Çarşamba, Ağustos 15, 2018

Zaafları Olmayan Yazarların Ölüleri Sevmeyen Anıları

Anı kitapları, otobiyografiler, deneme adı altında hikâyeleştirilen geçmişe dair anlatılar… Her biri farklı anlatım tarz ve yaklaşımları içerse de ortak özelliklere sahipler. Romanesk özellikler taşıyorlar öncelikle. Hemen hepsinde başarı hikâyeleri anlatılıyor, anlamaktan yorulmuş bir anlatıcı kendini hissettiriyor; kendinden çok geçmişi ve çevresindekileri yorumluyor. Mesafeli bir dilden ziyade romantik bir methiyecilik, iyi-kötü dualizmi öne çıkıyor. Bir genelleme yaptığımın, üstelik böylesi özelliklerin sırf bu toprağın yazarlarına özgü olmadığının farkındayım. Ama bize özgü birkaç abartıdan söz edilebilir diye düşünüyorum. Hani “Divan Edebiyatında mektup ve itiraf yoktur” denir ya bu tespitin anı ve biyografi kitaplarında, özellikle “itiraf” bahsinde temelden değişmediğini söyleyeceğim. Biyografiler genellikle betimleyici ve “merhumun” yakınlarının manevi baskısı altında “steril” yazılıyor. Otobiyografik nitelikli anı kitaplarında ise yazarın hiçbir insani zaafının olmaması pek dikkat çekmiyor. Yazarlar hiç kıskanmamışlar, yalan söylememişler, haksızlık yapmamışlar, pişman olmamışlar sanki. Hep onlar kıskanılmış, haksızlığa uğramış, yalanlarla kandırılmışlar. Yalnızca “önemli insanlar anılarını yazar” gibi bir mantık var olduğundan, çoğunlukla “yazı değil şöhret okunduğundan” anı kitaplarıyla şöhreti merak eden okuyucu kolaylıkla buluşuyor. Böylesi birliktelikten eleştirel bir bakış çıkamıyor, yazarların zaaflarının olmaması hatıra dahi gelmiyor.
Sorun olarak konuşulması gereken bir başka karakteristik daha var. Özellikle anı kitaplarında mevcut olan iyimserlik, yaşamayan insanlar söz konusu olduğunda hemen unutuluveriyor. O “sevgi dolu” yazarın sadece ölüleri eleştirmesi ya da kızarak hatırladıklarının ölüler diyarından seçilmesi bugüne dair hesapların sürdüğünü gösteriyor. Ölüler hakkında rahat eleştiriler yaptıklarından olmalı, ölüler gibi tarihin de konuşamayacağı vehmine kapılıyor yazarlar. Kimi olaylar öylesine anlatıyor ki yapılanı değil tahrifat ahlak dışı saymamız gerekiyor. Bu tahrifatlarla, ölülere ve tarihe karşı takınılan yanlış, hayırsız ve benmerkezci tutumlarla “kavga” etmek gerekiyor. Onlarla ne kadar uğraşılırsa zaafı olmayan yazar maskesinin o denli açığa çıkacağı muhakkak. Yazının sınırlı kapsamı içinde birkaç örnek vermek istiyorum.

Bedii Faik, oldukça renkli, kendini okutan -yayını halen devam eden- Matbuat, Basın derken Medya adlı anılarının ilk cildinde (Doğan Kitap, 2001) Rabia Hatun adıyla bilinen bir edebiyat skandalından söz ediyor. Faik’e bağlı kalmadan bu skandalın gelişimini özetleyelim: İsmail Hami Danişmend, 16. ya da 17.yüzyılda yaşamış bir kadın şairin dörtlüklerini bulduğunu iddia edip yayınlamaya başlar. Rabia Hatun adlı kadın şairin şiirleri ilgi görür, Aile dergisi yüksek telif karşılığında bu şiirleri kullanır. Rabia Hatun’un şiirlerindeki tuhaflık zamanla açığa çıkar, şiirler yüzyıllar önce değil bugün yazılmıştır. Nihad Sami Banarlı, bu şiirlerin dil, vezin, uyak ve söyleyiş bakımından yakın tarihli olabileceğini yazar (Hürriyet, 12.6.1948). Danişmend karşı çıkar, basından da destek alır. Tartışmalar öyle bir noktaya gelir ki Danişmend, şiirleri rahmetli karısının yazdığını [iddia ederek] itirafa zorlanır; basından tepkiler aldığı gibi kendisiyle alay eden fıkraları nedeniyle genç gazetecilerden Bedii Faik ile mahkemelik olur. Olay kısa süre içerinde kapanır, davanın sonuçları pek konuşulmadan unutulur.

Bedii Faik, aynı olayı anılarında öyle bir anlatıyor ki tartışmaların merkezine kendisini koyuyor. Danişmend’in sahtekârlığını nerdeyse o ortaya çıkartıyor. Yazılarıyla Danişmend’i itirafa zorlayan Banarlı bile kendisine gelip “Benim de bu hafta çıkacak 7 Gün’de bu konuyu deşen bir yazım yayınlanacak. Ama siz günlük gazete yazarısınız ve bir alay da sütununuz var, benden daha avantajlısınız ve bundan dolayı da daha tesirli olabilirsiniz” diyerek kendisine yardım ediyor. Faik, skandalı ortaya çıkaran olmakla birlikte Basın camiasında görmezden gelinmesine hayıflanıyor ve anlattıklarını farklı bir bağlama taşıyor. Nihad Sami Banarlı’nın Hürriyet gazetesinde köşe yazarı olduğunu, skandalı bu gazetede yazdığı yazılarla açığa çıkardığını nedense hatırlayamıyor! Ayrıca hafifsediği 7 Gün dergisinin dönemin çoksatar dergisi olduğunu, Faik’in o dönem yazı yazdığı Tasvir ve Son Saat gazetelerinden daha popüler olduğunu bilmiyor mu? Elbette, biliyor. Bedii Faik’te bu türden “unutkanlıklar” çok fazla. Aşırı özgüveni nedeniyle öyle hatırladığını düşünülebilir! Anlattığı olayların aktörlerinin hayatta olmaması yazarken daha rahat davranmasını sağlıyor muhtemelen.

Bir başka örnek: Geçen yıl Eflatun Nuri’nin Benim Adım Eflatun adlı anı kitabı çıktı (Cadde Yayınları, 2005). LeMan grubuna bağlı kültür-sanat dergilerinde daha önce yayınlanmış makalelerinden yapılmış bir derleme olarak gözüküyor çalışma. Geçimini çizerlikle sağlayan insanların dünyalarına ilişkin ayrıntılar var kitapta. Eflatun Nuri’nin anlattıklarında yazımıza konu olacak türden bölümler mevcut. Okurken “yanlış”, “yanlış hatırlıyor” veya “düpedüz yanlış hatırlıyor” diyebiliyorsunuz. Verimli bir örneği –affınıza sığınarak- kısmen uzun bir alıntıyla aktaracağım. Şöyle yazmış Eflatun Nuri: “1952 yıllarında meşhur Tan gazetesinin sahibi ile tarihi romanlarıyla ünlü Abdullah Kozanoğlu Yeni Gazete adında bir gazete çıkarıyorlardı. Yazı İşleri müdürü arkadaşımız Oktay Verel’di. Ben o gazetede Karagöz ile Hacivat’ı yazısız bant olarak çiziyordum; yalnız Karagöz ile Hacivat’ı kartondan kesilmiş gibi değil de normal insanlarmış gibi sadece, profilden değil önden de, arkadan da gösteriyordum. O günlerde yazısız çizmek bir yenilikçilikti. Fakat her gün, Abdullah Ziya ‘Oğlum, Eflatun şunları konuştur; hiç Karagöz ile Hacivat konuşmadan durabilir mi? Biri ‘Hey hak Karagöz’üm’ dediğinde, mesela öbürü ‘On beşe Karaüzüm’ gibi bir şeyler diyecek; en sonunda ‘yıktın perdeyi, eyledin viran’ filan, falan. Sen dinle beni, konuştur şunları inat etme; ister resimli romanlardaki gibi balonlar içine yaz yahut her karenin altına yazılar dizilsin’ diyordu. Ben de her gün bantları gösterip ‘Bakın Abdullah Bey, yazı olmadan da anlaşılmıyor mu?’ diyordum. O da, ‘Anlaşıyor oğlum anlaşılıyor da, beni de anla, dediğim gibi yaparsan daha da anlaşılır, daha da beğenilecek’ diye cevaplıyordu beni. Yine bildiğim gibi yaptım, Oktay Verel’e o gün yazısız bantımı bırakıp gittim. Ertesi gün gazeteye geldim, bir de ne göreyim, Karagöz ile Hacivat’ı konuşturmamışlar mı? Bir sürü balonlar içinde bir geyik muhabbeti o kadar olur. Hemen hesabımı kesin gidiyorum dedim ve toz oldum. Bir kaç gün sonra Memet Fuat’la karşılaştım; gazeteden ayrıldığını söyledim, o ‘Dün Yeni Gazete’de senin Karagöz ile Hacivat tipini gördüm; fakat senin adını yerinde Nehar Tüblek’in adı vardı’ dedi. Hemen bir Yeni Gazete aldım, çok şaşırdım. Aynen benim tiplerim, değişiklik ise [bantın] yazılı olması ve de benim adımın yerinde Nehar Tüblek’in adı konmasıydı!

Eflatun Nuri, bu alıntıyı bugün yaşamayan Nehar Tüblek’i eleştirmek için kullanıyor. Okur olarak ister istemez, bir yenilikçi olduğu için anlaşılamayan sanatçı Eflatun Nuri ile para için çizen bir başka karikatüristi karşılaştırıyor, farklı bir bağlama çekiliyoruz. Bu alıntıya bakılırsa Eflatun Nuri, gerçekten ilginç bir çalışma yapmış ve konuşkanlığıyla ünlü Karagöz’ü benzeri olmayan bir biçimde tek bir söz, konuşma balonu ya da yazısı kullanmadan yeniden yorumlamış üstelik. Akla gelecek en son soruyla başlayalım: Bu alıntıda yazılanlar doğru mudur? Eflatun Nuri’nin “Konuşmayan Karagöz” çalışması gerçekten var mıdır örneğin?

1952 yılında, İstanbul’da Yeni Gazete adlı bir gazete çıkmamaktadır, 1953 yılında çıkan bir Resimli Yeni Gazete vardır, o da aynı yıl içinde kapanır. Söz konusu Karagöz, 1955 yılında Tan gazetesinde yayınlanmıştır. Oldukça kısa ömürlü bir çalışmadır, 5 Ocak ile 16 Ocak 1955 tarihleri arasında çıkmış; 12 Ocak’tan itibaren çalışmayı Nehar Tüblek çizmiştir. Karagöz bantı bir ortak çalışma ürünüdür, konuları A.Süleyman imzasıyla büyük ihtimal Abdullah Ziya (ya da Oktay Verel) vermekte, Eflatun Nuri (ve daha sonra Nehar Tüblek) çizmektedir. Bu kısa ömürlü çalışmada söz, konuşma balonu ya da yazının kullanılmadığı herhangi bir bant var olmamıştır. Eflatun Nuri ne kadar konuşturduysa Nehar Tüblek de o kadar konuşturmuştur, onun deyişiyle “geyik muhabbeti” söz konusu olmamıştır. “Konuşmayan Karagöz”, Eflatun Nuri’nin “düpedüz yanlış hatırladığı” bir anısıdır diyelim. Alıntıda ismi geçenlerden (Kozanoğlu, Verel, Tüblek) herhangi birisi yaşıyor olsaydı, şüphesiz onlara sorar, bu yanlışları düzeltirdi (!)…

Özellikle tarih söz konusu olduğunda kimi anlatılarla uğraşmanın külfetli ve belli ölçülerde uzmanlık gerektirdiğinin farkındayım. Ancak tahrifatı açığa çıkarmanın sayısız faydası vardır. En azından zaafı olmayan yazarların zaaflarını gösterdiği için önemli, hakkı yenmiş adam hikâyelerini farklı okumalara açtığı için verimli olabilir.

Birgün Kitap
, 15.8.2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder