Cuma, Haziran 30, 2017
Pazar, Haziran 25, 2017
Cuma, Haziran 23, 2017
Perşembe, Haziran 22, 2017
Aşk denebilir sanıyorum
*Çocuk
yaşlarınızda çizgi romanlar, mizahi dergiler-yazılar ilginizi çekmiştir.
İlerleyen yaşlarınızda bu ilginin devam etmesinin nedeni nedir ?
Sevgi,
sempati ya da aşk denebilir sanıyorum.
*Bu türlerin
akademik anlamda literatür oluşturabileceğine sizi ikna eden ne oldu ?
Motivasyonumuzu
kişisel iştah ve arzularımız belirler daha çok. Genel anlamda akademide daha
ciddi, daha büyük ve daha önemli olana yönelik bir itibar kriteri vardır. Biraz
onunla da cebelleşmek ve algıyı ucundan kıyısından değiştirmek istedim galiba.
Üstelik yurt dışında bu konuda yapılmış binlerce çalışma vardı. Burası için
yeni görünen ama yapılması gereken bir şeyi denediğimi düşünüyorum. Popüler
kültür ürünlerinin, ülkeyi, kamusallığı, zihinsel kalıpları anlamak için önemli
olduğuna inanırım.
*Çizgi romanlar,
mizahi dergiler v.b türler için yaptığınız akademik çalışmalar nelerdir ?
2007
yılında üniversiteden istifa ederek ayrıldım, öncesinde ve sonrasında yüzlerce
dergi ve gazete makalesi, yurt içi ve dışında yirmiye yakın akademik dergi
yayını ile sanıyorum on civarında kitap çıkardım. Bu niyetle üretmiyorsunuz
elbette ama çalıştıkça ve yıllar geçtikçe bir birikim oluşuyor.
*Ülkemizde çizgi
roman denince macera-bilimkurgu-fantastik temalar akla geliyor. Peki toplumsal
gerçekler çizgi romanlarda yer almalı mı ?
Grafik
romanlar bunu yapıyor, daha yavaş ve edebi hikâyeler anlatıyorlar.
*Yurtdışında
sinemaya,televizyon dizilerine uyarlanıp büyük bir piyasa oluşturan çizgi
romanlar ülkemizde hangi konumda?
Bu
söylediğiniz daha çok Kuzey Amerika için geçerli. Orası ve belki Japonya ile
Fransa dışındaki hiçbir ülkede o denli büyük ve hararetli bir “piyasa” yok.
Türkiye’de de yok.
*Bir yazınızda,
daha önce çizgi romanların kahramanlarına Türkçe isim vererek çevirildiğini
belirtmişsiniz. Bunun yerine Türk kahramanların olduğu yerli çizgi romanlar
yazılamaz mıydı ?
Türkiye’ye
yoğun olarak dahil olduğu yıllarla ilgili galiba bu söylediğiniz. O yıllarda
yetişmiş, devamlılık gösterebilecek üreticilerimiz olmadığı için mümkün
değildi, çizilemezdi, yazılamazdı.
*Klasik romanların
,grafik-roman uyarlamaları ilgi gördü ve yerli eserlerin de grafik-roman uyarlamaları
yapıldı. Bu uyarlamaların eserlerin değerlerini olumlu veya olumsuz nasıl
etkiliyor?
Onlara
grafik roman değil uyarlama demek gerekiyor. Edebiyattan yapılan her türlü
uyarlama risklidir, birinde sözle anlatırsınız, diğerinde görsel ardışıklık ve
diyaloglarla… Olumlu ve olumsuz dediğimizde ister istemez pedagojik bir
tartışmaya dahil olmak zorundayım. Bunu da yapmak istemiyorum. Siz ilgi gördü
diyorsunuz, bu uyarlamaların niteliği çok düşüktür mesela. Büyük reklamlarla bir
kampanya yapıldı ve satıldı o kadar. Arkası geldi mi? Hayır. Uyarlamaların
okuma alışkanlığı yaratacağına ilişkin iyimserlikse çizgi romanı hiyerarşik
olarak önemsizleştiriyor. Basit bir mantıkla çocuklar önce çizgi romanla
tanışacak, aldığı okuma hazzıyla roman ve öyküye, sahici edebiyata yönelecek
vs. Sanatlar hiyerarşisinde edebiyat yukarıda çizgi roman aşağıda görülüyor,
çocukların daha iyi ve güzele ulaşılabilmesi için çizgi roman
araçsallaştırılıyor. Oysa çizgi roman, bir hissi, bir zevki ya da birilerini
bir yerden bir yere götüren servis aracı, aşağıdan yukarıya taşıyan asansör
değil. Kendine özgü bir başka anlatım aracı, bir sanat türü.
*Çizgi
romanlar,karikatür-mizah dergileri güldürü öğelerini daha fazla içerdiği için
diğer edebi türlere göre önemsenmemiş ve "boş edebiyat" olarak
görülmüş olabilir mi ?
Muhtemelen.
Şunu da düşünmek gerekiyor elbette, meseleye sanat ve popüler kültür üzerinden
bakacaksak, popüler kültürün geniş bir bölümü niteliksizdir, çizgi romanlar da
böyledir. Nitelikli ve iyi hikâye ise nerede olursa olsun değer görür.
*Günümüzdeki
alternatif kültür-sanat dergilerinin, blogların, sosyal medyanın yeni yazmaya
başlamış olanlar için avantajları veya dezavantajları nelerdir ?
Yazar
olmak için, çok okumak ve çok çalışmak, çok yazmak gerekiyor. Bunu yaparsanız,
nerede, nasıl yaparsanız yapın yazar olursunuz. Sosyal medya, karşılaşmaları
kolaylaştırıyor ama bu sürat, kimseyi yazar yapmaz, o iş emek istiyor, çok
külfetli ve ağır bir süreç.
[Erciyes İletişim Gazetecilik Bölümünde okuyan Muharrem Gündoğan isimli bir öğrenci arkadaş, bitirme ödevi için bu soruları sordu.]
Çarşamba, Haziran 21, 2017
Bugün
Beş yıl süren bir çalışma nihayetleniyor. Eurimages desteği nedeniyle Berlin ya da Cannes'a kabul edilecek gibi duruyor. Filmin yolu açık olsun.
Salı, Haziran 20, 2017
Grafik Romanlar Bir Tepkidir
Grafik romanlar çizgi romanların farklı bir boyutu olarak
karşımıza çıkıyor. Kahramanların klasik tabirle karakterleştiği, yazarın ve
çizerin bireysel olarak da ön plana çıktığı yeni bir tür gibi. Sizce grafik
romanın Türkçe edebiyattaki karşılığı nedir?
Çizgi romanın popüler dilini, edebiyata yakınlaştıran,
daha yavaş ve insani hikâyeler anlatan yeni bir tür demek gerekiyor grafik
roman için. Son on yılda bütün dünyada çizgi romandan daha fazla
konuşuluyor. Öte yandan sadece kitap
dünyası değil çizgi romancılar için bile yeni bir anlatım aracı. Grafik romanlar, muktedir kahramanları değil
sıradan insanları, yaşlanan, ölebilen, kaybedebilen karakterleri anlatıyorlar,
kahramana değil hikâyeye odaklanıyorlar.
Türkiye’de çizgi roman, genelde ucuz, niteliksiz, sanat ve edebiyat dışı
sayılır. Grafik roman, bu algıyı değiştiriyor olabilir, en azından ezber
bozuyor ve okuru şaşırtıyor.
Grafik romanları, dilin sözcükler
kanalıyla görüntü yaratmaya yönelik işlevini resme aktaran, dilin etkinlik
alanını hikâyenin meselesiyle kurgu yapısının gücünü öne çıkarmak için kullanan,
dolayısıyla anlatım olanaklarını çoğaltan yeni bir dil önermesi biçiminde
yorumlayabilir miyiz?
Elbette, sadece son beş yılda yüzlerce kitap, binlerce
makale yayınlandı batı dillerinde. Entelektüel ve estetik bir derinlik ve
başkalık içermese böylesi bir ilgi ve iştah oluşamazdı. Çizgi romanın bizdeki
adlandırmasına, orijinal adı olan comics çevirisindeki “roman” tamlamasına
aldanmayın. Çizgi romanlar, söz
sanatlarını kullanmakla birlikte “roman” değildir. Yazı ya da resim,
birbirlerini tamamlamak, anlaşılırlığı artırmak için kullanılır. Çizgi roman,
mesajı olabildiğince basit ve kolay anlatabilmek için bu birlikteliği kullanır,
çocuksudur. Gücü ve zaafı buralardan çıkar. Grafik romansa başka bir merhale.
Bu popüler dili kullanarak başka bir hikâye anlatma arzusu var üretimlerinde.
Sözünü ettiğiniz başka hikâye, doğası
gereği grafik romanın, yazının yerleşik iktidarını kırması ya da kelimelerin
gücünü kurmacanın doğasında ne varsa hepsine bölüştürmesiyle mi ilgili?
Evet, bu da söylenebilir, ben galiba daha çok popüler bir hikâyenin
nasıl anlatıldığıyla ilgileniyorum. Popüler kültür, bir mücadele alanı olmalı
ve tü kaka edilerek değil, orayı dönüştürmek için uğraşılmalı. Çizgi romana
popülerlik katan her şeyi iyi kullanarak, iktidar araçlarını, erkekliği,
sağcılığı, otoriterliği, gerekiyorsa elitizmi, gerekiyorsa büyük sanat
narsizmini alaşağı etmek gerekiyor. Grafik roman, tek tek önemli örneklerine
bakın, melezliğiyle anlatım dilindeki kolaylıkla bunu yapıyor, sınırları zorluyor.
Ankara Üçlemesi olarak kurduğunuz grafik romanlarınız
bize bir panorama sunuyor. Ankara’nın ve aslında Türkiye’nin üç farklı dönemini
anlatıyorsunuz. Bu kitapların yazarından ve çizerinden farklı bir dille
konuştukları söylenebilir mi?
Ortak çalışmalarda uyum oluşturmaya çalışırsınız, ilk
albüm olan Dumankara, çok çizerli ve
çok hikâyeli bir derlemeydi. Aura oluşturmak daha çok bana kaldı. Emanet Şehir ve Uzak Şehir’de Berat’la (Pekmezci) çalıştık. Önce ben senaryo yazıyorum,
neyi nasıl resmedeceklerini anlatıyorum ama ne olursa olsun çizer bu tahayyülü
yorumluyor, kendini katıyor. Üçlemeye başlarken tasarım olarak 1916 Ankara
Yangını ile başlayıp günümüzde bitecek bir panorama düşündüm. Her albümün bir
meselesi olsun istedim. Uzak Şehir, şimdiki zamanı, hatta muktedirler
arasındaki çekişmenin bir yüzünü gösteriyordu ki bugün de o kavgayı yaşıyoruz. Finali
öyle bitmeliydi, kara bir hikâye olmalıydı. Tabii şu var, ne düşürseniz düşünün
okurun alımlaması farklı oluyor, iş sizden çıkıyor. Döneme özgü, okuma alışkanlıklarına,
ezberlerine özgü bir beğeni oluşuyor. Yarın bu algı değişebilir veya başka
türlü okunabilir.
Yerleşik algımızdaki çizgi romanın
popüler kültürle ilişki düzeyi grafik romanla kıyaslanabilir mi?
Şöyle anlatayım, Batman
grafik roman olamaz örneğin. Ayrıksı bir serüven yaşayabilir ama o, her şeyi
başaran bir kahramandır, biz esasen onu muktedirliğini izleriz. Başka bir
örnek, çok da severim, Ken Parker
edebiyat okurundan büyük ilgi görür, çizgi roman okurunun alışık olmadığı
serüvenler yaşar ama o da grafik roman değildir. Orada ayrıksı ve marjinal
duran esasen yan hikâyedir, ya bir yan karakter ya da kahramanın dahil olduğu,
ikincil kaldığı mesele ilginçtir. Grafik roman, bir seriyal değildir, endüstriyel
kodları, muktedir bir kahramanı ve klişe bir düalizmi yoktur. Yazarı çizeri o
kitabı kendi imkânlarıyla yayınlıyor diye, küçük bir yayınevi çıkarıyor veya
tek albümde bitiyor diye bir kitap grafik roman olamaz. Çoksatar kitap olmak, bir
mantığı gerektirir, içeriği ta baştan belirler, satar ya da satmaz o ayrı bir
şey. Grafik romanlar bu bakımdan bir tepkidir ve zaten o refleks, edebi bir
dilin taşıyıcısı olmayı gerektirir.
Grafik roman yazarla çizer
arasında belli bir uyumu gerektiriyor. Ankara Üçlemesi’nde çizginin
karakteriyle yazının ruhunun uyumu net bir şekilde görülüyor. Grafik roman
anlatım olanaklarını çoğaltırken bu uyum çizgi için de yeni bir dil yaratıyor
mu?
Yazar ve çizer ortaklığı çizgi romanlarda da vardır. Bu
uyum, grafik romanlara özgü bir durum değil. Çalışma biçiminden çok anlatılan hikâyenin
niteliği asıl farklılığı yaratıyor. Piyasa karşısında ne anlatıyorum ve ne
anlatmamayı tercih ediyorum soruları önemli bir kıstas.
Grafik roman diğer türlerde olduğu gibi sözgelimi öykü
dili tanımı gibi özerk bir dil kurmalı mı?
Bence kuruyor zaten. Buluşlar diyelim buna, hemen her
yeni grafik romanda kareler arası ardışıklık, kurguda, devamlılıkta yeni
arayışlar deneniyor aslında. Çok eskiden her bir kare, iç yazısıyla görseliyle
tek bir şeyi vurgulardı, öyle adam akıllı devamlılık yoktu. Kurgu, bütün
aksiyon hikâyesine göre çok güçlü değildi. Tahkiye, tek etkiye, kahramanın
zaferine dayalıydı vs.
Kahramanın zafer kazanmasına
duyulan arzu, yüceltilmiş kahraman metaforu yaratmak başlı başına patolojik bir
durum değil mi?
Patolojik mutlaka ama çocuksu veya ergence bir ihtiyaç da,
hiç anlamsız değil. Aynı noktaya geliyoruz, popüler kodları bütünüyle
yadsıyarak değil bir tür mevziler savaşı gibi görerek kullanmalıyız. Neden daha
fazla kadın okuru var grafik romanların? Neden edebiyatçılar eskisinden daha
fazla ilgileniyor bu yeni dille? Erkeklik gösterisinin, erkeklik hallerinin
dışında bile isteye ters köşe yaparak konuşuyor çünkü.
Ankara deyince aslında genel olarak Türkiye anlaşılmalı
kitaplarınızda, kanımca. Anlattığınız hikâyeler Türkiye halkları hakkında genel
bir okumaya tabi tutulduğunda siyasalın ağırlığı hissediliyor. Sizce içinde
yaşadığımız koşulların Türkiyeli yazarların diline getirisi ya da dilden
götürüsü nedir?
Şimdiki zamanın, içinde bulunduğumuz durumun edebiyatı,
sinemayı veya grafik romanı yeterince etkilediğini düşünmüyorum. Koşullar
nedeniyle çok da mümkün değil. Hem yas
var, hem hararet hem de baskı… Şundan şüphe etmiyorum tabii, ileride,
yaşadığımız yıllar çok ama çok anlatılacak, sonraki nesiller haksızlık hikâyeleri
olarak utanarak anlayacaklar yaşadıklarımızı.
Editör kimliğinizin yanı sıra bir yazı atölyesi yürütüyorsunuz.
Yayımlanmış eserlerle yayımlanmamış hikâyelere emek veriyorsunuz. Buradan
baktığınızda genel bir çerçeve çizmenizi istesek, Türkçe edebiyatın bugünüyle
ilgili değerlendirmesini yapabilir misiniz? Gelecekle ilgili öngörüleriniz
neler olurdu?
Çok değişken var, tek edebiyat yok, popüler olanla
itibarlı sayılanları, eğilimleri incelemek, satışları bilmek, ödüllerin
mantığını anlamak, eleştiri ve tanıtım yazılarını izlemek lazım. Sürekli takip
ediyorum ama büyük bir resim varsa eğer, onu görebilmek ve gelecekle ilgili tahminlerde
bulunmak kolay değil. Anlatılan
hikâyeler temelinde bakacaksak yerli ve yabancı edebiyat, sinema, televizyon
hatta müzik bile işin içinde olmalı, hepsini hesap etmeliyiz. Ülke çok gergin,
bağıran hikâyeleri seviyoruz, hep öyleydi ama öne çıkan eserler bakımından başka
türlüsünü düşünemez olduk. Daha kişisel, daha minimal hikâyeler bile bu
gürültülü ruh halinin dışına çıkamayacak.
Birgün Kitap, 16.6.2017, Çağatay Uslu
Pazar, Haziran 18, 2017
Soğuk ve Temiz
Mırıltılar, kokular, nar taneleri, karıncalar, pencereler, boş arsalar,
zeytin taneleri ve yılanlar… Defne’nin elleri, kırık aynadaki yüzü, tenhalığı,
Defne’nin tarihi…
Soğuk ve Temiz, yokluğun, merhametsizliğin ve hesaplaşmanın romanı. Bir kâbus tortusu…
Melike Uzun, acının içinden geçerek yazıyor. Dünya dönüyormuş!
Soğuk ve Temiz, yokluğun, merhametsizliğin ve hesaplaşmanın romanı. Bir kâbus tortusu…
Melike Uzun, acının içinden geçerek yazıyor. Dünya dönüyormuş!
Cumartesi, Haziran 17, 2017
Aynanın Önünde Cankoç
Cuma, Haziran 16, 2017
Deli Bal - Kanatları Ölü Açıklığında
Zerre zerre büyüyen bunaltılar ve sırlı hayatlar… Başka türlü bir öykü evreni, başka türlü bir hayat bahçesi… Balkonsuz evin düğün gecesi ve gözlerini gözlerimize diken kargaları… Dünya bazen uysal bir karanlıktı, bazen tarumar olmuş bir gündüz.
Pelin Buzluk’un biri Yaşar Nabi Nayır diğeri Selçuk Baran Öykü Ödülü almış iki kitabı bir arada…
Durup durup seslenen öyküler.
Perşembe, Haziran 15, 2017
Kardeşler
Çarşamba, Haziran 14, 2017
Pazartesi, Haziran 12, 2017
Pazar, Haziran 11, 2017
Cumartesi, Haziran 10, 2017
Anadolu'da Tütün
Cuma, Haziran 09, 2017
Bir Uyumsuzun Serencamı
Albert Camus’nün Yabancı romanından
yapılan aynı isimli bir çizgi roman uyarlaması yayımlandı. Fransa’daki ilk
yayımında, romana sadakat gösteren, belli bir niteliği koruduğu söylenen bir
çizgi roman olduğu düşünülmüş. Yabancı gibi
kült bir romanın sadakatle uyarlandığını, başarılı olup olmadığını tartışmak,
üzerinde hemfikir olunamayacağı için çok anlamlı olmayabilir. Sadakat gösteren
herhangi bir uyarlamanın başarılı olmadığı da söylenir çünkü. Buna göre mevcut
ve başarılı bir anlatının yinelenmesinin anlamı yoktur, yeni bir yorum
katılmayacaksa o uyarlamanın yapılması gereksizdir. Aksini düşünenler ise her
uyarlamanın bir farklılık getirdiği ve sadakatin mümkün olmadığını iddia
ederler. Örneğin romanın görselleştirilmesi başlı başına bir değişim ve bir
yeni yorumdur. İşin içine çizerin kendine özgü estetiği, çizgisi,
tipleştirmeleri, sayfa tasarımı ve renklerin kullanımı girdiği için sadakati
değil yorumu okuruz. Okur ve fan tarafını saymasak olmaz, onlar tartışmaları çeşitlendirip,
genel olarak uyarlamaları beğenmeme eğilimindedirler. Hem romanın konuşulmasını
isterler hem de her türlü uyarlamayı sevdiklerine yönelik bir saldırı sayarlar.
Ders notu veya hadsizlik gibi algılansın istemem, birazcık, en azından yeni
başlayanlar için Camus ve Yabancı romanından
söz edeceğim ki uyarlamanın niteliğini tartışabilelim.
Camus, iki temel kavramsallaştırma yapar ve bu kavramları
edebiyatında kullanır. İlki, daha çok Veba’da anlattığı “başkaldırı,” ikincisi Yabancı’da
başarıyla işlediği “uyumsuzluk”tur. Gerek Sisifos Söyleni kitabında
gerekse diğer denemelerinde anlattığı uyumsuzluğu, Antik Yunan’daki Sisifos’tan
ilham alarak açıklar. Malumunuz Sisifos, her defasında aşağı yuvarlanan bir
kayayı dağın zirvesine çıkarma cezasına çarptırılmıştır. Zavallı Sisifos’un
büyük bir emek harcayarak, eziyet çekerek yukarı taşıdığı kaya, işin hitamında
dramatik biçimde gerisin geriye, aşağıya doğru yuvarlanıyordur. Camus, bu
acımasız cezayı ve beyhude emeği, insanın hayat mücadelesine benzetir. Onun
“absurde” dediği uyumsuzluk, biraz abesle biraz da insan bilinci ile dünya
arasındaki kopuşla anlatılabilir. Yabancı, bu uyumsuzluğu anlatan sahiden etkileyici,
çığır açıcı, dönemi itibarıyla (1942) rahatsız edici bir romandır. Camus,
gündelik hayatın monotonlaşmasına dikkat çeker, her bir gün yekdiğerinin
aynısıdır; çalışarak, evlenerek, diploma alarak, çocuk yetiştirerek yaşasa da
insan bunları niye yaptığını esasen bilmez veya gelecekte daha iyi bir hayat
yaşayacağını düşünerek o yeknesaklığa katlanır. Oysa yaşadıkça ve gördükçe,
aynı monotonluğu gelecekte de yaşayacağını anlayarak huzursuz olur. Hayatın bir
anlamı, eylemlerin bir amacı olması bekleniyordur ama insan her şeyi son
kertede nedensiz yere yapıyordur.
Yabancı’nın ünlü
kahramanı Meursault, romanın başında annesinin vefat ettiğini öğrenir ama bu
ölümü şaşırtıcı bir soğukkanlılıkla geçiştirir. Yaptığı şey, vefasızlık ve
sevgisizlik değildir, yapması gerekenleri, yapması gerektiği için yapıyor
gibidir; yas tutmaz, gözyaşı dökmez, anılara gömülmez. Cenazenin hemen
ertesinde kız arkadaşıyla buluşur, sinemaya, bir komedi filmine gider. Çarçabuk
rutinine geri dönmüştür, ilgisiz ve duygusuz görünür, nefret, şehvet, öfke,
keder onda hiç yok gibidir. Çevresindekilerin düşünceleriyle, takıntı ve
arzularıyla hiçbir biçimde ilgilenmiyordur. Kız arkadaşı, kendisini sevip
sevmediğini sorar; Meursault için aşk ya da aşksızlık, sadakat ya da aldatma
önemli değildir. Sonra beklenmedik biçimde, yeni tanıştığı, pek arkadaşı gibi
durmayan bir komşusunun hasımlarından birini öldürür. Cinayet, mahkemeye
taşınırken olaylar giderek tuhaflaşır, öyle olur ki, cinayet değil
Meursault’nun kişiliği yargılanmaya başlar. Annesinin ölümüne ilişkin
kayıtsızlığı, cenazede yaptıkları ve yapmadıkları anlatılır olmuştur.
Meursault, bu anlatılanlara karşı bir kez daha kayıtsız kalır, kimseye
karışmadığı gibi kimsenin de kendisine karışmasını istemiyordur. Herhangi bir
kurtuluş umudu taşımıyor, avukatının tavsiyelerini anlamsız buluyordur.
Hücresine gelen papaza günaha inanmadığını söyler ve günah çıkarmayı, konuşmayı
reddeder. Olup bitenlerden sıkılıyordur; varoluşçu edebiyatın “bulantı” ve
“tiksinme” gibi hislerinden Meursault da söz eder. Monotonluğun farkındadır,
geleceğe güvenmiyor, bir şeylerin değişebileceğine inanmıyordur. Ona göre bugün
ölmekle yıllar sonra ölmek arasında bir fark yoktur. Annesinin ölmesiyle,
inanmadığı bir tanrıyla ya da mahkemenin adaletiyle, idam cezasıyla
ilgilenmiyordur. Aidiyet duyduğu tek şey uyumsuzluğudur, soğukluğu ve
dürüstlüğü toplumla arasındaki en önemli farklılıktır, herkes ondan pişmanlık
göstermesini, af dilemesini, “normal olmasını” beklemektedir. Meursault buna
yanaşmaz, kendi lehine olacak biçimde yalana başvurmaz.
Başa dönersek; peki bu roman nasıl çizgileştirilir?
Absürd ya da uyumsuz doğası nasıl estetize edilir? Varoluşçu Yabancı’nın
aurası olan sıkıntı ve monotonluk nasıl resmedilir? Jacques Ferrandez, bana
kalırsa bu soruları şöyle cevaplamış: Kendisini, çizer olarak hiç öne çıkartmak
istememiş, Meursault ile dış dünya arasında abartılı bir karşıtlık kurmamış,
santimantal bir abartı istiflememiş, karikatürize etmemiş. Romanın yavaşlığını
iyi özümsemiş, realistik bir çizgi kullanmış, mekanlara ve dönem Cezayir’ine, o
bakımdan otantizme büyük özen göstermiş. Bu, gerçekçi bir aura kurmaya
çalıştığını gösteriyor. Yabancı’da
mekan değil insan ruhu çok öndedir, doğa ve şehir değil, mahkeme salonu ya da
deniz kenarı değil, o mekan karşısında insanın bıkkınlığı ve uyumsuzluğu daha
önemlidir. Ferrandez, direksiyonu belgeselciliğe ve gerçeklik hissine doğru
kırmış, absürd olanı belirginleştirmeye kalkışmamış. Sinematografik bir
akışkanlıkla, bence Visconti’nin sinema uyarlamasını da (Lo straniero,
1967) hesap etmiş. Kişisel olarak uyarlamanın genelini beğendim ama kimi
sahnelerde daha enerjik ve yaratıcı olunmasını beklerdim. Örneğin, o ünlü
cinayet sahnesinde…
Ferrandez, altmış yaşını geçmiş, 1980’den bu yana albümler
yayımlayan, çalışkan bir çizgi romancı. Çeşitli tarzlarda üretimlerine karşın
Cezayir doğumlu olduğu için olabilir, Cezayir’le ilgili bir şeyler üretmeye
yönelik bir arzusu hep olmuş. Yabancı, Camus’den yaptığı ilk uyarlama değil; 2009
yılında, Sürgün ve Krallık’ta yer alan “Konuk” (L’Hôte)
öyküsünü de çizgi romana uyarlamıştı. Yine Cezayir’de geçen bir hikaye olması
tesadüf denemez sanıyorum. Camus ailesinin takdirini kazanmış ki, daha iddialı
bir uyarlama yapma izni almış. Hakeza, meraklısı için not düşelim, oryantal
ilgileri var Ferrandez’in, içlerinde İstanbul’un da (Istanbul,
Carnets d’Orient, 2000) olduğu pek çok ülke ve şehirle ilgili gezi
günlükleri sayılabilecek çizgi romanlar hazırlamış. Keşfetmeye, farklı olanı
anlamaya yönelik merak ve iştaha sahip. Yabancı, bence en iyi performansı değil ama
uluslararası bir ilgi yakaladığı en popüler çalışması.
Sabit Fikir, Mayıs 2017
Perşembe, Haziran 08, 2017
Güzel İsimler 4
Otuz Beş
Yaş (Cahit Sıtkı Tarancı, 1946), Ağustos Dehlizleri (Tuğrul Tanyol, 1985),
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
(Ahmet Hamdi Tanpınar, 1962), Ölür ise Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil (Haldun
Taner, 1978), Ağız İçinde
Dil Gibi (Osman Şahin, 1983), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (Sevgi Soysal, 1973),
Can Şenliği
(Abbas Sayar, 1974), Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (Ziya Osman Saba, 1952), Üç
Yirmidört Saat
(Peride Celal, 1977), Benim Adım Kırmızı (Orhan Pamuk, 1998), Bir Küçük
Burjuvanın Gençlik Yılları
(Demir Özlü, 1979).
Çarşamba, Haziran 07, 2017
Is he with us?
Jason Holley |
Bütün bunlar niye oldu? Bunca zaman sonra niye oldu diye sorabiliriz. Bir cevabım yok. Komplo teorisine inananlar komplo da üretirler. O kısmı başkalarına bırakalım.
Mesafeli, ne söylediğine dikkat eden, orta sınıftan bir aileden iyi bir sporcunun gözümüzün önünde erimesi, saçmalık üstüne saçmalık yapmasının nedeni çaptan düşmesi, böyle hissetmesi ve/ya daha az konuşulmasıyla ilgili olabilir mi? Gücünün yetmemesiyle veya...
İnsan nasıl popüler olur? İlla ki başarılı olarak ama mutlaka çoğunluk değerlerine uyarak ve onları yineleyerek ...
Artık biliyor ve yaşıyoruz, her türlü zevzekliğin altında "adam gibi adam" böbürlenmesi çıkıyor. Adamın dibi, delikanlı adam gibi klişeler bir paket olarak kucağımızda, böğrümüzde... Bu palavraların, bu pozların tek açıklaması var, hastayız, yetinemiyoruz, yetemiyoruz. Yok yere bu kadar bağırılmıyor...
Arda, zora düştüğünde, kendini ortaya attığında, meydan okuduğunda neden "adam olduğundan" söz ediyor, neden Galatasaray formasını işin içine katıyor... Meşruiyet arıyor, onay istiyor ve sahnede sizi temsil ediyorum diyor. Performansını çoğunluk değerleriyle savunabileceğini öğrenmiş bir medya oyuncusu Arda.
Bir gazeteci hakkında olumsuz bir şey yazdıysa mahkemeye gidersin, gitmiyor. Konuşursun, konuşmuyor. Şikayet edersin, etmiyor. Gol atınca secdeye varacak kadar Müslüman olan Arda, Ramazan günü, kendisinden otuz yaş büyük birini, yaşlı bir adamı dövmeye neden kalkıyor? Secdeye varınca Müslüman oluyorum da yaşarken günahı sevabı ayıbı niye unutuyorum diyen bir iç sesi var mı Arda'nın?
Popüler ikonlar hukuka inanmazlar, lüzumu yoktur, ayrıcalıklı olmaları gerekiyordur. Bu hakkı kazanırlar, keyfini sürer, sürekli olsun isterler. İyiden, doğrudan, halktan yanadırlar, yanlış yapmadıklarına inanırlar. Hissiyatları gitgide kendi lehlerine değişir. Eşitliğe inanmazlar. Kimse onlar kadar bir ayrıcalığı hak etmiyordur.
O popüler ikon, gün gelir, bir bakmışız bir kanun koyucuya dönüşmüş, intikam alma hakkı olan kanun üstü bir varlık olup çıkmış. O kanun üstülük ve popülerlik, o hissiyat öyle bir baskı ve paranoya yaratmış ki..Uçuvermiş...
Görünen o ki, Arda bundan sonraki hayatını popüler kültürün içinde "maç yaparak" geçirecek...Gücün, siyasetin, medya şişinmelerinin yanında yamacında olacak, "Allah'tan başka kimseye hesap vermem" derken birilerine telefon açacak, yukarılara ziyaretlerde bulunacak, televizyonlarda içini dökecek, çıkışta kaç reyting aldığını merak edecek. Benzerleriyle çarpışacak, kibir tokuşturacak, erkekliğin kitabını yazacak, onuruyla şerefiyle konuşacak da konuşacak...
Domuz
İslam’da domuz etinin yenmesi haramdır. Türkiye’de, avlandığı
ama beslenip büyütülmediği, asla yenmediği fikren kabul edilir. Bu kadar
istenmeyen, bu denli yasak olan bir hayvanın halk ağzında, yerel deyişlerde
geniş yer tutmasıysa başlı başına ilginçtir. Sadece domuzun yavrusuna verilen
isimleri kuzuyla kıyaslayarak düşünmekte fayda var: Mıçı, mırka, mocuk, modana,
mora, pıtık, pirsik, tanışman vd.
Bir toplum, sempati göstermese ve hiç bilmeseydi, isimleri
bu derece çeşitlendirmezdi sanki. Domuz yavrusunun kuzu kadar bilindiği çok
açık...
Salı, Haziran 06, 2017
Pazartesi, Haziran 05, 2017
Son Okuduklarım 16
Pazar, Haziran 04, 2017
Üvendire
Hayvanları
otlatırken, sürüyü bir yerden bir başka yere götürürken çobanların kullandığı
değneğe
genel
olarak üvendire denir. Üvendirenin birçok farklı ismi vardır ve değneğin
ucundaki sivri demir
veya
çivinin bile en az kırk farklı ismine rastlanır. Örneğin o demire “nodul” denir.
Nodullamak
“dürtmek”
anlamında kullanılır. Aynı demir önbel, imbal, zakıt, zokürde gibi isimlerle de
bilinir. Bir
toplum
neyle çok ilgiliyse onunla ilgili dil zenginliğine sahip oluyor ister istemez.
Modul, öğendere,
mizmile
gibi farklı isimleri olan bu çoban değneği, kültürümüzde ve dilimizde ilginç
bir biçimde geniş yer
kaplıyor.
Cuma, Haziran 02, 2017
Perşembe, Haziran 01, 2017
Seyrüsefer Defteri 82
The Age of Adaline (2015) bir fikir nasıl harcanır örneği, bir de
belgeselci ses eklemişler, tam intihar olmuş (31 Mayıs).++ Roald Dahl's Esio Trot (2015) için de RD olan her
numara ilgimi çeker (30 Mayıs).++ Green is Gold (2016) filmde
numara yok, ergen hikâyesi diye izledim, iki güzel sahnesi var, yetti (29
Mayıs).++ Effie Gray (2014) hikâyeyi bilmiyordum, ilginçmiş (28
Mayıs).++ Tuna ile Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales'ı
seyrettik, serinin en dağınık filmi olabilir (27 Mayıs).++ Ghost in the Shell (2017)
suyunun suyu olacağı için beklentim yüksek değildi, müziğe saygı hoşuma gitti
(26 Mayıs).++ American Gods Sea1 Ep.1
ve 2'yi seyrettim (25 Mayıs).++ Better Call Saul Sea3 Ep.5 ve 6'yı seyrettim (24 Mayıs).++ I Love Dick Sea1 Ep. 5, 6, 7 ve 8'i seyrettim (23 Mayıs). ++Hit and Run (2012) Wild at Heart senaryosu gibi diyelim, eh
kontenjanı (22 Mayıs).++ Wer (2013) ne çıkacağını bilerek seyrettiğin klişelerden (21
Mayıs). ++ I Love Dick Sea1 Ep. 1, 2, 3 ve 4'ü seyrettim (20 Mayıs). ++Tuna
ile King Arthur: Legend of
the Sword'a gittik, DB çıkınca filmden koptum (19 Mayıs). ++Fading Gigolo (2013) WA gevezeliği var, biraz o izlettiriyor,
eğlenceli kimi zaman (18 Mayıs).++ Suffragette (2015) belgesel gibi gidiyor, karakter dönüşümü
değil olayları izliyoruz (17 Mayıs). ++ Muhsin Bey (1987)
restore edilmiş bir versiyon izledim, nedenini bilmiyorum ama bir yirmi dakika
kısaltılmış (16 Mayıs).++Sweetwater (2013) ilginçliği intikamcısının kadın olduğu
bir western olması (15 Mayıs).++ Jeune et jolie (2013) hafif kışkırtıcı, hafif meydan okuyucu,
bolca Fransız, Ozon "temizliyor" (14 Mayıs).++ Hanyo (2010) ilginç gerilim, beğendim (13 Mayıs). ++ God's Pocket (2014) tam benlikmiş, nasıl kaçırmışım bugüne
kadar, böyle bir potansiyel bu kadar mı kötü anlatılır örneği (12 Mayıs).++ Father Of Invention (2010)
hafif tebessümle izliyorsunuz (11 Mayıs).++ Young Detective Dee Rise
of the Sea Dragon (2013)
eğlenceli pulp action ve malum, biraz da karate balesi (10 Mayıs).++Montana (2014)
oyuncu seçimi iyi olsa bir şey çıkarmış o aksiyondan, vasat bir bang bang filmi
olmuş (9 Mayıs).++Voice from the Stone (2017) muamması kısa sürede çöküyor (8 Mayıs).++ Kolonya Cumhuriyeti , enerjik
film, başrol hakkını vermiş, şimdiki zamanın komedisi değil, zaz iştahına selam
duralım (7 Mayıs). ++ Brightest Star (2013) oyuncu seçimleriyle dökülmüş ++ Date and Switch (2014)
olmamış, cesaretsiz (6 Mayıs). ++İstanbul seyahati (5 Mayıs).++ Better Call Saul Sea3 Ep.3
ve 4'ü seyrettim (4 Mayıs).++ Hellion (2014) bir tık yükselebilirmiş, isyankâr ergen
filmi (3 Mayıs). ++
Benny and Jolene, oyuncu için seyrettim, vasat ama iddiasızlığını bilen
bir vasatlığı var (2 Mayıs).++ Better Call Saul Sea3 Ep.1 ve 2'yi seyrettim (1 Mayıs).
Yanak
Anadolu’da yanak ya da yanal “pembe” anlamında
kullanılır. “Almalar yanaklanmaya başlamış,” denilince elmanın pembeleştiği,
kırmızılaştığı anlaşılır. Kadınlar tarafından yüze sürülen allık, yanaklık olarak
da bilinir. Yanık, kahverengi, doruya yakın al olarak bilinir. Bir başka
deyişle pembe, kırmızı, kahverengi “yanal, yanar, yanık” olarak kullanılır.