Çarşamba, Kasım 30, 2016
Son Okuduklarım 8
Salı, Kasım 29, 2016
Dün'den Kalan
Hava değişikliği ruhen ve mecazen tabii. Yoksa o kadar çok yağmur yağıyordu ki, önce uçak şehre inemedi, iki buçuk saat hava kaldık. Havaalanından kaldığımız yere varmamı, sonra İlban Abi ile birlikte o yağmurda, Gayrettepe'den Karaköy'e iki saatte ulaşmamızı sayarsam saatlerce yolda kaldım. Saatlerce...
Salon o fırtınaya rağmen doluydu, İstanbul işte diyorsun, öyle ya da böyle, bir kalabalığı bir ilgisi oluyor.
Bir insanın ömrünü yollarda harcaması, tek bir şey yapamadan, bir yerden bir başka yere ulaşmaya çalışarak geçirmesi, bana o kadar anlamsız geliyor ki...Sürekli mücadele ediyorsun şehirle, yolla, trafikle... Delirtici bir şey...Sürekli tetiktesin, sürekli atlatmaya, geçmeye, baş etmeye çalışıyorsun.Ne kadar yaşıyoruz ki...
Dün'den geriye kalan şey, konuşmak, eş dost görmek filan değil hep bu garip hissiyat oldu...
Fotoğraflar şuradan
Pazartesi, Kasım 28, 2016
Bugün
Cumartesi, Kasım 26, 2016
Cuma, Kasım 25, 2016
Perşembe, Kasım 24, 2016
Göç
Bu memleketin elinde doğal gaz, petrol ya da getirisi olan bir başka maddi kaynağı yok, hiç olmadı, dışarıya bağımlıyız. Turizm dersek içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle var mı yok mu belli değil...
Eldeki tek şey, geriye kalan tek kaynak, hep böyleydi, getirisi ve potansiyeli olabilecek tek unsur insanımız...
Ama biz yetişmiş, eğitimli, enerjisi, kapasitesi olan insanımızı korkutuyor, suçluyor,dışlıyor ve göçe zorluyoruz. Demokrasiyi askıya alıyor, ifade özgürlüğünü engelliyor, hak arama hakkını yok sayıyoruz.
O gitsin yenisini buluruz durumu değil bu...
Eldeki tek şey, geriye kalan tek kaynak, hep böyleydi, getirisi ve potansiyeli olabilecek tek unsur insanımız...
Ama biz yetişmiş, eğitimli, enerjisi, kapasitesi olan insanımızı korkutuyor, suçluyor,dışlıyor ve göçe zorluyoruz. Demokrasiyi askıya alıyor, ifade özgürlüğünü engelliyor, hak arama hakkını yok sayıyoruz.
O gitsin yenisini buluruz durumu değil bu...
Çarşamba, Kasım 23, 2016
Nedir Bu Hegemonya?
link
Haber metninde kullanılan dil ve üslubu ölçü alırsak anlatılanlara nasıl analiz diyebiliriz bilemiyorum. Mesafesi ve mukayesesi olmayan bir yaklaşımı ciddiye almak doğru da değil ama ne yazık ki hep birlikte yaşıyoruz, insan sıra mizah dergilerine mi geldi diye endişe ediyor.
Öte yandan şunu merak etmedim değil, bu metni kim yazdı veya neye dayanarak üretildi.
Meğerse, AKP'ye yakın kuruluşlarından biri olan Seta tarafından bu konuda bir rapor yayımlanmış. Yukarıdaki görsel, o raporun adını ve yazarını gösteren kapağına ait. Alt başlığında hegemonya geçiyor, ona da şaşırmıyorum. Rapor, atıf ve iddialarıyla akademik olma iddiası taşıyor, bu bakımdan en azından bir cevap verilebilir. Gerçi, çok sayıda maddi hata içeren, alanı ve literatürü bilmediğini gösteren vasat bir metin...Levent (Gönenç) ile birlikte bir cevap yazacağız.
Haber videosuyla birarada düşününce hegemonya iddiası sahiden içler acısı. Rapor yazdırıyorsun, televizyonlarında haber yaptırıyorsun, hedef gösteriyorsun sonra yok algı operasyonu, yok iftira suikasti fılan sıralıyorsun. Bunlar hegemonya nedir bilmiyorlar, keşke kimden öğrendilerse ona bir sorsalar...
Mimarlık ve Çizgi Roman
“Mimarlık ve Çizgi Roman” buluşmasında, Türkiye’nin çizgi roman ve mizah alanında yazıları ve çizimleriyle öne çıkan karikatürist ve yazarları bir araya geliyor. 1990’lı yıllara kadar, Gırgır ve Fırt’ta yazılar yazan ve geçtiğimiz yıl İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası kitabını resimleriyle yorumlayan İlban Ertem ve Uykusuz mizah dergisinden tanınan, Sandık İçi, Sandık İçi 2, Sevgili Günlük, Amatör ve Çizgili Tişört isimli kitapları bulunan Ersin Karabulut’un buluşacağı Mimarlık ve Çizgi Roman buluşmasını Levent Cantek yönetecek. Türkiye’de Çizgi Roman, Çizgili Hayat Kılavuzu ve Anadolu Masalları başta olmak üzere çizgi roman ve mizah üzerine önemli kitapların yazarı olan Levent Cantek bu alanda Türkiye’nin sayılı akademisyenlerinden biri.
Mekan ve kentlerin çizgi romanlarda tasviri, çizerlerin yapılı çevreyi yorumlamaları panelde tartışılırken, aynı zamanda kentsel bellek ve mimarlığın değişiminin bu çizgilere nasıl yansıdığı da konuşulacak.
İki saate yakın sürecek, herkese açık ve ücretsiz olacak “İstanbulSMD ve Kalebodur’la Pazartesi Buluşmaları” adlı konuşmalar serisinde, ilerleyen aylarda da farklı pencerelerden mimarlığa bakılacak. Bu panellerde katılımcı konukların çağdaş mimarlık ve kent hayatı üzerine kişisel deneyimleri ve gözlemleri izleyicilerle paylaşılacak. Kalebodur’un desteği ile düzenlenen “Mimarlık Ve…” adı altındaki paneller serisi ile İstanbulSMD, mimarlık dışındaki alanlarda çalışanlarla mimarlığı ve kentleşmeyi bir arada tartışmaya açıyor.
“Mimarlık ve Çizgi Roman” paneli 28 Kasım Pazartesi günü saat 19:00-20:30 arasında Salt Galata’da ücretsiz izlenebilir.
link
Salı, Kasım 22, 2016
En İyi 50
link
Pazartesi, Kasım 21, 2016
Cumartesi, Kasım 19, 2016
Önsöz
Serüven’in fikir olarak ortaya çıkışıyla, “dergi” olması
arasında iki buçuk ay gibi kısa bir zaman var. Raşit Çavaş’a, “Bir dergi
düşünüyorum” dediğimde, “Tamam, yapalım!” dedi. Sadece bu kadar… Bana “aşk,
gözyaşı, kan, ter ve ihtiras” vaad eden bir serüvene atılmak kalmıştı. Daha
önce Çizgili Hayat Kılavuzu’nu (İletişim Yayınları, 2002) birlikte
hazırladığımız arkadaşlarla konuştum. Hemen herkesin beni heyecanla
desteklemesiyle daha da heveslendim. Bazen sırf adettendir, şıklık olsun diye
duygusal ifadeler kullanılır. Ama bütün samimiyetimle yazıyorum: Serüven hayata
geçtiyse eğer, bunun nedeni tek kelimeyle “paylaşmaktan kaçınmayan”
insanlardır. Umut ediyorum ki, bizi vareden bu heyecan, Serüven’i kimselerin
görmediği ayrıntıların tarihçisi, neşeli ama iddialı bir yorumcu ve alanın
haysiyetli bir dergisi yapmaya da yeter.
Dergi çıkmadan önce, “Nasıl bir dergi?” diye soranlar
oluyordu. Bir şeyler anlatıyordum elbet ama hep söylediğim bir söz vardı: “Hele
bir yola çıksın, kervan yolda düzelir”. Ama bu, kervan’ın yola çıkış nedeni
olmadığını veya bir tavrımız bulunmadığını göstermez.
Serüven’in alt başlığı olan “çizgi roman araştırmaları
dergisi” ibaresinin oldukça açıklayıcı olduğunu sanıyorum. Çizgi romanı
üretici, okuyucu, koleksiyoncu, meraklı veya akademisyen ilgilerini kapsayacak
biçimde ele almaya kararlıyız. Çizgi roman kavramını bilinen, tartışılmaz bir
bilgi kategorisi olarak ele almaya niyetli değiliz. Çizgi roman denildiğinde
akla gelen her türlü ürün, anlayış ve tutumlara karşı eşit mesafede durmak
istiyoruz. Çizgi romanı kapalı bir metne, fetişleştirilmiş bir nesneye
dönüştürmemeye çalışacağız. Çizgi romana içeriden bakan “fan” metinleri kadar onun
doğasını sorgulayan denemeleri de kullanacağız. Bu, kimi zaman tutarlılık ve
birliğe direnen, birbirleriyle çelişen metinlere yer vereceğimiz anlamına da
geliyor. Böylesi bir “karmaşa” Türkiye’de çizgi roman araştırmaları gibi bir
alanın sınırlılıklarıyla da maluldür kuşkusuz. Serüven adını seçişimizin bir
nedeni de bu: bilinmeyen, daha önce keşfedilmemiş bir kıtanın kaşifleri gibi
hissediyoruz kendimizi. Daha önce konuşulmamış çizgi romanlar, kayıp çizerler,
unutulmuş ayrıntılar, görünenin arkasındakiler bizi hep meşgul edecek.
Serüven’in seyir defteri, umarız, geleceğe güçlü bir arşiv olarak kalır.
[Nostaljik görünüyor biliyorum, eski yazılarımı bloga yüklüyorum. 2004 yılında çıkardığımız Serüven için yazdığım önsöz.]
Cuma, Kasım 18, 2016
Dolar Niye Peşimizde?
Gazeteci fıkrası gibi olacak ama dolar bize karşı bu kadar yükselmişken, başımıza bir şey gelirse ne olacak peki, evlendircekler mi lirayı dolarla...Evlenirsek düzelcek mi her şey...
Perşembe, Kasım 17, 2016
Pembe İyimser bir Renktir
Arakçı, metropolde tek başına yaşayan, beyaz yakalı genç bir kadının hayatının birkaç günlük kesitini anlatıyor. Reklam ajansında çalışan Corrina Park’ın kendisiyle, yaptığı işle, yalnızlığı ve geleceğiyle ilgili arayışını okuyoruz. Rutinleşen biçimde işine gidip gelen genç insan tekinin sıkıntılarını ve büyümesini izliyoruz da denebilirdi. Albümde güzel diyaloglar ve sahneler yok değil ama göz alıcılık ve asıl maharet çizgilerde, kareler arası akışkanlıkta. Kore asıllı Kanadalı çizer Michael Cho, bize metropol kalabalığını ve mekânsal sıkışmayı ustalıkla gösteriyor. Corrina’nın bir başınalığı, kendini sakınması, endişeleri, insanlardan kaçma arzusu, geleceği hakkındaki kararsızlığı, bilmezliği bu çizgilerle daha güzel pekiştiriliyor. Hikâyenin yavaşlığı ve tekrarı, soğuk ve mesafeli bir atmosferle tamamlanıyor.
Nasıl bir hikâye Arakçı? Eskiden sanat dergilerinde küçük hikâye derlerdi, şimdi minimal demeyi tercih ediyoruz. Çizgi roman tarihinde bu tür anlatıların kendine yer bulması hele edebiyatla kıyaslanırsa çok ama çok yenidir. En fazla elli yıl geriye gidebiliriz. Çizgi romanlar süratli, mutlaka bir olağanüstülüğe dayanan tahkiyelerdir. Bu anlayışın dışına çıkmak, anlatıyı yavaşlatmak veya hikâyeyi bilerek tamamlamamak, endüstrinin işleyişi gereği çok da kolay olmadı. Avrupa’da “roman” vurgusu yaparak, edebiyatla yakınlık kurarak takdim edilirdi böylesi çizgili anlatılar. İlk örneklere bakarsak, ayrıksılığı abartarak vurguladıkları görülüyor, bazen balon ya da anlatım kutusu kullanılmadan sunuluyor bazen de tam tersini yaparak metni, söz sanatını çoğaltıyorlardı. Biçim, içeriğin önüne geçiyordu veya. Grafik roman akımı yaygınlaştıkça minimal hikâyeler sayıca arttılar, yeni bir okura hitap eden, editöryal ilgi gören bir tür oldular.
Bizimkisi gibi sert ülkelerde, bağırarak kendini gösteren, abartıyı normalleştiren hikâyeler seviliyor. Çizgi romanı da içine katarak büyük edebiyattan söz ediyorum. Bizim karakterlerimiz olağandışı olaylar dizgesinin içinde öğrenir, olgunlaşır ve değişirler. Yazarlar bize büyük gerçeği ifşa eder, yalanı, riyayı, oyunu, dümeni, alçaklığı gösterir, bunun intikamını alırlar ya da alamayıp bağıra çağıra bir kez daha yenilirler. Sanat ve edebiyat, bizimkisi gibi ülkelerde olup bitenlerle rekabet etmekte zorlanırlar. Muhtemelen bu yüzden “bağırmak” zorundalar, ne söyleseler, ne yazsalar eksik kalacakları bir hayatın içindeler çünkü. Tanpınar’ın “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” hayıflanması, öyle güzel anlatıyor ki içine bulunduğumuz halet-i ruhiyeyi. Arakçı, dikkatinizi çekerim, böyle bir siyaset ve kültür ortamında yayınlanıyor, bizimkisi gibi zorlukları olan bir kültürde üretilmemiş üstelik. Hayli Amerikalı, hayli Batılı, oralar için hayli normal bir sıkıntıyı mesele etmiş. Amerika’da, genel olarak Batı’da, mezuniyet sonrası, gençlik kültürünün ilgisini çeken bir hikâye odağı ve konuşulan bir anksiyetisidir.
Corrina, öğrenciliği sırasında stajyer olarak bir reklam ajansına girmiş, ortalamanın üzerinde bir görgüye ve zekâya sahip olduğu için kadrolu olmuş, kendine hayat kurabilmiş. Sorun şu ki, kolayca dâhil olduğu için kendini ve mesleğini sorgulama gereği duymamış. İşe gidiyor, günü geçiriyor, bir erkek arkadaşı olsun istiyor, kedisine mamasını veriyor, televizyon izliyor, internette vakit geçiriyor ve uyuyor. Her zaman ihtiyatlı ve mesafeli, kendi koyduğu sınırları aşmıyor. Sonra bir gün, işle ilgili bir toplantıda gereksiz, meseleyi anlamadığını gösteren bir öneride bulunuyor ve her şey olumsuz biçimde tersine dönüyor. Patronu, pozcu ve klişeci sözlerle, reklamcı olmayı isteyip istemediğini soruyor. Mesleğine ve dolayısıyla kendisine hayran, Halil Cibran aforizmalarıyla konuşan reklamcı patron tiplemesi çok başarılı. Corrina, onun sözlerinden çok işsiz kalırsa başına gelecekleri düşünerek endişeleniyor. Kurulu düzeninin bozulacak olmasından dolayı tedirginliği giderek artıyor. Yazar olmak istediğini böylelikle öğreniyoruz. Yazar olmanın sahici ve vazgeçilmez bir tutkusu olup olmadığını ise bilmiyoruz. İş yerindekiler, Candi hariç, bir biçimde yalan söyleyen, kendini korumak için rol keserek “yaşayan” insanlar. İş dünyasının rekabetçi ortamında insan kalabildiklerini, sanata ilgi duyduklarını, hâlâ hayalperest olduklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Sakin, entelektüel ve anlamaktan yorulmuş, çok yaşamış birileri gibi davranıyorlar. Corrina, bu dünyaya isyan eden, direnen, muhalefet eden biri sanılmasın. Aksine, onlara benzediği için orada çalışıyor, rekabet edemediği için de dışlanıyor.
Hikâye, iki ayrı hayal kırıklığıyla, Corrina’nın onlarla başederek kendine yeni bir yol açmasıyla sonlanıyor. İyi bir insanla karşılaşıyor, hiç ummadığı anda oyun oynar gibi dergi çaldığı marketin kasiyerine yakalanıyor. O yüzleşme Corrina’ya iyi geliyor, karar vermesini kolaylaştırıyor. Mutlu son da denebilir buna, iyiliğin varlığı da… Hikâye, başladığı tempoda, birkaç günlük seyrin sonunda, genç kadının çalıştığı yerden istifa etmesiyle bitiyor. Arakçı, seyir süratiyle soap operaları, pembe dizileri andırmıyor değil. Çizgi romanda, siyah ve beyazın dışında üçüncü renk olarak pembe kullanıldığını hatırlatayım.
Bizim çizgi roman okurumuz bu tür öykülere alışkın değil, yayınevini sırf bu yüzden takdir etmek gerekiyor. Korkarım, hikâyeyle ilgilenebilecek edebiyat okuru da kitabın özgün adı olan Shoplifter için tercih edilen Arakçı tercümesini çok anlamayacak, pulp evreninin mübalağalı sertliğinin bir parçası sanacak. Belki de bile isteye geleneksel okuru cezbetmek için seçildi, bilemiyorum. Shoplifter, alışveriş sırasında mağazalardan yapılan küçük hırsızlıklara verilen bir isim. Market hırsızlığı olarak biliniyor. Yaygın bir hırsızlık olduğu için, güvenlik sistemleri buna göre yapılandırılıyor. Çok daha eskiden bu çalma arzusu kleptomani olarak adlandırılırdı veya yakalanan küçük suçlular, bu psikolojik saplantıya sığınırlardı. Shoplifter, kapitalist sistemde sıradan insanların suç ve ceza sınırlarını zorladıkları, suç işleyerek rahatladıkları küçük nişlerden sayılıyor, pek çok suça göre sempatiyle bakılıyor. Corrina, tam da o niş içinde, suçluluk ile tuhaf bir meydan okuyuculuk arasında salınıyor. Kendini iyi ve güçlü hissettiği, hafif suçlu, hafif masum, hafif modern ve okura aşina gelen bir tutku içeriyor yaptıkları.
Arakçı, farklı bir çizgi romanla karşılaşmak isteyen okur için iyi bir fırsat. Çizgileri, tasarımı, geçişleri, mizansenleri ayrıca çok başarılı. Geniş açıyı kullanma biçimi, birdenbire yakınlaşması ve ardışıklığı son derece etkileyici. Çizgili sanatlarla uğraşan herkesin bu yumuşak üslubu ucundan kıyısından incelemesi gerekiyor.
[Sabit Fikir, Ekim 2016]
Pazartesi, Kasım 14, 2016
Behzat Ç. 10.Yıl Özel Baskısı
Dünya
Üniversitede popüler kültür çalışırken, olup bitenleri mutlaka izlemem gerekir gibi gelirdi. Delice bir tutkuyla aktüeli izlerdim. Evde gazeteler keser, dosyalar, kutular yapar, istifler, malzemeyi başlıklara ayrırırdım. Bazı gazeteleri ve dergileri izleyememek beni kahrederdi. Sırf bu nedenle ktüphaneye gider, fotokopiler çektirirdim.
Sonra gazete-medya tarihi çalıştıkça bu huyumdan vazgeçtim. Güncel gazeteleri ve köşe yazarlarını takip etmeyi doksanlı yılların sonunda bıraktım. Kütüphaneye gidiyor, sadece eski gazete okuyordum, o dönemden kalma onlarca defter, binlerce sayfa fotokopi, evin bir yerlerinde duruyor. 1930-1950 arası çıkan yayınlara yönelik merakım,bir ara o kadar arttı ki, bütün dünyamı kaplar hale geldi.
Galiba bir on yıldır televizyon izlemiyorum, daha fazla da olabilir. Sansür yüzünden tek bir şey seyretmez oldum. İnternetten toparladığım filmleri, dizileri seyrediyorum o kadar.
Altı yedi yıl olmuştur, Türkçe edebiyat dosyaları okuyorum, ekmek parası, yayınevine gelen dosyalarla geçiyor ömrüm. Gazetelerin eskisi yenisi filan kalmadı. Arada yaptığım işlerin duyurusunu yapmasam, blog dışında sosyal medyaya hiç girmemiş olacağım. Durumumu benzersiz gördüğüm için söylemiyorum bunları. İnsanın ilgileri değişiyor onu demek istiyorum. Kimi olaylarda geçen pek çok ismi bilmiyorum artık, kim oldukları hakkında zerre fikrim yok. Bir yayınevi, bir tv sunucusunun kitabını yayımlamış. Bunu söyleyen gençler, popülist seçimi nedeniyle o yayınevini eleştiriyorlardı, ben bilmiyorum mesela, yüzünü görmedim, adını bile bilmiyordum o sunucunun. Bu ne ki denebilir, yirmi yıl önce böyle değildim, bilirdim.
Yaşlandıkça bu inziva halim koyulaşacak onu iyi biliyorum.
Emekliliğime bir buçuk yıl kaldı, arada dünya bastırınca hatırlıyor, oturup gün sayıyorum.
Cuma, Kasım 11, 2016
2016'nın En İlgi Çekici Romanları
33, Kjersti Skomsvold, Jaguar
Animal Triste,
Monika Maron, Alef
Bedenin Güncesi,
Daniel Pennac, Ayrıntı
Cinayet Sanatı,
Peter Ackroyd, YKY
Değişim, Mo Yan,
Can Yayınları
Kahire Modern,
Necip Mahfuz, Kırmızı Kedi
Kısa Mektup-Uzun
Veda, Peter Handke, Aylak Adam
Sputnik Sevgilim,
Haruki Murakami, Doğan
Tüketilmiş, David
Cronenberg, YKY
Zamanın Gürültüsü,
Julian Barnes, Ayrıntı