Cuma, Ağustos 14, 2009

Beyazcamın Hainleri


MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, varoşlarda geçim sıkıntısı çeken insanların Televole seyrederek komünist olabileceklerini söyledi. Gelir dağılımındaki eşitsizliklerin mi, yoksa “servet düşmanlığı”nın körükleniyor olduğunun mu altını çizmişti, aslında çok belirgin değil. Ancak Atasagun’a bunu söyletenin, “sorumlu medya” çağrıları ve “medyaya çeki-düzen verme” çabalarıyla birarada düşünülebilecek resmî bir endişe olduğu anlaşılıyor. Epey bir zamandır devlet nezdinde bu minvalde gelişmeler yaşanıyor. Sağlık Bakanlığı Bilimsel Kurulu, medyanın çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri hususunda görüşler yayımlıyor. Bu da RTÜK kararlarında bağlayıcı oluyor. Devlet sanatçılarının mafya mensubu rollerini oynamaması gerektiği söyleniyor, prime time’ın yerli kahramanlarının silah taşımaması yönünde uyarılar yapılıyor.

Olayın ahlâkî boyutuyla ilgili tartışmaları bir yana bırakarak, iletişim araştırmalarına bakarsak, ağırlıklı bir bölümünün medyanın izleyici üzerindeki etkilerini araştırdığını görürüz. Temel soru(n) şudur: izleyici, medyaya bağımlı mıdır? Bir başka deyişle, tembel, edilgen izleyiciler olarak onun mesajlarına maruz mu kalmaktadırlar? Medya tarafından gönderilen mesajlar bütün izleyiciler tarafından aynı biçimde mi anlaşılmaktadır? Uzun bir dönem tüm dünyada bunun cevabının “evet” olduğuna inanılmıştır. İzleyiciler medya mesajlarına benzer tepki verdikleri gibi, tutum ve davranışlarındaki olası değişmelerin de benzer olduğu düşünülmüş, bununla ilgili sayısız akademik ve ticari araştırma yapılmıştır.

Bizde de yok değildir bu düşünceler. Kırklı yıllarda filmlerin çocuklar ve gençleri “zehirlememesi” için mücadeleler veren Osman Şevki Uludağ’a, dönemin ünlü tıp otoritesi Mazhar Osman’ın yazdığı mektup bunun önemli bir kanıtı sayılabilir: “Anti-sosyal bir takım adamlar var ki, cemiyetin huzuru onları tazip eder ve cemiyete iblis ruhunu aşılamak isterler... Sinemadan iyi şırınga aleti olur mu?” Oysa, sonraları medyanın bu denli etkili olmadığı, aynı iletilere tabi olsalar da insanların, farklılıkları sebebiyle algılamalarında farklılıklar olabileceği söylenmiş, farklı referans grupları, cemaatler, komiteler, çıkar grupları, özel birliktelikler, birlikler olduğu da hesaplanmıştır. Ellili yıllarda, Menderes’in bir seçim zaferi sonrası, radyoda propaganda imkânı tanıdığı CHP’ye yönelik sözleri de bunu anlatır: “Kullandırtmadınız ne oldu, kullandınız ne oldu?”.

Medya iletileri karşısında bireyler çoğunlukla tek başlarına değil, farklı kimlik ve aidiyetlerle durmaktadırlar. Gündelik yaşamla ilgili sorunlarda medya etkileri sınırlıdır; medya, uzun vadede ve daha genelleyici bir tutum belirlemekte maharetli olsa da, özel olaylar ve tekil durumlarda yerel aidiyetler, gruplar arası ilişkiler belirgin olarak öne çıkmaktadır. Kaldı ki, medya mesajlarının aynı biçimde ve eşgüdümlü olarak anlaşıldığını düşünmek yanlıştır. Yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, kızılderililer, western filmlerinin ilk yarısını seyredip televizyonu kapatmaktadırlar. İdeolojisi gereği muhafazakâr ve bağnaz olduğu düşünülen bir anlatının, başka bir zaman ve yerde radikal bir gündemi – veya onun bir uzantısını – oluşturmayacağını kimse garanti edemez. Kapatma cezası aldığı için yayından kaldırılan Pokemon kahramanları, bunca debdebeyi unutarak düşünecek olursak, orta sınıftan bir çocuk için can sıkıntısını giderme işlevini taşıyor olabilir, ama kenar mahallede yaşayan bir başka çocuk için gizli, belki muhalif anlamlara sahip bir tahayyülün aracına dönüşebilir.

Çocukların ve gençlerin ruh sağlığını bozduğu gerekçesiyle engellenmeye çalışılan sayısız düşman olmuştur. Kırklı yıllarda Bobstil ve Miki Fare; Ellilerde Pekos Bill, Tommiks ve Mayk Hammer; Altmışlarda Yeşilçam; Yetmişlerde Gırgır tiplemeleri ve porno filmler; Seksenlerde arabesk ve Doksanlarda özel tv yayıncılığı, düzenleme ve disipline sokma arzusunun resmî hedefleri oldular. Her rejim, kendi düzeninin kalıcılığı uğruna çarpışmak için tehdit, tehlike ve düşmana ihtiyaç duyar. Çoğunlukla muhafazakârlıkla açıklanabilecek endişe dolu “hastalık uyarıları” yapılır. Katılmamakla birlikte, medyaya yönelik tek boyutlu resmî yaklaşımları anlayabiliriz. Asıl vurgulanması gereken ise, suçlamaların ve bundan temellenen yasakçı düzenlemelerin eşitlik ilkesine uymadan, medyanın dilini yeniden üretircesine popüler olana yönelik olmasıdır. Maksat üzüm yemek değil, bilim, ahlâk ya da pedagoji adına “iktidar”ı her biçimde hissettirmek.

Kuzu,derede su içerken Kurt yanına gelmiş, “suyumu kirletiyorsun” demiş. Kuzu, “Ama efendim su sizin taraftan akıyor” diye karşılık vermiş. Kurt bunun üzerine iyice hırlamış, “Bulandırıyorsun işte, ayrıca sen bana küfretmişsin geçen yıl”. Kuzu şaşırmış, “Nasıl olur, ben geçen yıl dünyada yoktum ki”. “Sen değilsen kardeşindir, ukala...” demiş Kurt hiddetle. Kuzu, “Kardeşim yok ki küfretsin” diye kekelerken Kurt, “Seninkilerden biridir öyleyse” diye diretmiş. “İşiniz gücünüz beni çekiştirmek; çobanlarınız köpeklerinizle birleşip anlattılar bana. Haddinizi bildirmeli biri” demiş ve zavallı kuzuyu tuttuğu gibi ormana sürüklemiş... Öykü, La Fontaine’den, meraklısına...

[En az on yıl önce yazdığım bir yazı...chivi.com a yazmıştım. O günün aktüel tartışmaları hakkında... Eskiye rağbet olsa...değil mi ama?]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder