Cuma, Aralık 31, 2010

İyi Seneler

Yeni şeyler öğrendiğimiz, neşeli, sağlıklı, tasası az bir yıl olsun. Daha önemlisi iyi insanlar olsun etrafımızda , yokluklarını da göstermesin bize... Beraber yürüyelim onlarla...

Çarşamba, Aralık 29, 2010

Salı, Aralık 28, 2010

Pazartesi, Aralık 27, 2010

Cuma, Aralık 24, 2010

Çarşamba, Aralık 22, 2010

Sin City


Frank Miller’in Sin City dizisi Hollywood ilgisi sayesinde Türkçede yayınlandı. Yakın dönem Amerikan çizgi romanı mainstream örneklerle hatırlanıyor ve satılıyor. Hollywood’un Amerikan pazarının talepleriyle farklı çizgi roman uyarlamaları yapması ise Sin City gibi görece marjinal işlerinin farklı ülkelerde yayınlanmasını kolaylaştırıyor. Görünen o ki farklı çizgi roman örneklerini görebilmek için Hollywood desteğine ihtiyacımız olacak. Sin City, anlatıdan önce ismini sattıran-kendini ortaya koyan çizgi roman sanatçılarından biri olan Frank Miller’in elinden çıkma. Bütünüyle bir üslup çalışması. “Hard boiled detective fiction” denilen geçen yüzyılın daha çok ilk yarısında yayınlanan suç ve polisiye anlatılarını hatırlatan, bu hatırlatmayı estetik bir uğraş olarak metnin bütününe nüfuz ettiren bir çizgi roman. Siyah-beyaz tercihi, sürekli karanlıkta geçen atmosferi, fırça ve ışık-gölge kullanımı klasik Hollywood polisiyelerinin estetize edilmiş bir yorumu. Erkek kahramanların iç konuşmaları filmlerin ve dedektif edebiyatının anlatım diline uygun olarak birinci tekil şahıs ağzından aktarılıyor. Türün klişelerine uygun olarak meşum kadınlar, sadakat dolu sevgililer, melodramatik kırık aşk hikâyeleri, para hırsının kurbanı olanlar, kokuşmuş bürokratlar veya rüşvet alan polislerle sıkça karşılaşılıyor. Frank Miller’in o kadar güzel çizdiği kareler var ki ders olacak nitelikte bir estetik taşıyor; çok çalışıldığı, çok düşünüldüğünü hissettiriyor ve bunu öyle kolaymışçasına yapıyor ki sanki mürekkep bir cıva gibi bir kareden diğerine akıyor. Öte yandan çizgi romanı bitirdiğinizde bütün o estetik çabanın kendini tüketen bir narsizme dönüşme potansiyelini de hissediyorsunuz.

Frank Miller, Sin City adını verdiği bir dünya yaratımına niyetlenmiş, belli bir kaygıyla hareket etmiş ve “içerik biçimi belirler” gibi bir estetik tercihte bulunmuş... Bu tür bir tercihin sonuçları ise bana göre belli ölçülerde sıkıcı... Her şeyden önce dedektif hikâyelerini anımsatan edebi dil şairanelik iddiası taşıyor. Pulp metinlerin sarkastik ve edebiyatla (hatta edeple) mesafeli olan dilini başkalaştırıyor, onların üzerinde kendisini konumlandıran, daha da önemlisi kendine hayran olan bir anlatıma dönüşüyor. Bu tür bir şairaneliğin çevirisi de külfetlidir, ne yaparsanız yapın “çeviri kokarsınız”. Üstelik çizgi romanın doğasında varolan (pulp olmasından kaynaklanan) anti-entelektüelist tavır bu şairaneliği (üstelik çeviri kokanı) kaldırır türden değildir. Yargım şu: Sin City, polisiye edebiyatının ve dedektiflik türünün çeşitli hikâyelerini anımsatıyor, özgünlüğünü hikâyelerinden değil çizgiye dayalı biçimsel arayışlarından alıyor.

Tırt olmasın da ne çalarsan çal Sam...

-Beğenirsem bi daha çalarsın, baştan konuşalım...

Pazar, Aralık 19, 2010

Nino, Amerika Macerası

Fırsat olmamıştı. Varlığını bilmekle birlikte okumamıştım. Şöyle bir önyargı taşıdığım için okumadığımı da itiraf edeyim. Nino'ya gelinceye kadar yayınlanabilecek o kadar çok frankofon çizgi roman vardı ki...Bu türden tercihlerin altında şunu ararım: "Tenten benzeri bir çalışma yayınlayalım." Yoksa Nino niye yayınlanır ki... Aslına bakılırsa Nino'nun üretimi de aynı mantığa dayalı. Ligne-clair tarzını izlemek, Fransa-Belçika ekolü ve geniş anlamıyla endüstri için önemlidir. Öte yandan yaptığınız işe bir yenilik katarsınız, Hergé'in yapmadığı bir estetik arayışına yönelirsiniz. Belki ironik olarak bunun imkansızlığını da vurgulayabilirsiniz, bilemiyorum. Nino bu türden bir çizgi roman değil, öyle ki ellili yıllarda çizildiğini düşünüyorsunuz. Oysa çizeri 1955 doğumlu...Hikayesi eski, kurgusu eski...Finalinin de başarılı olmadığını, gerilimin artırılamadığını, kötü adam şaşırtması hariç çabuk unutulacak bir çizgi roman olduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan altmışlı yıllarda çıkan Zıp Zıp'ı veya yetmişlerdeki Doğan Kardeş'i seviyorsanız, Nino nostaljik bir tat bırakacaktır zihninizde. O denli eski anlayacağınız...


Klişe Romantizm: The Romantic Flower


The Romantic Flower erotik bir hikâye. Uzaydan gelen bir bitki tohumunun (!) genç bir kıza olan aşkı anlatılıyor. Hikâyeyi uzaylının anlatımıyla (hatta çizgileriyle) izliyoruz. Onun cinselliği keşfi ve salgıladığı kokuyla cezbettiği (büyülediği) kadınlarla ilişkileri hikâyenin erotik gerilimini sağlıyor. Ancak hikâyeye daha çok aşk ve romantizmin hâkim olduğunu söylemek gerekiyor. Hikâyenin yaratıcısı Silvio Cadelo altmış yaşına yaklaşan bir usta artık. Çizgi romana çoğu meslektaşına göre oldukça geç bir yaşta otuzuna doğru başlamış. Fransa’da meşhur olan İtalyanlardan biri. Çizgi romana olan yaklaşımı ister istemez Frankofon estetiğine yakın. Moebius ve Jodorowsky ile kurduğu kişisel ve mesleki yakınlık da bunu göstergesi kuşkusuz. Cadelo sadece erotik çalışmalarıyla hatırlanacak biri değil ama bir kaç yıl önce kendi tercihiyle yaptığı erotik çalışmalarından oluşan bir sergi açtığı düşünülürse bu tür çalışmalarına olan ilgiden de memnun görünüyor. The Romantic Flower, Fleur Amoureus adıyla önce Fransa’da yayınlandı. Cadelo’nun yumuşak çizgisi için katlanılabilir bir albüm, romantizm ve aşk ile ilgili soap-opera klişeleri taşıyor ki bu durum Cadelo çizgilerine rağmen çalışmayı vasatın altına çekiyor. The Romantic Flower, türün meraklıları dışında ilgi görecek bir özellik taşımıyor.

Pazar, Aralık 12, 2010

Hırsızlar

- Hırsızlık, ancak hırsızlar kavga ettiğinde ortaya çıkıyor, bundan artık eminim...

Pazartesi, Aralık 06, 2010

Perşembe, Aralık 02, 2010

Seyrüsefer Defteri 5



Karikatürkiye için bir yazı yazdım, Radikal Kitap’a (30 Kasım). + Real ve Morinyo beş gol yedi (29 Kasım). + Kötü film kontenjanı, The Cyclops (1957). Hoh hoh ürpertiyor!! (28 Kasım). + İstanbul yolculuğu, yataklı tren soğuktu ve sıcaktı. Giderken ve dönerken bu defa bir şey okumamaya karar verdim, iki film seyrettim (26 Kasım). + Jason’un Why Are You Doing This çalışmasını okudum. Yine güzel, yine güzel (25 Kasım). + 1924 yapımı Aelita Queen Of Mars’ı seyrettim. Sonraki yılların Bilim kurgu filmlerini, Metropolis’i ve hatta Flash Gordon’u etkilediği iddia ediliyor. Olabilir! (23 Kasım). + Defiant Ones (1958) Stanley Kramer'in güzel bir filmi. Hapisten kaçan ve birbirine zincirle bağlı biri siyah diğeri beyaz iki mahkumun hikayesi. Daha doğrusu, kaçarken karşılaştıklarına bakılırsa insan manzaraları olarak tanımlanabilir (22 Kasım). + Halide Edib'in Akile Hanım Sokağı romanı hakkında bir yazı yazdım, Radikal Kitap'a gönderdim (21 Kasım). + Resident Evil After Life seriden tek seyrettiğim film, öyle kalacak (20 Kasım). + Les Aventures extraordinaires d'Adèle Blanc-Sec'i önermiş miydim? Neşeli bir film (19 Kasım). + Roman ve hikaye dosyaları, makaleler, kitap önerileri...Günlerim bunları okumakla geçiyor (18 Kasım). + Çizgili Pijama hakkında bir yazı gönderdim Birgün Kitap'a (17 Kasım). + Halkın Çığlığı 2 de çıkmış, okuyunca hakkında bir yazı yazarım muhtemelen (15 Kasım). + Uzun tatilleri sevmiyorum, çok yorucu (14 Kasım). + The Man with the Beautiful Eyes adlı kısa bir Bukowski uyarlaması animasyon seyrettim (13 Kasım). + Nihayet Inception'u seyrettim. Görsel olarak güzel sahneler var (12 Kasım). + 13 Hrs filmini seyrettim. Metruk bir köşkte geçen gerilim-korku filmleri vardır. Aile içi ilişkiler ve bir yaratık türevi kullanılmış, yeni değil, seyretmemek kayıp değil. (11 Kasım). + Turna’nın Kalbi adlı Yeniçerilerle ilgili bir inceleme kitabı okuyorum. Erdal Küçükyalçın yazmış, iyi ve ilginç bir inceleme (10 Kasım). + Boardwalk Empire seyretmeye başladım (9 Kasım). + Faruk Geç'le ilgili bir yazı gönderdim Radikal'e...(8 Kasım) + Berlin çıkmış, bu hengamede çıkan düzgün bir grafik roman. Hakkında yazı yazacağım (7 Kasım) + Tüyap'taydım, çok kalabalıktı. Eş dost gördüm, o güzeldi (6 Kasım). + 1971 tarihli Lust for a Vampire filmini seyrettim. Kırk yıl öncesinin korku erotik işlerinden (2 Kasım).