini canlı yayına geçildiği zamana saklayan siyasetçilerin tavrıyla kıyaslanabilecek bir takip edilme sendromu bu. Seksenli yılların pop ikonu Madonna’nın ahir zaman yıldızlardan farkının, hayatının her anını kameralar tarafından kaydedilecekmiş gibi yaşaması olduğu iddia ediliyordu. Biri Bizi Gözetliyor türünden reality şovların yaygınlık kazanmasının nedenlerinden birinin de başdöndürücü teknolojik gelişmeler olduğu söylenebilir. Hobsbawn’ın deyişiyle yirminci yüzyıl, sıradan insanların yüzyılıydı ve onların ürettiği, onlar için üretilen sanat bu yüzyıla hâkim olmuştu. Birbirleriyle bağlantılı iki araç, sıradan insanın dünyasını ilk kez bu kadar görünür ve belgelenebilir hale getirdi: röportaj ve kamera. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla nihayetlenen Soğuk Savaş döneminin etkileri en çok ve bir kez daha gündelik yaşama sirayet eden teknoloji ile kendini gösterdi. Cep telefonları ve internet bu yeni dönemin simgeleri oldular. Cep telefonları sayesinde kolaylaşan ses ve görüntü kayıtları internet aracılığıyla global ölçekli olarak dolaşıma girdi. İnsanların mahremlerine ilişkin görüntüler büyük bir hızla yaygınlık kazandı. Bazen canını kurtarmak için ikiz kulelerden kendini atan 11 Eylül mağdurları, bazen trafik kazasında can veren kurbanın ölüm anı, bazen de zamanında rızaya dayalı olarak çekilmiş, ancak sonra karşı tarafı incitmek için silaha dönüşmüş cinsel ilişki görüntülerinden mürekkep mahrem anlar birer birer internete “düşüyor”du. Dikkat edilirse gündelik dilde “internete düşmekten” söz edilir oldu. Kontrolsüzlüğü, teşhirciliği, ahlaki zaafiyeti, kalitesizliği, herkes tarafından ulaşılabilir olmayı ifade ediyor bu deyim. Dolayısıyla, internet çağında, kendimize saklamak istediğimiz şeyi nereye kadar ve nasıl koruyabileceğimiz konusunda kaygı yaratacak, hatta paranoyaya dönüşecek kadar büyük bir belirsizlik var (...)
[Birikim 254, Haziran 2010, Funda Şenol ile yazdığımız aynı başlıklı yazıdan bölüm]
[Birikim 254, Haziran 2010, Funda Şenol ile yazdığımız aynı başlıklı yazıdan bölüm]
Cuma, Haziran 04, 2010
Perşembe, Haziran 03, 2010
Çarşamba, Haziran 02, 2010
Deli Gücük-Alacakaranlık Zamanlar Çıktı
Deri yüzen katiller, keskin nişancılar, Helenistik ormanlarda Yunan askerleri, ecinnilerin büyük anası, loğusaların musallatı, cüzamlılar, Nasrettin Hoca, Don Kişot, konuşan köpekler... ve daha başka karakterler Deli Gücük’ün eskimiş çarıkları ile yürüdüğü Osmanlı taşrasında, hasım ya da müttefik olarak karşısına çıkıyor. Dostların dermanları Gücük’ün işine yarayacak mı, orası meçhul. Zira bu kez cendere daha bir amansız, kahramanımız için...
232 sayfalık çizgi roman kitabında 16 çizgi roman, ilüstrasyonlarla zenginleştirilmiş 3 öykü bulunuyor. Kitapta Aziz Tuna C., Murat Başekim, Özgür Kurtuluş, Emre Kuzuoğlu, Ömer Bahri Gördebak ve Can Dağ yazar olarak katılıyor. Coşkun Kuzgun, Uğur Bülent Sertçelik, Çağrı Coşkun, Murat Gürdal Akkoç, Ozan Küçükusta, Selçuk Ören, Ethem Onur Bilgiç, Murat Başol, Varol Gökdamar, Emre Yüce çizgi roman sayfalarıyla; Mert Yavaşça, Koray Kuranel, Elif Varol Ergen, Zeynep Özatalay, Melike Acar, Yıldıray Çınar, Fatih Okta, M.K. Perker ve Kenan Yarar ilüstrasyonlarıyla yer alıyor. Kitabın sonunda Can T. Yalçınkaya'nın korku çizgi romanları üzerine bir yazısı da bulunuyor. [Basın Bülteninden]