Söz konusu kitap bu belgeselde yer alan konuşmalardan oluşuyor. Yönetmen ya da yayınevi, belgeselin en azından kitap olarak çıkmasını arzu etmiş. Haliyle bana da konuşmamın deşifre edilmiş halini gönderdiler; telif ödeyemeyeceklerini belirterek yayın için yazılı izin verip veremeyeceğimi sordular. Deşifre edilmiş metni okuduğumda, bağlamından kopuk, ara sorularla bütünlüğünden uzaklaşmış bir “konuşma” buldum ve bu haliyle yayınlanmasını istemedim. Telefonla görüştüğüm kitap editörlerinden biri yeni bir metin yazabileceğimi veya deşifre edilmiş metni yeniden düzenleyebileceğimi söyledi. Ancak tüm bunları yapmak için bana bir hafta kadar süre verdiler (Kitabın yayın tarihinden dört ay önce yaşananlardan söz ediyorum). Ben de yoğun olduğumu, bu kadar kısa süre içerisinde istenilen düzeltmeleri ya da yeni bir yazı yazamayacağımı belirterek, konuşma metnimin kitaptan çıkartılmasını-kullanılmamasını rica ettim. Karşılıklı konuşarak anlaştığımızı sanıyordum, yanılmışım. Bir on gün kadar önce yayınevi tarafından bana gönderilen kitapta konuşmamın yer aldığını gördüm. İsteğim dışında hareket ederek ne söylediğim dahi anlaşılmayan bir metni yayınlayan (ve bana bunu değiştirmem için zaman tanımayan) yayınevine telefon açtım ve yaptıkları nezaketsizliğin nedenini sordum. Onlara bırakın konuşmamızı, yazılı izin de vermediğimi hatırlattım. Özürler dilendi, bir yanlışlık olduğu söylendi vesaire… Ama nezaketsiz ve dikkatsiz yayıncının özrü, benim durumumu değiştirmiyor. Yazar olarak isteğim dışında yayınlanmış bir metnin sorumluluğunu taşımak zorunda bırakılıyorum.
Cumartesi, Aralık 30, 2006
İznim Olmadan...
Cumartesi, Kasım 18, 2006
Kabadayıların ve futbolun mahallesi: Hacettepe
(...) Mahalleli, bahar ve yaz aylarında Mamak, Kayaş ya da Gazi Orman Çiftliği gibi Ankara’nın nadir bulunan yeşil alanlarına giderek topluca eğlenmekte, piknik yapmaktadır. N.Ö. Hanım bahar zamanı akşamdan hazırlanan nevaleler ile daha çok Kayaş tarafına gidildiğini anlatıyor:
Ocaklar kurulur, ızgara yapar, yerdik. Herkes yan yana oturduğu için yapılanlar paylaşılırdı, ip atlanırdı. Erkekler biraz fazla içtikleri için hava kararmadan dönülürdü. Her pazar değişik insanlarla ahbaplık ederdik, konuşur, vakit geçirirdik.
Çiftlik ya da Çubuk’a gitmenin zaman ve para açısından oldukça yüklü bir maliyeti vardır. Ankara için büyük bir yenilik olan (ve rağbet gören) Çiftlik’teki Marmara ve Karadeniz Havuzları delikanlılar ve erkek çocuklar için bulunmaz bir eğlence yeridir. Hacettepeli çocuk-gençlerin Ankara çevresindeki çaylar ya da Gölbaşı’na yüzmeye gittikleri de anlatılanlardan anlaşılmaktadır. M.C. Beyin ifadesiyle
Pazar günü ya trenle gidilirdi, trenyolu üzerine, ya Gazi Orman Çiftliği’ne, ya Saimekadın, Mamak, Kayaş’a, oralar, trenyolu üzerinde. Bağlık, bahçelik yerlerdi. Milletin piknik yapacağı yerler olurdu. En güzel Kayaş’la, Çiftlik’ti o zaman. Karadeniz yüzme havuzu vardı. Oraya girerdik. Pazar günü pek gitmezdim çok kalabalık olurdu. Gittiğimde de böyle tadını alamazdım yani. Elini atsan birine çarparsın o şekilde. Çok yüzen olurdu. Bayan hiç olmazdı. Yani beş yüz kişi yüzüyorsa havuzda, bir tane bir bayan gelse, hemen toplaşırdı millet.
Yazları açık hava sinemaları, kışlarıysa kapalı sinemalar önemli eğlence olanaklarındandır. Aileler Türk filmlerini gençler ise kovboy ve macera filmlerini tercih etmektedirler. Kadınlar için kadın matineleri/seansları düzenlenmektedir. Sinemalarda özellikle hafta sonları “devamlı” seanslar gösterilmekte, salonlara dışarıdan yiyecek-içecek getirmek serbest tutulmaktadır. Çocuklukla delikanlılık arasında gidip gelen erkeklerin en büyük eğlencesi ise geceleri, ceplerine doldurdukları bir avuç leblebiyi meze ederek Hacettepe Parkı’nın kuytularında ya da fidanlığın içinde (daha ucuz olduğu ve su, bardak, buz vs. ile törensel bir hava yaratmaya gerek kalmadığı için) şarap içmek, uzaktan uzağa duyulan, Esenpark Gazinosu’nda çalan müzikleri, söyleyen şarkıcıları dinleyerek demlenmektir. S.D. Bey Hacettepelilerin hayatında Esenpark’ın radyo kadar etkili olduğunu düşünmektedir:
Müziği belki radyodan daha çok Esenpark’tan çalan Türk Sanat Müziğiyle dinlemişizdir. Radyodan belki beş misli daha fazla Esenpark’tan gelen müzik sesiyle kulaklarımız doldu. Gönül Yazar’lar, Hamiyet Yüceses’ler, gelmiş geçmiş, isim yapmış, şöhret sahibi olmuş kişiler Esenpark’ta muhakkak şarkı söylemiştir o dönemlerde. Öyle ki, mesela yaz günü çoğu mahalleli evinin bahçesinde, damında yatar. Sabaha kadar, kapanıncaya kadar dinlerdi.
Gençler müzik dinleyip genellikle şarap içerken kimileri esrar da sarmaktadır. Mahallede esrar satılmasa da, mahalleli esrar satıcıları vardır. Esrar bulmak bu sebeple çok zor değildir. Rakı içmek ise geniş zamanda kendine özgü kuralları içermektedir. Biraz daha paralı olmayı, mezeyle, demlenerek, yavaş içmeyi gerektirmektedir. Bentderesi, İsmetpaşa ya da Samanpazarı-Hamamönü çevresindeki lokantalar ve içkili yerlerde çoğunlukla rakı tüketilmektedir. Mahallenin delikanlıları için buralarda içmek, oradan pavyonlara geçerek devam etmek “büyümenin” “ben buradayım” demenin-kişiliğin göstergesidir. M.C.Bey’in ilk gençliğine ait evden-tanıdıklardan saklayarak yaşadığı içki serüveni çoğu Hacettepeli gencin başından geçmişe benzemektedir:
[Meyhaneler] Bize pahalı gelirdi, onun için biz tutar bir şişe şarap alırdık, onbeş yirmi kuruşluk da leblebi alırdık. Bir de mum alırdık, lamba falan yok. O eski havuzlar falan vardı, onlar çalışmıyordu, kuruydu. Hatta onun fıskiyesinin üstüne mumu da yakardık. Öyle oturur çekerdik kafayı. Esenpark’ın müziği gece bile, bizim evden bile duyulurdu. Onu içerdik, ondan sonra ordan yürüyerek Gençlik Parkı’na giderdik. Gençlik Parkı’nda bu gazinomsu şeyler falan var. Tabii biz giremezdik. Sahnenin arka tarafına oturur, hadi orda birer şarap daha alırdık, orda hem müzik dinlerdik, hem kafayı çekerdik. Çubuk Şarabı, Tekel’in çıkardığı. En ucuz oydu. En pahalı Kavaklıdere’nin falan şaraplarıydı. Rakının işi uzun olduğu için, sulu mulu, daha büyüdükten sonra, lokantalara gitmeğe başladıktan sonra rakı içtik.
S. Bey içki içmenin bir tür zorunluluk olduğunu, neredeyse delikanlılığın göstergesi olarak anlaşıldığını belirtiyor:
İçki içmek Hacettepe’nin ruhunda vardı. Yüzde 80’i içerdi. İçmeyen de içerdi. İçmiyor demesinler diye içerdi. İçmesini bilmiyor demesinler diye içerdi. Yani belki zevk almıyordu ama içiyordu.
Mahallede kadın-erkek ilişkileri oldukça sorunludur. Dışarıdan herhangi birinin mahallenin kızlarına yaklaşması – söz konusu kız bu konuda gönüllü olsa bile – imkânsızdır. Mahalleden birisiyle flört eden bir genç kız ise – ki bunu gerçekleştirmek çok zordur – onunla evlenmek zorundadır. Flörtün tabu olarak görülmesine rağmen, mahallenin delikanlıları bir kız için aralarında kavga ederek birbirlerini yaralayabilmektedirler. Aynı durum mahallede yaşayan bir kadını kendisine “dost” edinen kabadayılar için de söz konusudur. Ancak bu tür vakalarda rakibin akıbeti ölümle sonuçlanabilmektedir. Mahallenin içe dönük baskıcılığı ve ahlakçılığı, yaşanan yılların koşullarıyla eşlenerek ifadelendirilmektedir: “O zamanlar değil Hacettepe’de, hiçbir yerde kadın-erkek ilişkisi-flört, şimdiki gibi mümkün değildi”. Oysa yaptığımız görüşmelerde aynı insanlar Bulvar’da kız arkadaşlarıyla “turlayanları”, “muhallebi çocuğu” olarak adlandırabilmektedirler. Mahallenin baskıcılığı yanında erkek-merkezli bir hayatın sonucudur söylenenler. Bir kızla birlikte görünmemeyi istememek, (hele onunla evlenecekse) kızın namusuna halel getirmemek kadar başka erkeklerin gözünde kadınsı bulunmaktan korkmaya da bağlıdır. Mutlaka “sert” olunmalıdır.
Görüşmecilerin mahallenin namusu ile ilgili anlattıkları çok sayıda hikâye vardır. Hacettepe parkında kız arkadaşıyla “anormal hareketler” yapanlar veya yakındaki Öğretmen Okuluna “kızlar” için gelenler mahallenin delikanlılarının tepkisini çekmektedir. Görüşmecilerden S.D. Bey çocuk yaşında kendisine yaptırılan oyunu anlatır:
Birisi şöyle evlere bakarak gitti mesela. Belki evin mimarisini beğendi, kim bilir? Ama bakmakta ısrar ederse, yine aynı tarafa doğru bakarsa yandı! Bana [Şarlo’nun Yumurcak filminden ilhamla] “Kiti” derlerdi. Kiti, git lan, şu adama bir tekme at, küfret bizim yanımıza doğru kaç derlerdi. Giderdim, küfrederdim, kaçardım. Vay kerata diye hamle ettiği an biterdi. Vay sen utanmıyor musun küçücük çocuğu kovalamaya. Bir güzel döverlerdi.
Dövmekten fazlasını da yapanlar olmuştur. Hacettepeli Lütfü Yanar’ın Dündar Kılıç ile ilgili olarak anlattığı bir hatıra oldukça “serttir”: “1956 yılında bir gün taksiyle mahalleye gidiyoruz. Dündar taksiyi durdurdu. Kız kardeşi Asiye kaldırımda yürüyor, birisi de peşinden gidiyor. Taksiden indik, Dündar görünmemek için arkasını döndü, bana: ‘Git bir bak, bizim kız yüz veriyor mu, yoksa oğlan mı asılıyor’ dedi. Gittim biraz izledim, Asiye hızlı hızlı yürüyor, peşindeki ise asılıp duruyor. Dönüp durumu anlatınca Dündar koşup oğlanın yolunu kesti. ‘Görmüyor musun, kız sana yüz vermiyor, daha ne peşinden gidiyorsun?’ dedi. Oğlan ‘Sana ne?’ gibilerinden diklenecek gibi olunca Dündar, ceketinin mendil cebinden bir şey çekti. Ustura mı bıçak mı hatırlamıyorum ve bir vuruşta oğlanın kulağını kesip eline verdi” (...).
Sanki Viran Ankara, Der. Funda Şenol Cantek, İletişim Yayınları, 2006 içinde, ss. 175-210.
link
not1: Fotoğraf Ellili yıllarda çekilmiş, Hacettepe Parkında en yakışıklı halleriyle poz veren mahalleli gençlere ait.
not2: Yazının yer aldığı kitabın ismi ise bir şarkıdan geliyor: "Sen gideli sanki viran/ Sevgilim, sensiz Ankara...."
Ocaklar kurulur, ızgara yapar, yerdik. Herkes yan yana oturduğu için yapılanlar paylaşılırdı, ip atlanırdı. Erkekler biraz fazla içtikleri için hava kararmadan dönülürdü. Her pazar değişik insanlarla ahbaplık ederdik, konuşur, vakit geçirirdik.
Çiftlik ya da Çubuk’a gitmenin zaman ve para açısından oldukça yüklü bir maliyeti vardır. Ankara için büyük bir yenilik olan (ve rağbet gören) Çiftlik’teki Marmara ve Karadeniz Havuzları delikanlılar ve erkek çocuklar için bulunmaz bir eğlence yeridir. Hacettepeli çocuk-gençlerin Ankara çevresindeki çaylar ya da Gölbaşı’na yüzmeye gittikleri de anlatılanlardan anlaşılmaktadır. M.C. Beyin ifadesiyle
Pazar günü ya trenle gidilirdi, trenyolu üzerine, ya Gazi Orman Çiftliği’ne, ya Saimekadın, Mamak, Kayaş’a, oralar, trenyolu üzerinde. Bağlık, bahçelik yerlerdi. Milletin piknik yapacağı yerler olurdu. En güzel Kayaş’la, Çiftlik’ti o zaman. Karadeniz yüzme havuzu vardı. Oraya girerdik. Pazar günü pek gitmezdim çok kalabalık olurdu. Gittiğimde de böyle tadını alamazdım yani. Elini atsan birine çarparsın o şekilde. Çok yüzen olurdu. Bayan hiç olmazdı. Yani beş yüz kişi yüzüyorsa havuzda, bir tane bir bayan gelse, hemen toplaşırdı millet.
Yazları açık hava sinemaları, kışlarıysa kapalı sinemalar önemli eğlence olanaklarındandır. Aileler Türk filmlerini gençler ise kovboy ve macera filmlerini tercih etmektedirler. Kadınlar için kadın matineleri/seansları düzenlenmektedir. Sinemalarda özellikle hafta sonları “devamlı” seanslar gösterilmekte, salonlara dışarıdan yiyecek-içecek getirmek serbest tutulmaktadır. Çocuklukla delikanlılık arasında gidip gelen erkeklerin en büyük eğlencesi ise geceleri, ceplerine doldurdukları bir avuç leblebiyi meze ederek Hacettepe Parkı’nın kuytularında ya da fidanlığın içinde (daha ucuz olduğu ve su, bardak, buz vs. ile törensel bir hava yaratmaya gerek kalmadığı için) şarap içmek, uzaktan uzağa duyulan, Esenpark Gazinosu’nda çalan müzikleri, söyleyen şarkıcıları dinleyerek demlenmektir. S.D. Bey Hacettepelilerin hayatında Esenpark’ın radyo kadar etkili olduğunu düşünmektedir:
Müziği belki radyodan daha çok Esenpark’tan çalan Türk Sanat Müziğiyle dinlemişizdir. Radyodan belki beş misli daha fazla Esenpark’tan gelen müzik sesiyle kulaklarımız doldu. Gönül Yazar’lar, Hamiyet Yüceses’ler, gelmiş geçmiş, isim yapmış, şöhret sahibi olmuş kişiler Esenpark’ta muhakkak şarkı söylemiştir o dönemlerde. Öyle ki, mesela yaz günü çoğu mahalleli evinin bahçesinde, damında yatar. Sabaha kadar, kapanıncaya kadar dinlerdi.
Gençler müzik dinleyip genellikle şarap içerken kimileri esrar da sarmaktadır. Mahallede esrar satılmasa da, mahalleli esrar satıcıları vardır. Esrar bulmak bu sebeple çok zor değildir. Rakı içmek ise geniş zamanda kendine özgü kuralları içermektedir. Biraz daha paralı olmayı, mezeyle, demlenerek, yavaş içmeyi gerektirmektedir. Bentderesi, İsmetpaşa ya da Samanpazarı-Hamamönü çevresindeki lokantalar ve içkili yerlerde çoğunlukla rakı tüketilmektedir. Mahallenin delikanlıları için buralarda içmek, oradan pavyonlara geçerek devam etmek “büyümenin” “ben buradayım” demenin-kişiliğin göstergesidir. M.C.Bey’in ilk gençliğine ait evden-tanıdıklardan saklayarak yaşadığı içki serüveni çoğu Hacettepeli gencin başından geçmişe benzemektedir:
[Meyhaneler] Bize pahalı gelirdi, onun için biz tutar bir şişe şarap alırdık, onbeş yirmi kuruşluk da leblebi alırdık. Bir de mum alırdık, lamba falan yok. O eski havuzlar falan vardı, onlar çalışmıyordu, kuruydu. Hatta onun fıskiyesinin üstüne mumu da yakardık. Öyle oturur çekerdik kafayı. Esenpark’ın müziği gece bile, bizim evden bile duyulurdu. Onu içerdik, ondan sonra ordan yürüyerek Gençlik Parkı’na giderdik. Gençlik Parkı’nda bu gazinomsu şeyler falan var. Tabii biz giremezdik. Sahnenin arka tarafına oturur, hadi orda birer şarap daha alırdık, orda hem müzik dinlerdik, hem kafayı çekerdik. Çubuk Şarabı, Tekel’in çıkardığı. En ucuz oydu. En pahalı Kavaklıdere’nin falan şaraplarıydı. Rakının işi uzun olduğu için, sulu mulu, daha büyüdükten sonra, lokantalara gitmeğe başladıktan sonra rakı içtik.
S. Bey içki içmenin bir tür zorunluluk olduğunu, neredeyse delikanlılığın göstergesi olarak anlaşıldığını belirtiyor:
İçki içmek Hacettepe’nin ruhunda vardı. Yüzde 80’i içerdi. İçmeyen de içerdi. İçmiyor demesinler diye içerdi. İçmesini bilmiyor demesinler diye içerdi. Yani belki zevk almıyordu ama içiyordu.
Mahallede kadın-erkek ilişkileri oldukça sorunludur. Dışarıdan herhangi birinin mahallenin kızlarına yaklaşması – söz konusu kız bu konuda gönüllü olsa bile – imkânsızdır. Mahalleden birisiyle flört eden bir genç kız ise – ki bunu gerçekleştirmek çok zordur – onunla evlenmek zorundadır. Flörtün tabu olarak görülmesine rağmen, mahallenin delikanlıları bir kız için aralarında kavga ederek birbirlerini yaralayabilmektedirler. Aynı durum mahallede yaşayan bir kadını kendisine “dost” edinen kabadayılar için de söz konusudur. Ancak bu tür vakalarda rakibin akıbeti ölümle sonuçlanabilmektedir. Mahallenin içe dönük baskıcılığı ve ahlakçılığı, yaşanan yılların koşullarıyla eşlenerek ifadelendirilmektedir: “O zamanlar değil Hacettepe’de, hiçbir yerde kadın-erkek ilişkisi-flört, şimdiki gibi mümkün değildi”. Oysa yaptığımız görüşmelerde aynı insanlar Bulvar’da kız arkadaşlarıyla “turlayanları”, “muhallebi çocuğu” olarak adlandırabilmektedirler. Mahallenin baskıcılığı yanında erkek-merkezli bir hayatın sonucudur söylenenler. Bir kızla birlikte görünmemeyi istememek, (hele onunla evlenecekse) kızın namusuna halel getirmemek kadar başka erkeklerin gözünde kadınsı bulunmaktan korkmaya da bağlıdır. Mutlaka “sert” olunmalıdır.
Görüşmecilerin mahallenin namusu ile ilgili anlattıkları çok sayıda hikâye vardır. Hacettepe parkında kız arkadaşıyla “anormal hareketler” yapanlar veya yakındaki Öğretmen Okuluna “kızlar” için gelenler mahallenin delikanlılarının tepkisini çekmektedir. Görüşmecilerden S.D. Bey çocuk yaşında kendisine yaptırılan oyunu anlatır:
Birisi şöyle evlere bakarak gitti mesela. Belki evin mimarisini beğendi, kim bilir? Ama bakmakta ısrar ederse, yine aynı tarafa doğru bakarsa yandı! Bana [Şarlo’nun Yumurcak filminden ilhamla] “Kiti” derlerdi. Kiti, git lan, şu adama bir tekme at, küfret bizim yanımıza doğru kaç derlerdi. Giderdim, küfrederdim, kaçardım. Vay kerata diye hamle ettiği an biterdi. Vay sen utanmıyor musun küçücük çocuğu kovalamaya. Bir güzel döverlerdi.
Dövmekten fazlasını da yapanlar olmuştur. Hacettepeli Lütfü Yanar’ın Dündar Kılıç ile ilgili olarak anlattığı bir hatıra oldukça “serttir”: “1956 yılında bir gün taksiyle mahalleye gidiyoruz. Dündar taksiyi durdurdu. Kız kardeşi Asiye kaldırımda yürüyor, birisi de peşinden gidiyor. Taksiden indik, Dündar görünmemek için arkasını döndü, bana: ‘Git bir bak, bizim kız yüz veriyor mu, yoksa oğlan mı asılıyor’ dedi. Gittim biraz izledim, Asiye hızlı hızlı yürüyor, peşindeki ise asılıp duruyor. Dönüp durumu anlatınca Dündar koşup oğlanın yolunu kesti. ‘Görmüyor musun, kız sana yüz vermiyor, daha ne peşinden gidiyorsun?’ dedi. Oğlan ‘Sana ne?’ gibilerinden diklenecek gibi olunca Dündar, ceketinin mendil cebinden bir şey çekti. Ustura mı bıçak mı hatırlamıyorum ve bir vuruşta oğlanın kulağını kesip eline verdi” (...).
Sanki Viran Ankara, Der. Funda Şenol Cantek, İletişim Yayınları, 2006 içinde, ss. 175-210.
link
not1: Fotoğraf Ellili yıllarda çekilmiş, Hacettepe Parkında en yakışıklı halleriyle poz veren mahalleli gençlere ait.
not2: Yazının yer aldığı kitabın ismi ise bir şarkıdan geliyor: "Sen gideli sanki viran/ Sevgilim, sensiz Ankara...."
Salı, Ekim 24, 2006
TKP'nin Desteklediği Mizah Gazetesi, Nuhun Gemisi (1949-1950)
(...) Bugünden bakıldığında Nuh’un Gemisi’nin önemli bir özelliği Türk(iye) solunun o döneme özgü iç anlaşmazlıklarından birini sayfalarına yansıtmasıdır. TKP ile Esat Adil Müstecaplıoğlu'nun başkanlığını yaptığı Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) [ve onun yayın organı olan Gerçek] arasındaki polemikler gazetede geniş yer alacaktır. Esat Adil, 1946 Komünist Tevkifatından sonra partisini TKP'ye muhalif bir biçimde konumlandırmış, bu da sol içerisinde tartışmalar yaratmıştır. Onun Gerçek gazetesinde yayımlanan görüşleri Nuh’un Gemisi’nde karşılık bularak, şiddetli bir polemiğe dönüşecektir.
Esat Adil, kendisini eleştiren ve TKP (Şefik Hüsnü) savunması yapan Rasih Nuri İleri’nin deyişiyle, “Marksizmin Leninist halkasını terk etme politikası” sergileyecektir. 1946-50 yılları arasında Marksist sol içersinde neler yaşandığı, çok bilinmemekle birlikte, dönem sonunda, Esat Adil’in mevcut TKP kadrolarını eleştirdiği görülecektir. Gerçek’in ilk sayısı böylesi eleştirileri içeren çeşitli yazılardan oluşmaktadır. Esat Adil, TSP’nin cumhuriyet devrinin ilk sosyalist hareketini temsil ettiğini iddia etmektedir. Partinin beraatla sonuçlanan mahkûmiyetinin nedenini ise dolaylı olarak TKP kadrolarına bağlamaktadır: “Yurt ve dünya realitelerinin dışında kalmış bir kaç sergüzeştin baltalayıcı hareketlerinden faydalanan sıkıyönetim ve Recep Peker hükümeti, Türkiye Sosyalist Partisini de kapatmış ve mensuplarını mahkemeye vermişti” (Gerçek, 14.2.1950). Esat adil imzalı bir başyazıda partinin ve gazetenin kimliğini tanımlayan bölümler vardır:
“Biz sadece sosyalistiz. Bunda aşırı her iddiayı bir gevezelik, bir zevzeklik, realite dışı bir ütopya sayıyoruz. Hatta biz sosyalist değil, sosyalist cemiyetin çok uzağında yaşayan bir cemiyet tipi içinde burjuva demokratik inkılâpçılarının fikir ve aksiyon yardımcıları ve sosyalizm idealistleriyiz. Türkiye’deki komünizm heveskârları ile pan-turanizm ütopistleri arasında zerre kadar fark yoktur. Yüzde sekseninin okuma yazma bilmediği, yüzde seksen birinin orta çağ istihsal sistemine bağlı köylü kitlesinin yaşadığı bir memlekette kızıl elma sevdası çekenlerle, henüz burjuva demokrasisinin alfabesini öğrenmekle meşgul bir memlekette sosyalizmin en son merhalesine sıçrayıvermek gibi korkunç bir isteri geçirenler ya marazi bir ruh ve akıl hastasıdır yahut sadece şarlatanlardır” (Gerçek, 15.2.1950).
1946 yılında TKP’yle birlikte hareket eden, partisi TSP ile TKP’nin legal partisi konumunda olan TSEKP’nin birleşmesi için çabalayan Esat Adil’deki tavır değişikliğinin gerekçeleri hakkında, bugün ancak spekülasyon yapılabilir. Rasih Nuri İleri, konuyla ilgili önemli yazısında Esat Adil’in partisini yaşatmak adına TKP’yi eleştirdiğini düşünmektedir: “Dr. Şefik Hüsnü’nün hareketini kötülemek pahasına iş görebileceğini sanmış, yaranamamış, bir süre sonra verdiği tavizlere rağmen tutuklanmış, partisi kapatılmıştır. Birkaç yıl sonra, beraat etmesi, hesabının temel yanılgısını ve çirkinliğini değiştirmez”. İleri, Esat Adil’in 1950 yılında Gerçek adlı (önce haftalık, sonra günlük) parti yayınında çıkan yazılarından örnekler vererek, “Sanırım ki, bazılarının eleştirdiği Dr. Şefik Hüsnü’nün 1946’da TSP’den hemen sonra TSEKP’yi geleneksel kadrosuyla kurmasının ne gibi bir sapma tehlikesini önlediği artık açıkça anlaşılmaktadır” diyecektir. Hayk Açıkgöz, Anadolulu Bir Ermeni Komunistin Hayatından Anılar başlığını taşıyan kitabında, Rasih Nuri kadar parti savunması yapmasa da, Esat Adil’in 1947 TKP Davasındaki müdafaasının yanlışlığını anlatır: “Aklınca partisini tekrar legal olarak açabilmek için; kendisinin komünist olmadığını, eğer komünist partilerin memleketimizde zayıflatılması isteniyorsa, kendisi gibi komünist olmayan ılımlı sosyalistlerin kuracakları sosyalist partilere müsaade edilmesi gerektiği tezini ileri sürdü. Güya yaptığı bir taktikti. Bana göre de bir taktikti, ama yanlış, yapılmaması gereken bir taktikti. Şefik Hüsnü grubu bundan istifade etmesini bildi ‘ve nihayet kendini tutamadı, maskesini attı, içindeki zehrini döktü’ dediler”. Açıkgöz’ün yorumu, İleri’nin iddiasından farklıdır; O, Esat Adil’in partisini TKP kadrolarından ayırma çabasını en azından mahkemede başladığını iddia etmektedir. Öte yandan Mahkeme kayıtlarında iki partinin birleşmesine ilişkin Esat Adil’in el yazısıyla yazılmış bir evrak yer almaktadır.
Bu evrakta yazılanlara bakılırsa “1- Her iki Parti Başkanı tarafından bütün Türkiye gazetelerine gönderilmek üzere müşterek bir beyanname ile birleşme işi ilan olunacak 2-Vaziyeti maskelemek için Sosyal Demokrat Partisinin de birleşmeye daveti kararlaştırılabilir” yazılmaktadır. TKP kadrolarının bu önerilere nasıl bir cevap verdiği belli değildir, ancak gerek mahkeme sürecinde gerek sonraki mahkûmiyet döneminde taraflar birlikte hareket etmemişlerdir. Hapishanede farklı komünler kurulduğu, Esat Adil grubunun dışlandığı veya farklı hareket etmek durumunda kaldığı anlatılmaktadır. TSP’liler tutukluklu aldıkları 18 ay sonunda, 14 Temmuz 1948’de beraat etmişler, karar Yargıtay tarafından da tasdik edilmiştir. Esat Adil, Gerçek gazetesini yeniden yayınlarken TKP’den farklı olduklarını polemikçi bir dille anlattığı -aynı üslupla cevaplar aldığı- bir döneme girmiştir. (...)
[Yazının tamamı Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2006 sayısında (ss.40-49) yer almaktadır.]
Esat Adil, kendisini eleştiren ve TKP (Şefik Hüsnü) savunması yapan Rasih Nuri İleri’nin deyişiyle, “Marksizmin Leninist halkasını terk etme politikası” sergileyecektir. 1946-50 yılları arasında Marksist sol içersinde neler yaşandığı, çok bilinmemekle birlikte, dönem sonunda, Esat Adil’in mevcut TKP kadrolarını eleştirdiği görülecektir. Gerçek’in ilk sayısı böylesi eleştirileri içeren çeşitli yazılardan oluşmaktadır. Esat Adil, TSP’nin cumhuriyet devrinin ilk sosyalist hareketini temsil ettiğini iddia etmektedir. Partinin beraatla sonuçlanan mahkûmiyetinin nedenini ise dolaylı olarak TKP kadrolarına bağlamaktadır: “Yurt ve dünya realitelerinin dışında kalmış bir kaç sergüzeştin baltalayıcı hareketlerinden faydalanan sıkıyönetim ve Recep Peker hükümeti, Türkiye Sosyalist Partisini de kapatmış ve mensuplarını mahkemeye vermişti” (Gerçek, 14.2.1950). Esat adil imzalı bir başyazıda partinin ve gazetenin kimliğini tanımlayan bölümler vardır:
“Biz sadece sosyalistiz. Bunda aşırı her iddiayı bir gevezelik, bir zevzeklik, realite dışı bir ütopya sayıyoruz. Hatta biz sosyalist değil, sosyalist cemiyetin çok uzağında yaşayan bir cemiyet tipi içinde burjuva demokratik inkılâpçılarının fikir ve aksiyon yardımcıları ve sosyalizm idealistleriyiz. Türkiye’deki komünizm heveskârları ile pan-turanizm ütopistleri arasında zerre kadar fark yoktur. Yüzde sekseninin okuma yazma bilmediği, yüzde seksen birinin orta çağ istihsal sistemine bağlı köylü kitlesinin yaşadığı bir memlekette kızıl elma sevdası çekenlerle, henüz burjuva demokrasisinin alfabesini öğrenmekle meşgul bir memlekette sosyalizmin en son merhalesine sıçrayıvermek gibi korkunç bir isteri geçirenler ya marazi bir ruh ve akıl hastasıdır yahut sadece şarlatanlardır” (Gerçek, 15.2.1950).
1946 yılında TKP’yle birlikte hareket eden, partisi TSP ile TKP’nin legal partisi konumunda olan TSEKP’nin birleşmesi için çabalayan Esat Adil’deki tavır değişikliğinin gerekçeleri hakkında, bugün ancak spekülasyon yapılabilir. Rasih Nuri İleri, konuyla ilgili önemli yazısında Esat Adil’in partisini yaşatmak adına TKP’yi eleştirdiğini düşünmektedir: “Dr. Şefik Hüsnü’nün hareketini kötülemek pahasına iş görebileceğini sanmış, yaranamamış, bir süre sonra verdiği tavizlere rağmen tutuklanmış, partisi kapatılmıştır. Birkaç yıl sonra, beraat etmesi, hesabının temel yanılgısını ve çirkinliğini değiştirmez”. İleri, Esat Adil’in 1950 yılında Gerçek adlı (önce haftalık, sonra günlük) parti yayınında çıkan yazılarından örnekler vererek, “Sanırım ki, bazılarının eleştirdiği Dr. Şefik Hüsnü’nün 1946’da TSP’den hemen sonra TSEKP’yi geleneksel kadrosuyla kurmasının ne gibi bir sapma tehlikesini önlediği artık açıkça anlaşılmaktadır” diyecektir. Hayk Açıkgöz, Anadolulu Bir Ermeni Komunistin Hayatından Anılar başlığını taşıyan kitabında, Rasih Nuri kadar parti savunması yapmasa da, Esat Adil’in 1947 TKP Davasındaki müdafaasının yanlışlığını anlatır: “Aklınca partisini tekrar legal olarak açabilmek için; kendisinin komünist olmadığını, eğer komünist partilerin memleketimizde zayıflatılması isteniyorsa, kendisi gibi komünist olmayan ılımlı sosyalistlerin kuracakları sosyalist partilere müsaade edilmesi gerektiği tezini ileri sürdü. Güya yaptığı bir taktikti. Bana göre de bir taktikti, ama yanlış, yapılmaması gereken bir taktikti. Şefik Hüsnü grubu bundan istifade etmesini bildi ‘ve nihayet kendini tutamadı, maskesini attı, içindeki zehrini döktü’ dediler”. Açıkgöz’ün yorumu, İleri’nin iddiasından farklıdır; O, Esat Adil’in partisini TKP kadrolarından ayırma çabasını en azından mahkemede başladığını iddia etmektedir. Öte yandan Mahkeme kayıtlarında iki partinin birleşmesine ilişkin Esat Adil’in el yazısıyla yazılmış bir evrak yer almaktadır.
Bu evrakta yazılanlara bakılırsa “1- Her iki Parti Başkanı tarafından bütün Türkiye gazetelerine gönderilmek üzere müşterek bir beyanname ile birleşme işi ilan olunacak 2-Vaziyeti maskelemek için Sosyal Demokrat Partisinin de birleşmeye daveti kararlaştırılabilir” yazılmaktadır. TKP kadrolarının bu önerilere nasıl bir cevap verdiği belli değildir, ancak gerek mahkeme sürecinde gerek sonraki mahkûmiyet döneminde taraflar birlikte hareket etmemişlerdir. Hapishanede farklı komünler kurulduğu, Esat Adil grubunun dışlandığı veya farklı hareket etmek durumunda kaldığı anlatılmaktadır. TSP’liler tutukluklu aldıkları 18 ay sonunda, 14 Temmuz 1948’de beraat etmişler, karar Yargıtay tarafından da tasdik edilmiştir. Esat Adil, Gerçek gazetesini yeniden yayınlarken TKP’den farklı olduklarını polemikçi bir dille anlattığı -aynı üslupla cevaplar aldığı- bir döneme girmiştir. (...)
[Yazının tamamı Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2006 sayısında (ss.40-49) yer almaktadır.]
Cuma, Eylül 15, 2006
Bacı’nın Hazlarla İmtihanı (!)
Bacı, hakkında en çok yazı yazılmış yerli çizgi roman. Öte yandan yazıların hikâyenin içeriği ya da niteliği ile ilgilenmeyip, politik bir düzlemde “Bacı” hassasiyetini tartıştığı belirtilmeli. Bacı’nın bir çizgi roman olduğu pek hatırlanmamış örneğin. Necdet Şen hikâyeciliğinin 12 Eylül sonrası gelişen liberal -ve kinik- eleştirelliğin parçası olduğu söylenmiş çokça. Şen ise sosyalist olduğunu söylüyor, Boyner’li YDH olgusunu “karaya oturmuş idealizm” olarak görerek önemsiyor vs.
Sahiciliği tartışılabilecek “Devrimci Bacı” iddiasını eleştiren bir hikâye Bacı. Özetle, illegal bir sol örgüt üyesi olan Fazilet, sekiz yıllık cezasını tamamlayarak hapisten çıkar. Genç kızın politik aidiyetlerini sorgularken yaşadığı ikilemler, hikâyenin iddiasıyla birey oluş süreci ve cinselliğini keşfedişi Bacı’nın konuşulma nedenleri olarak gösterilebilir. Hızlı Gazeteci dizisinin bir serüveni olan Bacı, siyasi çizgi bant geleneğimizden, özellikle Abdülcanbaz’dan izler taşıyor. Benzer biçimde hikâyeyi beslemek-derinleştirmek ve aktüeli yakalamak adına siyasete ve gündelik hayata ilişkin ara yorumlar yapılmış, amaca uygun olarak uzun diyaloglar kullanılmış Bacı’da. Hikâyenin temel varsayımı bir insanın inandığı dava uğruna kendini, kendinden ve dünyadan sakınmasının yanlışlığı. Fazilet’in deyişiyle “bireysel zevkleri mücadelenin üstünde tutamamak”. Dogmatizm, fanatizm, bilinçsizlik, mizahsızlık, feodallik olarak adlandırılıyor Bacı’nın yaşam tercihi. Püriten ahlakını sorgulatmadığı için kolay sinirleniyor Fazilet. Kendi deyişiyle hep alıştığı, düşündüğü, bildiği klişelerle cevap yetiştiriyor etrafına. Girdiği her tartışma politik aidiyetlerini daha fazla sorgulamasına neden oluyor. Hikâyenin sonunda “yaşam standartlarımı biraz yükseltirsem sosyalizme ihanet etmiş sayılmam” diyerek farklı bir noktaya geldiğini vurguluyor. Fazilet, kendi adına değişerek hayata karışıyor; hikâye soru ve yorumlarıyla onu bu değişime zorladığı için mutlu sonla bitiyor.
Necdet Şen’in hikâyeciliğinde göze çarpan birkaç özellik var. Her şeyden önce şehirli, okumuş yazmış insanları anlatıyor. Yazı-çizi işleriyle uğraşan, sanata ve siyasete yakın insanlardan seçiyor tiplemelerini. Sergi açılışlarında, içki masalarında hayatı ve birbirlerini “çözerken” resmediyor onları. Mutsuz olduklarını hissettiren bir bıkkınlıkla “patlayıp” karşılarındakine nutuk çekiyorlar. Özellikle kadınlar karşısında erkekleri, anlamaktan yorulmuş tiplemeler olarak “okuyoruz”. Hemen herkes çok konuşuyor Şen’in dünyasında. Konuşulan sorunları defalarca düşünmüşçesine çarpıcı cevaplar üretiyorlar. Hikâyelerdeki asıl ekseni ise “sex-oriented” bir yapı oluşturuyor. Ne anlatılırsa anlatılsın daima kadın erkek ilişkilerini imleyen bir anlatıyla karşılaşılıyor. Siyasal argümanlar, otobiyografik değinmeler bu tözü değiştirmiyor. Şen, cinsel doyumun nasıl bir hayat yaşandığının göstergesi olduğuna inanıyor. Ne zaman tiplemelerine psikolojik bir derinlik katmak istese “arzuyu”, elbette cinsel arzuyu açığa çıkarıyor. Seksin ertelenmesi, reddedilmek ya da alışkanlığa dönüşmüş bir cinsel ilişki tiplemeleri derinden sarsıyor. Politik tartışmalar, edebi ve romantik çıkışlar kadınları etkilemek için kullanılıyor ya da konuşma birdenbire kadının kendini savunmak için kurduğu “zırha” yöneliyor. Kadınla erkek mutlaka “kavga” ediyorlar. Şen, erkeklerinin duyarlı, bildik “erkek dünyasının” dışında durduklarını gösterip, bu iddiayla da –yazar olarak kendisiyle de- didişen/hicveden ayrıntılar katıyor. Elbette bu ayrıntılar, çizgi roman geleneğimizdeki erkek kahraman prototipinden ayrıksı nitelikler taşıyor. Ama Şen hikâyeciliğinin gerçeklik iddiasından bakılırsa “erkeklik krizi” mefhumunun yanına yaklaşamayan klişe bir eleştirellik kullanılıyor. Bacı hikâyesinde Fazilet bir gerilim noktası olarak sürekli ertelediği ilk cinsel ilişkisini Hızlı Gazeteci ile yaşıyor ve sonrasında “bir ara uçuyorum sandım” diyebiliyor. Hızlı “teveccühünüz” diye cevaplıyor. Fazilet, duygusal ya da fiziksel bir sorgulama yapmıyor; cinsel doyum, bir mutluluk ölçütü olarak herkes tarafından paylaşılıyor zaten. Annesi onun mutlu halini görünce “Hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Sakın bir haltlar yemiş olmasın bu kız” diyor örneğin. Hızlı Gazeteci, cinsel ilişki çokluğunun ya da çeşitliliğinin “meselelere daha sıcak ve esnek bakmayı” sağlayabileceğini söylüyor. Fazilet, devrim denildiğinde artık cinsel devrim anlaşılmasından şikâyet ediyor, Marksçı arkadaşlarının Erich Frommcu olduklarını iddia ediyor vs.
Şen, hemen her hikâyesinde karnavalesk erkekler de kullanıyor, çoğunluğu Hızlı’nın gazeteden mesai arkadaşları. Cinsellikle ilgili niyetleri açığa çıkaran, argoya dayalı konuşmalar yapıyorlar. Fazilet için “erkeklerin bir ağzı, hatunların iki ağzı vardır, doyurulmak ister” diyen şişman gazeteci gibi. Bu türden bir söylem ise hikâyeciliği adına işlevsel: Hızlı’yı “duyarlı ve temiz” kıldığı kadar bu duyarlılıkla cinsiyetçi yapı bastırılıyor, geriye itiliyor. Karnavalesk erkeklerin kültürel olarak alt sınıflardan gelmediklerini belirtmek gerek. Şen, iyi bildiği şehirli, okur-yazar, entelektüel eğilimleri olan bir zümrenin içinden konuşuyor. Bu zümrenin dışına çıktığı an çizgisi, yorumları ve hatta diyalektleri kullanma biçimi “karikatürleşiyor”. İyi bilmediği bir dünyayı anlatırken karikatüre “abarttığını” bilerek sığınıyor. Bu da bir açmaz aslında; karikatürleşme, Şen’in iddialı hikâyelerini temelden yaralıyor çünkü. Bacı’nın dışarıdaki hayata alışmaya çalıştığı bir anda -kimsenin adını hatırlayamadığı teatral yinelemelerden birinde- karşısına eski devrimci-yeni reklâmcı karikatürü bir tipleme çıkıyor. Söylediğine göre 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist Silahlı Devrim Partisi-Cephesi Kestirme Yol Örgütü Kaavane Tarama Komitesi Sorumlusu Emre Can bu… Bu uzun isim ve espriye Şen’in arkaik mizahının tipik bir örneği denilebilir (Neyse ki bu denemeleri sık yapmadı). Böylesi bir “gerçek dışılığın” hikâyeye herhangi bir katkısı yok, üstelik yorumun siyaseten yanlışlığı hikâyeye gereksiz bir güç kaybettiriyor. Şen önemli bulduğu için albüme de almış bu bölümü. Bu tercih meseleye nasıl baktığının göstergesi kuşkusuz. Sadece bu örneğe bakarak Bacı’nın bir abartı hikâyesi olduğu söylenebilir.
Bu denli “sex-oriented” ve “erkek” olan Şen dünyasında Fazilet’in adının hatırlanmaması, ısrarla bir rütbe gibi Bacı denmesi; kendini sosyalist olarak gören herkesin geçmişini kaba, şematik, ham, amatör ve tokat yemeye mahkûm sayması; Fazilet’in kendini devrimci diye tanıtması ya da öyle tanıştırılması; cinselliğin devrimciler arasında tabu olarak görülmesi doğal olarak abartılıdır. Hikâyenin “bireyci” mesajını güçlendirmek adına bu abartılar işlevseldir elbette; gerçek hayatla kıyaslamak ise -o hayattan izler taşıdığını bilmekle birlikte- mantıklı değildir. Bacı hakkında politik düzlemde olumlu ya da olumsuz anlamda yazılan çoğu yazının bu abartı payını göremediğini ya da üzüm yemek/bağcıyı dövmek adına bilerek göz ardı ettiğini düşünüyorum. Bacı, Necdet Şen için önemli bir dönemeç, Bacı’dan sonraki çalışmalarında hikâyecilikten çok “köşe yazarlığına” yöneldi, daha da sonra çizgi romandan ve edebi anlatılardan uzaklaştı, sanal âlemde kendini “haklı ve yaşlı” olarak konumlandırdığı bir hayat sürdürüyor artık. Bacı (içeriğindeki, övgü ve yergilerindeki abartı) olmasaydı belki de böylesi bir “bugün” var olamayacaktı.
Birgün Kitap, 12/9/2006
Sahiciliği tartışılabilecek “Devrimci Bacı” iddiasını eleştiren bir hikâye Bacı. Özetle, illegal bir sol örgüt üyesi olan Fazilet, sekiz yıllık cezasını tamamlayarak hapisten çıkar. Genç kızın politik aidiyetlerini sorgularken yaşadığı ikilemler, hikâyenin iddiasıyla birey oluş süreci ve cinselliğini keşfedişi Bacı’nın konuşulma nedenleri olarak gösterilebilir. Hızlı Gazeteci dizisinin bir serüveni olan Bacı, siyasi çizgi bant geleneğimizden, özellikle Abdülcanbaz’dan izler taşıyor. Benzer biçimde hikâyeyi beslemek-derinleştirmek ve aktüeli yakalamak adına siyasete ve gündelik hayata ilişkin ara yorumlar yapılmış, amaca uygun olarak uzun diyaloglar kullanılmış Bacı’da. Hikâyenin temel varsayımı bir insanın inandığı dava uğruna kendini, kendinden ve dünyadan sakınmasının yanlışlığı. Fazilet’in deyişiyle “bireysel zevkleri mücadelenin üstünde tutamamak”. Dogmatizm, fanatizm, bilinçsizlik, mizahsızlık, feodallik olarak adlandırılıyor Bacı’nın yaşam tercihi. Püriten ahlakını sorgulatmadığı için kolay sinirleniyor Fazilet. Kendi deyişiyle hep alıştığı, düşündüğü, bildiği klişelerle cevap yetiştiriyor etrafına. Girdiği her tartışma politik aidiyetlerini daha fazla sorgulamasına neden oluyor. Hikâyenin sonunda “yaşam standartlarımı biraz yükseltirsem sosyalizme ihanet etmiş sayılmam” diyerek farklı bir noktaya geldiğini vurguluyor. Fazilet, kendi adına değişerek hayata karışıyor; hikâye soru ve yorumlarıyla onu bu değişime zorladığı için mutlu sonla bitiyor.
Necdet Şen’in hikâyeciliğinde göze çarpan birkaç özellik var. Her şeyden önce şehirli, okumuş yazmış insanları anlatıyor. Yazı-çizi işleriyle uğraşan, sanata ve siyasete yakın insanlardan seçiyor tiplemelerini. Sergi açılışlarında, içki masalarında hayatı ve birbirlerini “çözerken” resmediyor onları. Mutsuz olduklarını hissettiren bir bıkkınlıkla “patlayıp” karşılarındakine nutuk çekiyorlar. Özellikle kadınlar karşısında erkekleri, anlamaktan yorulmuş tiplemeler olarak “okuyoruz”. Hemen herkes çok konuşuyor Şen’in dünyasında. Konuşulan sorunları defalarca düşünmüşçesine çarpıcı cevaplar üretiyorlar. Hikâyelerdeki asıl ekseni ise “sex-oriented” bir yapı oluşturuyor. Ne anlatılırsa anlatılsın daima kadın erkek ilişkilerini imleyen bir anlatıyla karşılaşılıyor. Siyasal argümanlar, otobiyografik değinmeler bu tözü değiştirmiyor. Şen, cinsel doyumun nasıl bir hayat yaşandığının göstergesi olduğuna inanıyor. Ne zaman tiplemelerine psikolojik bir derinlik katmak istese “arzuyu”, elbette cinsel arzuyu açığa çıkarıyor. Seksin ertelenmesi, reddedilmek ya da alışkanlığa dönüşmüş bir cinsel ilişki tiplemeleri derinden sarsıyor. Politik tartışmalar, edebi ve romantik çıkışlar kadınları etkilemek için kullanılıyor ya da konuşma birdenbire kadının kendini savunmak için kurduğu “zırha” yöneliyor. Kadınla erkek mutlaka “kavga” ediyorlar. Şen, erkeklerinin duyarlı, bildik “erkek dünyasının” dışında durduklarını gösterip, bu iddiayla da –yazar olarak kendisiyle de- didişen/hicveden ayrıntılar katıyor. Elbette bu ayrıntılar, çizgi roman geleneğimizdeki erkek kahraman prototipinden ayrıksı nitelikler taşıyor. Ama Şen hikâyeciliğinin gerçeklik iddiasından bakılırsa “erkeklik krizi” mefhumunun yanına yaklaşamayan klişe bir eleştirellik kullanılıyor. Bacı hikâyesinde Fazilet bir gerilim noktası olarak sürekli ertelediği ilk cinsel ilişkisini Hızlı Gazeteci ile yaşıyor ve sonrasında “bir ara uçuyorum sandım” diyebiliyor. Hızlı “teveccühünüz” diye cevaplıyor. Fazilet, duygusal ya da fiziksel bir sorgulama yapmıyor; cinsel doyum, bir mutluluk ölçütü olarak herkes tarafından paylaşılıyor zaten. Annesi onun mutlu halini görünce “Hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Sakın bir haltlar yemiş olmasın bu kız” diyor örneğin. Hızlı Gazeteci, cinsel ilişki çokluğunun ya da çeşitliliğinin “meselelere daha sıcak ve esnek bakmayı” sağlayabileceğini söylüyor. Fazilet, devrim denildiğinde artık cinsel devrim anlaşılmasından şikâyet ediyor, Marksçı arkadaşlarının Erich Frommcu olduklarını iddia ediyor vs.
Şen, hemen her hikâyesinde karnavalesk erkekler de kullanıyor, çoğunluğu Hızlı’nın gazeteden mesai arkadaşları. Cinsellikle ilgili niyetleri açığa çıkaran, argoya dayalı konuşmalar yapıyorlar. Fazilet için “erkeklerin bir ağzı, hatunların iki ağzı vardır, doyurulmak ister” diyen şişman gazeteci gibi. Bu türden bir söylem ise hikâyeciliği adına işlevsel: Hızlı’yı “duyarlı ve temiz” kıldığı kadar bu duyarlılıkla cinsiyetçi yapı bastırılıyor, geriye itiliyor. Karnavalesk erkeklerin kültürel olarak alt sınıflardan gelmediklerini belirtmek gerek. Şen, iyi bildiği şehirli, okur-yazar, entelektüel eğilimleri olan bir zümrenin içinden konuşuyor. Bu zümrenin dışına çıktığı an çizgisi, yorumları ve hatta diyalektleri kullanma biçimi “karikatürleşiyor”. İyi bilmediği bir dünyayı anlatırken karikatüre “abarttığını” bilerek sığınıyor. Bu da bir açmaz aslında; karikatürleşme, Şen’in iddialı hikâyelerini temelden yaralıyor çünkü. Bacı’nın dışarıdaki hayata alışmaya çalıştığı bir anda -kimsenin adını hatırlayamadığı teatral yinelemelerden birinde- karşısına eski devrimci-yeni reklâmcı karikatürü bir tipleme çıkıyor. Söylediğine göre 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist Silahlı Devrim Partisi-Cephesi Kestirme Yol Örgütü Kaavane Tarama Komitesi Sorumlusu Emre Can bu… Bu uzun isim ve espriye Şen’in arkaik mizahının tipik bir örneği denilebilir (Neyse ki bu denemeleri sık yapmadı). Böylesi bir “gerçek dışılığın” hikâyeye herhangi bir katkısı yok, üstelik yorumun siyaseten yanlışlığı hikâyeye gereksiz bir güç kaybettiriyor. Şen önemli bulduğu için albüme de almış bu bölümü. Bu tercih meseleye nasıl baktığının göstergesi kuşkusuz. Sadece bu örneğe bakarak Bacı’nın bir abartı hikâyesi olduğu söylenebilir.
Bu denli “sex-oriented” ve “erkek” olan Şen dünyasında Fazilet’in adının hatırlanmaması, ısrarla bir rütbe gibi Bacı denmesi; kendini sosyalist olarak gören herkesin geçmişini kaba, şematik, ham, amatör ve tokat yemeye mahkûm sayması; Fazilet’in kendini devrimci diye tanıtması ya da öyle tanıştırılması; cinselliğin devrimciler arasında tabu olarak görülmesi doğal olarak abartılıdır. Hikâyenin “bireyci” mesajını güçlendirmek adına bu abartılar işlevseldir elbette; gerçek hayatla kıyaslamak ise -o hayattan izler taşıdığını bilmekle birlikte- mantıklı değildir. Bacı hakkında politik düzlemde olumlu ya da olumsuz anlamda yazılan çoğu yazının bu abartı payını göremediğini ya da üzüm yemek/bağcıyı dövmek adına bilerek göz ardı ettiğini düşünüyorum. Bacı, Necdet Şen için önemli bir dönemeç, Bacı’dan sonraki çalışmalarında hikâyecilikten çok “köşe yazarlığına” yöneldi, daha da sonra çizgi romandan ve edebi anlatılardan uzaklaştı, sanal âlemde kendini “haklı ve yaşlı” olarak konumlandırdığı bir hayat sürdürüyor artık. Bacı (içeriğindeki, övgü ve yergilerindeki abartı) olmasaydı belki de böylesi bir “bugün” var olamayacaktı.
Birgün Kitap, 12/9/2006
Pazar, Temmuz 23, 2006
Kamusal Senaryo ve Muhalefet
Bu yazının önemli bir bölümünde tartışılacak olan kamusal senaryo, hakim olan ile tabi olanları tanımlayarak, taraflar arası "göreli mutabakat" ve diyalog koşullarını (ve aralarındaki ilişkileri) belirleyen, toplumsal norm ve ahlaki ilkeler yekünu altında kabul gören değerleri daim kılan, sosyo-politik-gündelik pratiklerin işleyişine yönelik bir alan oluşturan söyleme denir. Bir başka deyişle her dönemin şartlarına uyumluluk taşıyan ve kimin nasıl davranacağının ön-belirleyicisi (olmazsa olmazı) olan kamusal senaryo, belli ifade alışkanlıklarının egemenliği altında bir dil toplamını oluştururken, özünde statükoyu koruyarak, işlerin herhangi bir değişim ve meydan okumaya uğramadan yolunda gitmesini de sağlar. Klişeler, aşınmış metaforlar, nakarat kullanımlar kamusal senaryonun en tanıdık parçalarıdır. Sonuçta kamusal senaryo zihni bir biçimde pasifleştirerek, bir ninni gibi bilincin üzerini kaplayıp, onu basmakalıp düşünce ve duyguları incelemeden, edilgin bir biçimde kabul etmeye "ayartır". Bu "ayartma"yı çok abartmamak gerekir zira bu yoktan varedilen yepyeni birşey değil de belirli bir birikimin, varolan toplumsal ilişkilerin üzerinde sürekliliği kolaylaştıran zihinsel bir sağlamasıdır. Çünkü insan zaten toplumsal ilişkileri ve değer olarak kabul gören, her türlü verisi belirlenmiş bir ortama doğar. Herşey kendinden önce oluşmuş, genel-geçer sayılagelmiştir. Insan, sonuç olarak, eğilimlerini, davranışlarını ve herşeyden önemlisi söylem kipini biçimlendiren bir verili ortama dahil olur. Görenekler, alışkanlıklar ya da eğitim diye adlandırılabilecek kültürel ve düşünsel yapı ya da bizim - en azından bu yazı için anlamını biraz genişleterek - adab-ı muaşeret diyeceğimiz kamusal davranışlarımız, toplum için va'az edilen mutlak iyi ve kötülerin nasıl bir hal ve tavır içinde karşılanacağını gösteren belirleyici kurallar bütünü hep vardır. Türk doğmak, erkek olmak gibi hususlarda tercihimiz olamayacağı gibi bu kurallar bütünü (adab-ı muaşeret) dışında hareket etmemiz de - adam öldürmek, ensest ilişki kurmak, banka soymak, sokak ortasında istimnada bulunmak, bayrağa, ezana saygı göstermemek gibi - pek mümkün -ya da kabul edilir- değildir. O halde kamusal senaryo zaten varolan bir toplumsal yapıdan bağımsız değildir, ondan feyz alarak anlamlanır, onunla vardır. Kamusal senaryo, bu toplumsal yapıyı yeniden üreterek sürekli kılar ve nihayetinde onu temsil eder. Bu temsiliyet, toplumsal hayatta düzen ve süreklilik üzerine kurulu egemen normlardan oluşur ki bu bizi, hem normların belirlenmesini hem de bu normların uygulanmasını kontrol eden ve bunun için yurttaşlarından vatanperver bir uzlaşım, sadakat ve itaat isteyen iktidar’a götürür. (Gücü kullanabilen onun efendisidir, kullanamayansa uşağı..) Bu açıdan düşünüldüğünde iktidar kurumu, kamusal senaryonun sağlıklı bir biçimde işleyişine özellikle ihtiyaç duyar. Işleyişin devamlılığıysa öncelikle kendi iktidarının ön kabulünü şart koşacaktır. Sonuç olarak iktidarın gerçekten varolabilmesi kendisine, tabi olanlar üzerinde boyun eğme arzusu yaratabilmesiyle ilgilidir. Çünkü boyun eğme arzusu iktidarı var ederek, tüm yaptıklarını meşrulaştırır. Böylece hakim olan karşısında rıza göstermeyi yücelten meşruluk, korkudan kaynaklanan edimleri, çeşitli ödevlerden doğan yükümlülükler biçimine dönüştürür. Meşruiyet kazanan iktidar ise etrafında kendini onamaya dönük imgeler ve inançlar sistemi yaratarak , tabi olanların ilişkilerini kendisinin saptadığı yönde algılamalarına yol açar. Hakim olanlar tarafından üretilen iktidarın doğallığı - meşruluğu ya da gerekliliği üzerinde genel bir inanç süreç içerisinde tabi olanların katılımını sağlar . Öyle ki tabi olanlar, kamusal senaryonun içerdiği imgeler, düşünceler, anlamlar bütününü özümsemekle kalmayıp bunu kendi düzeyinde yeniden üretmeye de koyulur. Sonuç olarak tek tek tüm bireysel söylemler, kamusal senaryonun bir tekrarına dönüşerek , alışkanlık düzeyine (rutinleşme) oturur. Kişisel düşünceler resmi ideolojinin bireysel düzeyde yinelenen çeşitli biçimlerine dönüşünce ve kişiler düşüncelerini özgür iradelerinin parçası olarak algılayınca , tabi olanların tamamı- ya da halk mı demeli?- yalnız bedensel olarak değil - onun için çalışmak, savaşmak vs- düşünsel olarak da siyasal iktidarın hükmü altına girmiş demektir. Böylece manipüle edilmiş "bireysel düşünceler" kurulu siyasal düzenin gereksinim duyduğu aktif desteklere dönüşür. Insanların bilinçsizce yaşadıkları bu ilişkiler ağının güçlenip toplumda çeşitli alışkanlıklar yaratması ise, siyasal iktidarın sağlam bir yapı üzerinde yaşaması anlamına gelir. Tüm bunları anlatırken fazla genelleyici davrandığımız ya da bazı ayrımları gözden kaçırdığımız söylenebilir ve bunda haklılık payı da vardır. Çünkü anlatılan toplumsal hüsn-ü kabul kolaylıkla işlememiş kimi zaman da Varlık vergisi ya da çeşitli komunist avlarında olduğu gibi şiddet ve güç kullanımıyla dayatılmıştır. Anlatılan unsurlarla birlikte düşünüldüğünde kimi zorlayıcı unsurlarla yurttaşların evet demeye, uyum sağlamaya zorlandığı devletler tarihinin içinde çeşitli örneklerle hatırlanabilir. Iktidarın baskıya, fiziksel şiddete başvurması genellikle tahakküm işlevinin başarısız olduğu anlamına gelir. Ancak böyle bir durumda bile hakim ideoloji, tabi olanların bu uygulamayı meşru olarak görmesini sağlar. Tıpkı zorla kabul ettirilen kuralların daha sonra alışkanlıklar yaratarak ideolojiye dönüşmesi gibi, iktidarın olası bir şiddet kullanımı çok önceden doğrulayıp meşru kılmasıyla toplumsal bir kesimin , hatta tabi olanların tümünün üzerinde uygulanan bir baskı, onaylanıp kabul görür. (Volenti non fit iniura = Kimse, razı olduğu eylemin sonuçlarından şikayetçi olamaz) Dahası çeşitli (maddi ve manevi) biçimler altında beliren bu "meşru" şiddet, tabi olanlar tarafından özümsenerek yaşamın ayrılmaz bir parçasına dönüşür. "Yasadışı örgüt evlerine" yapılan polis baskınlarını alkışlayan ahalinin bütünüyle bu şiddeti onayladığını - ya da onaylar bir tutum sergilediğini-, bu özümsemeyle ilgili olarak hatırlayabiliriz. Kaldı ki, iktidara meydan okumak, direnmek, kendini kamusal senaryonun dışında tutarak, hakim normları sorgulamak, karşı çıkmak herkesin -tüm bireylerin biçimlendirildiği savı üzerinden- harcı değildir. Ayrıca eğer kamusal senaryo, rutinleşmeden, olağanüstü hal koşullarında oluşturulmuşsa ve bu hal, sürekli gündemde tutularak, düşmana karşı verilen savaş, toplumun varoluş nedeni sayılıyorsa topluluğun hayatta kalmak için verdiği kavgaya duyduğu bağlılık tabi olanın, eleştiri duygusunu uyuşturarak, bu duygunun gereklerinden ödün verecek kadar ileriye götüremez. Bu gerekler, her zaman, hayatta kalma meselesinin ötesine geçip siyasal özgürleşme sorunlarını gündeme getirmek, lider kadroyu eleştirmek, esas savaşla ilgisiz görülüp genellikle marjinalize edilen ya da bir kenara atılan alternatifleri sunmaktır. Kamusal senaryo içeriği gereği tüm bu gerekleri bertaraf etmek (Faydasız koyunu kurtlar yesin demek sürü sahibi için hiç zor olmasa gerek!) ve kendisini sorgulayan herşeyi marjinalize etmekle "donanımlı"dır. Ihtiyaç duyulduğunda "düşman"ı öncelikle zihinsel- hatta onaylanmış bir fiziksel - linçe kurban edebilir. Kamusal senaryonun tahakkümü, sosyo-ekonomik yaşam ve bireylerin kişisel yaşam sınırları üzerinde bu derece etkili olduğuna göre, tabi olanlar için rahatlatıcı çıkış alanları nerededir? Tabi olanlar, iktidarın maddi-manevi dayatmaları karşısında nasıl davranırlar? Söylenebilecek ilk şey tabi olanların güçlü olan karşısında ikiyüzlü davranmasıdır sanıyorum. Niyetini gizlemesi, gerçek fikrini açıklamaktan kaçınması, onların istediği gibi davranması, Kendi başına akıllı olmaktansa herkes gibi akılsız ol deyişinde olduğu üzre pek şaşırtıcı değildir ve de bu insanın içgüdüsel bir özelliğidir diyebiliriz. Herkes herkese karşı farklı niyetlerle - iyi ya da kötü- asıl yüzünü gizleyebilir. Haldun Taner öykülerinden birinde genç bir çifti anlatırken bu hali ustalıkla tanımlar: "Ikisi de karşısındakine kendinin en iyi sandığı, ayna karşısında kendine en yakıştırdığı bayramlık pozlarını çok iyi düzenlenmiş bir boşveri ambalajı ile tezgahlamakla meşgul (..) Bu dönemde erkek birinci kemandır. Kadın çokluk uysal olur, aşağıdan alır. Birbirini tamamlıyor hissi vermek kadının ilk öksesi. Iki taraf da karşısındakine kendi hayalindeki özellikleri giydirir, işine geldiği gibi.. (Taner, 1994: 17) Insanlar hoşa gitmek, takdir edilmek, kabul görmek, rahatsız edilmemek, arzuladıklarını elde edebilmek, yükselebilmek veya tanınmak-yanlış tanınmamak için olduklarından farklı davranabilir, asıl fikirlerinin dışında kabul gören düşünceler beyan edebilir, o meyanda hal ve tavır sergiliyebilirler. Özellikle kamusal olan davranış ve tutumların daha bir titizlik ve hassasiyet taşıdığı ön kabuluyle aşağıdakilerin hakim olan karşısında rol yapması, kamusal senaryo gereği ya da bir başka ifadeyle güçlü olanın beklentileri doğrultusunda hareket etmesi doğaldır. Herşeyden önce tabi olanların kamusal davranışları, ihtiyatlılık, korku ve göze girme arzusu nedeniyle hakim olanın - ya da güçlünün - beklentilerine hitap edecek şekilde biçimlendirilecektir. Adalet Ağaoğlu’nun "Ölmeye Yatmak" romanında anlattığı bir ilkokul müsameresi tabi olanların halini şöyle vurgular: "Seyirciler arasındaki eşraf ve esnaf babalar, polka ve rondo ile kirlenen namuslarını örtbas etmek için durmadan öksürüyor, kafalardaki bütün sıkıcı düşünceleri kovalamak için gerekli gereksiz gülüyorlardı. Medeni olmak buyurulmuştu. Eh, ne yapsın onlar da medeni olmuşlardı işte. Suç kendilerinde değildi. (Ağaoğlu, 1992: 18-9) Bu durumda yürürlükte olan kamusal senaryo aşağıdakilerin düşünceleri hakkında bir kılavuz değildir. Öte yandan hakim olan kamusal senaryonun "yalnızca" bir gösteri olabileceğinden kuşku duyduğu ölçüde onu hakiki saymayacak, aşağıdakilerin doğaları gereği hilekar, yapmacık ve yalancı olduğuna dair bir kanı taşıyacaktır. Böylece hem aşağıdakiler hem de hakim olanlar birbirlerine karşı asıl düşüncelerini gizleyerek davranacak, kamusal senaryonun devamını sağlayacaklardır. Aşağıdakiler aslında potansiyel olarak tehditkar olan iktidar karşısında görünürde bir hürmet ve rıza gösterisi yaparken, iktidar da aşağıdakilerin asıl niyetini anlamak için bütünüyle kuşku içinde onu gözetleyip, üstüne düşen üstünlük ve hakimiyet gösterisine devam edecektir.
Buraya kadar anlatılanlar ışığında toparlarsak kamusal senaryonun iki önemli sac ayağı olduğunu tespit edebiliriz. Ilki, kamusal senaryonun hakim olanın gücüne ya da güç kullanımına bağımlı olmadığıdır. Güç kullanımı ya da şiddet yoluyla tabi olanların kullaştırılmaları mümkün olmasına karşın , bu kulluğun sevilip benimsenmesine pek imkan yoktur. Ikincisi ise, kamusal senaryonun kesinlikle argümanlara dayanmamasıdır, eğer öyle olsaydı her karmaşada tarafların -hakim ve tabi olanlar- fikirlerini ortaya koyarak mutabık kalacakları bir yön belirlenmesi hali yaşanırdı ki , yaşanan tarihsel karmaşalar üzerinden düşünüldüğünde hiç de öyle olmadığı, hep biri(leri)nin -her halde hakim olanların- dediğinin yapıldığı görülebilir. Bu hali en iyi anlatan , tabi olanlar için kulağa küpe kimi halk deyişleri olsa gerek: "Tavukla tartışan solucan yanılır" ya da "Kurda tövbe ettiren koyun aptaldır".Kamusal senaryonun bu iki önemli sac ayağı da rıza gösterimi ve onanmış bir meşruiyet ile doğrudan ilgilidir. Sonuçta kamusal senaryonun özünü (ya da başka deyişle kuralların oluşumunu, düzen ve işleyişini, manipüler etkilerini) "otorite" ve "güç kullanma hakkı" ile ilgili onanmış bir meşruiyet ve ona göre yapılan uygulamalar verir. Kamusal senaryonun uygulanabilirlik ölçüsü ise, iktidarın tabi olanlar üzerinde kullandığı gücün sınırları ile ilişkilidir. Eğer taraflar arasında eşitsizlik ve ilişkileri biçimlendiren görünür bir güç dengesizliği varsa, aşağıdakilerin üzerine düşen rol daha basmakalıp ve daha ritüel bir görünüme bürünür. Bir başka deyişle iktidar ne kadar tehdit ediciyse, maskeler o kadar kalınlaşır. Örneğin eğer "Şapka" giymeyenler cezalandırılıyorsa ve cezalılar meydanlarda teşhir ediliyorsa, insanlar nemelazımcı olup, hemen her yerde - özellikle devlet dairelerine giderken - şapka kullanmaya başlarlar. Aşağıdakiler, kendilerinden beklenildiğini bildikleri -argoda vatan,millet, sakarya biçiminde sarakaya alınan-dizeleri okuyup, jestleri yaparken az çok inanılır bir gösteri üretirler, bu da nihayetinde onların çıkarınadır. Söylediklerinde samimi olmamakla birlikte, özellikle hakim olanlar tarafından kontrol edilen kurumlar içinde "yükselebilmek" niyetiyle büyük öndere, devlete, ideolojiye, kamusal senaryoya övgüler düzmek sık raslanılan bir olgudur. Bugünlerde kimi rejim muhaliflerine atfedilen takiyyecilik aslında tabi olanların doğal halini ifade eder. Gelen ağam giden paşam diye özetlenen her nabza şerbet vererek , hakim olanlar karşısında rahatlığını sağlayacak dengeleri koruyan elbetteki alt sınıflar ve tabi olanlardır. Bir gecede "hatasını" anlayarak liberal ve sosyal demokrat olan Doğu Avrupa’nın kamusal senaryosunun değişimi (!) sanıyorum ki taşıdığı çeşitli traji-komik unsurlarla önemli bir toplumsal tarih örneği olarak tarihte yerini alacaktır. Bizde de "Çok yaşa Padişahım!" diyen Istanbullu memur kadronun Ankara göçü ertesi "Çok yaşa Atatürk" demesini Doğu Avrupa örneği ile birarada düşünebiliriz.Sık kullanımıyla "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek" mübah ve işbilirlik açısından halk içinde muteber değil midir? Çünkü ortada yapılması gereken bir iş, olgu ya da basitçe bir nakarat vardır, eğer yapılmazsa güç kullanılarak nasıl olsa yaptırılacağı herkesin malumudur. Bu minvalde hiç kimse şartları değiştirme niyetiyle zorlayarak, enerji kaybetmez, nafiledir zira. Askere gidenlerin bizatihi yaşayarak öğrendiği 2S kuralı (Ya seve seve ya s.ke s.ke ) bunun açık bir ifadesidir.Tabi olanlar bu rollerini başarıyla oynayarak sahne gerisinde kurdukları yaşamlarını müdahale edilmeden kendi inandıkları değerler doğrultusunda daha rahat sürdürebilirler. Bu rahat yaşam ya da kamusal senaryonun dışında - kimi zaman gizlenerek dahi olsa da - tutulan yaşam sahası tabi olanlar kadar, hakim olanların da ihtiyacıdır. Çünkü güçsüz olanın, iktidarın huzurunda bir maskenin arkasına gizlenmek için açık ve zorlayıcı nedenleri varsa, güçlülerin de tabi olanlar karşısında bir maske takmak için zorlayıcı nedenleri vardır. Eskilerin deyişiyle "Kaplana binen için iniş yoktur". Kamusal senaryonun işlerliğini sağlamak amacıyla bir yanda ilkelerin uygulanabilmesi için öncülük yapmak, vitrinde durarak doğruları gösterirken öte yandan da aşağıdakiler önünde kendi rolüne uygun olmayan hareketler, jestler sergilenmemesi zorunluluk olduğuna göre, hakim olanların rolleri de üzerlerinde baskıcı bir hal yaratmaktadır. Her hareketlerinin hesabını vermek zorunda oldukları düşünülürse, hakim olan kadro da kamusal senaryonun uygulandığı sahnenin dışında rahat davranabileceği bir ortama ihtiyaç duyar. Iktidar erkanının kendilerine ayrılmış evlerde, binalarda, lojmanlarda yaşamayı tercih etmesinin sebebi de budur. Kamusal senaryonun maskeler takan tarafları arasında senaryonun devamlılığının sağlanması hususunda belirgin bir fark vardır. Iktidar, doğal olarak talip olunan, uğruna rekabet edilen, bırakılmak istenmeyen bir "makam"ken, tabi olmak için herhangi bir çabaya gerek duyulmayan, herkes için olan, tüm yurttaşlara tanınan bir "hak", olağan bir haldir. Bu açıdan düşünüldüğünde kamusal senaryo öncelikle tabi olanları etkileyecek, üzerlerinde tahakküm oluşturacaktır. Bu etkiyi de önemli gördüğümüz iki sonucu üzerinden açıklayabiliriz. Ilki, tabi olanın, iktidar karşısında "maske takma" gerekliliğinin, (hal ve tavrının gerçek olmayışının) yarattığı gerilim yüzünden, kendi üzerlerinde sonsuza kadar tutulamayacak bir basınç yaratması olsa gerek. Tabi olanları rahatsız eden basınç, yani herkesin içten içe "iktidar manüpilasyonundan rahatsız olma" hissiyatını taşırken, kamusal senaryoyu sürdürmesi yaşanan hali bozar, böylece varolan sakin bir sessizlik ve rıza görüntüsü kırılır. Bu kırılma her zaman radikal bir geçiş sürecini tanımlamaz, bir başka deyişle itaat birdenbire yokolmaz, önce yıpranır, sonra kimi akıllı demagogların elinde tabi olanların sahne arkasında kurduğu yaşama yakınlaştırılarak yeniden tanımlanır ve bu tanım da yeni olarak vaaz edilen ama özü itibarıyla değişmeyen kamusal senaryoya eklemlenir. Özetle, yukarıda anlatılan "basınç" bir mahşer arifesini oluşturmaz. Hoşnutsuzluklar bu şekilde revize edilerek senaryonun devamı sağlanır. Senaryonun devamı ise başlıbaşına sosyo-ekonomik ilişkilerin ve ona dair gündelik pratiklerin sürekliliğini sağlar ki, bu sonuçta hayatın işleyişine tekabül eder. Ikinci sonuç (ilkiyle doğrudan ilişkilidir ve kamusal senaryonun asıl amacını verir), iktidar tarafından ya da güç karşısında maske takmaya zorlananların -tabi olanların- yüzlerinin önünde sonunda bu maskeye uyar hale gelmesidir. Bu "uyum" kamusal senaryonun dışında da bir bütünleşmeyi, iktidar ile olan yakınlaşmayı ifade eder. Ancak tabi olanlar arasında, sahne arkasında bir uyum hoş karşılanmayabileceği için (Bal tutan parmağını yalar denecektir) kimi zaman bir "uyumsuzluk" maskesi takılır. Böylece iktidar karşısında söylenenler ile iktidarın arkasından söylenenler arasındaki çelişki korunur. Tabi olanların uyumu üstünde biraz durursak, kamusal senaryonun amacı gereği "uyum" beklenen kesimlerin öncelikle milli kültürün inşasında başat tutulan özelliklere sahip etnik kimlik(ler) olduğunu hatırlayabiliriz. Kamusal senaryo içinde toplumsal mutabakatı oluşturan bu çoğunluk ve onun kültürünün kendi özelliklerini "yücelterek" öne çıkartmak için ihtiyaç duyduğu, bir başka deyişle "Biz ve Onlar"ayrımını yaparak , "sağlığını" korumak adına kullandığı "Günah Keçileri" malum olduğu üzre hep olmuştur. Yukarıdan bakan çoğunluğun -sonuçta tabi olanların- kendileri gibi olmayanlara- diğer kimliklere ve elbetteki tabi olanların diğer bölümüne- karşı hakim olanların rolünü üstlenmesi ve hakim olanın kendisine yaptığı her türlü ceberrutluğu aynen- çoğunlukla katlayarak- kullanmasının varolan düzenin işlerliğini ve devamlılığını sağladığını görebiliriz. Buna Kraldan çok kralcılık diyebileceğimiz gibi, bireylerin kendilerini daha iyi birer ırkdaş, gerçek bir vatansever ya da yurttaş hissedebilmeleri için bu tür uygulamalara -kendisi gibi ol(a)mayanlara yargısız infaz hakkı- ihtiyacı da vardır. Yaşanan acıları, zorlukları ve dayatmaları "birlik ve beraberlik duygusu" içinde aşabilecekken araya karışan düzen bozucu nifak tohumlarını tek tek ayıklama gereği - ya da en azından dile dayalı vurgusu- toplumsal eşitsizliğin panzehiri olarak gösterilir.
Uyum ve uyumsuzluk söz konusu olduğunda kamusal senaryo içinde olması istenilen muhalefet ve kabul gören bir muhaliflikten söz açabiliriz. Her iktidarın kendine özgü özelliklerini, tabi olanlara hatırlatmaya ya da belirginleştirmeye, kontrolü altında olan formun yokedilmek istendiğini ya da eski -ve kötü- günlere dönmek niyetinde olanların varlığından bahsetmeye, haksızca yıpratıldığını iddia etmeye ve tüm bunları belirli bir söylem içinde toparlayarak kullanmaya ihtiyacı vardır. Bunu yapabilmek için de boşluğa konuşamayacağına göre bir muhataba gereksinim duyar. Bu muhatap çoğunlukla iktidar grubunun kendi içinden çıkan, kamusal senaryonun oluşum sürecindeki üreticilerinden oluşan bir muhalefet kesimi olur. Bu yüzden iktidar ile muhalefet arasında başlangıçta gerek yetişme tarzları gerekse de düşünsel anlamda hiçbir farklılık yoktur. Iktidar elinde oluşturulan ve doğal olarak kamusal senaryoya dahil olan muhalefet, uyumsuzluk ve daha önce anlatılan "basınç" ile alakalı olarak bir ilgi merkezi halini alır. Bu aldatıcı cazibe, sonuç olarak tüm uyumsuz ve rahatsız kesimlerin belirli bir "merkez" içinde toplanmasına imkan tanıdığı gibi bu muhalif topluluğun iktidar eliyle kimi zaman marjinalize edilmesine kimi zaman da doğrudan yokedilmesine kolaylık sağlar. Muhaliflik olgusunu tabi olanlar açısından ele alırsak , sömürü, baskı ve boyun eğmeyi yaşamının normları olarak kabul edenler bile, onlarsız bir dünyanın hayalini kurarlar: Eşitlik, kardeşlik ve özgürlük dünyası, kötülüğün olamadığı , bütünüyle yeni bir dünya. Bu, genellikle rüyadan başka bir şey değildir. Herşeyin değişip mükemmel olacağına dair bu güzelleme düşlerde ya da dillerde bin yıldır süregelmekte olmasına rağmen, genelde bir kıyamet günü bekleyişi gibi bir tasavvur olmaktan öteye geçmez (Hobsbawm, 1990: 18). Muhalif kesimler burüyayı söylemlerine katarken varolan şartların eleştirisini yaparak bir özgürlük modeli çizerler. Herkesin özgür olamadığı bir toplumda , insanlar otorite ve baskının ya da La Boétie'nin deyişiyle gönüllü kulluğun kurbanlarıdırlar. Bu yüzden özgürlüğe dair bir söylem çeşitli biçimler - özellikle bugün popüler kültür adını verdiğimiz örüntüler- altında sunularak tabi olanların rahatlamasını sağlar. En az 3F (Futbol, Fiesta, Fado) kadar manipülatif özellikleriyle üzerinde durulması gereken bu özgürlük modeli popüler kültürün bir veçhesini oluşturur. Muhalif önderler hakim olan sınıflar içinden çıktığına ve muhalefet çizgileri kamusal senaryonun sınırlarını aş(a)madığına göre, öne sürülen özgürlük modeli de aldatıcı özelliklere haizdir ya da başka bir deyişle kamusal senaryo ile uyumludur. Sonuçta çekilen acılar ve baskının sorumlusu olarak kamusal senaryonun işleyişi değil de yöneticiler gösteriliyorsa, muhalefetin temelde bir iymserlik ve gelecekle ilgili umutlar taşıdığı tespit edilebilir. Muhalif kurguların alaya, küfre ve hatta saldırganlığa varan tavrı ise "daha iyi bir ülkeye" yapılan yatırım ve iktidar taliplerine yakınlıkla ilgilidir. Çünkü işin hitamında kötü yönetici giderse ve yerine talip olan, tabi olanların -kimi zaman açıkça- desteklediği biri gelirse işlerin değişeceği , yani sömürü, baskı ve boyun eğmenin özünü oluşturduğu düzenin altedileceği kanısı taşınmaktadır. Oysa değişim -ya da değişim inancı- tarafların rolleri kadar kalın bir maskedir- Değişim ve vitrinde tutulan özgürlük modeli -özellikle hakim olanlar tarafından pazarlandığı için- bir edebi kurgudan, iyilerin kazanacağı bir anlatıdan farklı değildir. Ancak insan doğasına ait tahhakküm ve rıza gösterme fiili ile ilgili bir özü temel alan kamusal senaryo özellikle tabi olanlar açısından hiç değişmeyecektir ya da daha ayrıntılandırırsak hakim olanların, tabi olanların ve onanmış bir muhalefetin sınırları bellidir. Sonuçta senaryo değil de aktörler farklılaşacak; hakim olanlardan bir kaç yönetici veya tabi olanların bir kısmı daha fazla hak sahibi olan mevziiler kazanarak kimileriyle rolleri değişecektir. Kamusal senaryo üzerinden düşünüldüğünde muhalefet olgusu, popüler kültür tanımlamaları ve eleştirileriyle birlikte bir bütünün parçasıdır. Muhalefet kurumu, öncelikle kamusal senaryonun ihtiyacı üzerine kurgulanmış, yaşanan reel acılara karşı rahatlatıcı, basınç azaltıcı bir emniyet sübabı ve direniş noktası tasarımıdır. Süreç içerisinde iktidarla girdiği tüm uyuşmazlıkları tekrar okumalarla olduğundan farklı anlamlar yükleyerek , kendine "mücadeleci" ve "özgürlükçü" bir kimlik kazandıracak, hakim olanlar nezdinde bu kimliğin kabulüyle yerini sağlamlaştıracaktır. Muhalif olan bir kurum, grup ya da topluluğun varlığı, orjini ne olursa olsun, hakim olan sınıfın ya da başka bir deyişle iktidarın uyguladığı baskı, sömürü ve dayatmalar karşısında tabi olanların haklarının korunacağının teminatıdır. Muhaliflik, yapı olarak iyi çalışmasa da, yapacakları kamusal senaryo çerçevesinde kalarak, "düzenci" olsa da tabi olanlar nezdinde en azından haklarını savunacak birileri olduğuna dair kabul görecektir. Bu halin sürekliliği tabi olanları rahatlattığı kadar kamusal senaryonun da -muhalefete ihtiyaç duyduğu için-devamlılığını sağlayan, özetle ömrünü uzatan emniyet sübabıdır. Hakim olanlar ile tabi olanlar arasındaki ilişkilerde, unutulmaması gereken bu tarafların aslında neyin ne olduğunu tüm açıklığıyla anlayıp, herşeyin farkında olmalarıdır. Örneğin tabi olan, tarihsel süreç içinde kazandığı deneyimlerle yaşamı boyunca ulaşabileceklerinin, muhalefetin iktidar nemasıyla daha fazla ilgilendiğinin , kamusal senaryonun değişmezliğinin , sonsuza kadar tahakküm ile rıza gösterenler olacağının ve nihayetinde kendi sınırlarının bilincindedir. Muhalefet kurumundan istediği kendi yaşamsal ihtiyaçlarını her çatışmada bir nebze revize ederek iyileştirmesidir. Herşeyden önce muhalefete bu yüzden ihtiyaç duyacaktır. Zira tüm bireysel başkaldırılar ve farklı eleştiriler marjinalleştirilerek, düzenin varoluşuna bir tehdit olarak algılandığı için sınırlı bir yaşam sahası vardır. Netice itibarıyla tabi olan onanmış bir muhalefet üzerinden (meşruiyet kazandığı için) daha rahat davranacak, iktidara yönelik olarak çoğu küçük, göze batmayan parçalar kopartarak yaşamını iyileştirmeyi deneyecektir.
Bu yazının bir bütün olarak tüm çıkış yollarını kapatan, karamsarlık ve dönüştürme gücünü körelten bir içerik taşıdığının sanılmasını istemem. Varolanı tespit etmek, illa ki çözümsüzlüğü getirmez. Çoğu kez bireysel olsa dahi yaşananları iyi tahlil ederek yeni mevziiler kazanabilmek, varolan baskı, sömürü ve dayatmalara karşı ayak direyebilmek, vaaz edilen cennetleri olumsuzlayabilmek, iflah olmaz bir eleştirelliği baki kılmak, eğer bu da mümkün olamıyorsa Ahmet Çiğdem'in söylediği üzre şaşkınlık ve irkilme hissiyatını her insan tekinin duyu ve organı biçiminde taşıyarak direnebilmek bana mümkün gibi geliyor. Direnişin pratiklerinin, neler üzerinden varolabileceğinin tartışması ise elbette ki başka bir konudur.
[Bu yazı, daha önce Birikim dergisinin Ekim 1996 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı, o dönem çıkmış olan James c. Scott'ın Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar (1995, Ayrıntı Yayınları, Istanbul), kitabından esinlenerek yazılmıştı. ]
Buraya kadar anlatılanlar ışığında toparlarsak kamusal senaryonun iki önemli sac ayağı olduğunu tespit edebiliriz. Ilki, kamusal senaryonun hakim olanın gücüne ya da güç kullanımına bağımlı olmadığıdır. Güç kullanımı ya da şiddet yoluyla tabi olanların kullaştırılmaları mümkün olmasına karşın , bu kulluğun sevilip benimsenmesine pek imkan yoktur. Ikincisi ise, kamusal senaryonun kesinlikle argümanlara dayanmamasıdır, eğer öyle olsaydı her karmaşada tarafların -hakim ve tabi olanlar- fikirlerini ortaya koyarak mutabık kalacakları bir yön belirlenmesi hali yaşanırdı ki , yaşanan tarihsel karmaşalar üzerinden düşünüldüğünde hiç de öyle olmadığı, hep biri(leri)nin -her halde hakim olanların- dediğinin yapıldığı görülebilir. Bu hali en iyi anlatan , tabi olanlar için kulağa küpe kimi halk deyişleri olsa gerek: "Tavukla tartışan solucan yanılır" ya da "Kurda tövbe ettiren koyun aptaldır".Kamusal senaryonun bu iki önemli sac ayağı da rıza gösterimi ve onanmış bir meşruiyet ile doğrudan ilgilidir. Sonuçta kamusal senaryonun özünü (ya da başka deyişle kuralların oluşumunu, düzen ve işleyişini, manipüler etkilerini) "otorite" ve "güç kullanma hakkı" ile ilgili onanmış bir meşruiyet ve ona göre yapılan uygulamalar verir. Kamusal senaryonun uygulanabilirlik ölçüsü ise, iktidarın tabi olanlar üzerinde kullandığı gücün sınırları ile ilişkilidir. Eğer taraflar arasında eşitsizlik ve ilişkileri biçimlendiren görünür bir güç dengesizliği varsa, aşağıdakilerin üzerine düşen rol daha basmakalıp ve daha ritüel bir görünüme bürünür. Bir başka deyişle iktidar ne kadar tehdit ediciyse, maskeler o kadar kalınlaşır. Örneğin eğer "Şapka" giymeyenler cezalandırılıyorsa ve cezalılar meydanlarda teşhir ediliyorsa, insanlar nemelazımcı olup, hemen her yerde - özellikle devlet dairelerine giderken - şapka kullanmaya başlarlar. Aşağıdakiler, kendilerinden beklenildiğini bildikleri -argoda vatan,millet, sakarya biçiminde sarakaya alınan-dizeleri okuyup, jestleri yaparken az çok inanılır bir gösteri üretirler, bu da nihayetinde onların çıkarınadır. Söylediklerinde samimi olmamakla birlikte, özellikle hakim olanlar tarafından kontrol edilen kurumlar içinde "yükselebilmek" niyetiyle büyük öndere, devlete, ideolojiye, kamusal senaryoya övgüler düzmek sık raslanılan bir olgudur. Bugünlerde kimi rejim muhaliflerine atfedilen takiyyecilik aslında tabi olanların doğal halini ifade eder. Gelen ağam giden paşam diye özetlenen her nabza şerbet vererek , hakim olanlar karşısında rahatlığını sağlayacak dengeleri koruyan elbetteki alt sınıflar ve tabi olanlardır. Bir gecede "hatasını" anlayarak liberal ve sosyal demokrat olan Doğu Avrupa’nın kamusal senaryosunun değişimi (!) sanıyorum ki taşıdığı çeşitli traji-komik unsurlarla önemli bir toplumsal tarih örneği olarak tarihte yerini alacaktır. Bizde de "Çok yaşa Padişahım!" diyen Istanbullu memur kadronun Ankara göçü ertesi "Çok yaşa Atatürk" demesini Doğu Avrupa örneği ile birarada düşünebiliriz.Sık kullanımıyla "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek" mübah ve işbilirlik açısından halk içinde muteber değil midir? Çünkü ortada yapılması gereken bir iş, olgu ya da basitçe bir nakarat vardır, eğer yapılmazsa güç kullanılarak nasıl olsa yaptırılacağı herkesin malumudur. Bu minvalde hiç kimse şartları değiştirme niyetiyle zorlayarak, enerji kaybetmez, nafiledir zira. Askere gidenlerin bizatihi yaşayarak öğrendiği 2S kuralı (Ya seve seve ya s.ke s.ke ) bunun açık bir ifadesidir.Tabi olanlar bu rollerini başarıyla oynayarak sahne gerisinde kurdukları yaşamlarını müdahale edilmeden kendi inandıkları değerler doğrultusunda daha rahat sürdürebilirler. Bu rahat yaşam ya da kamusal senaryonun dışında - kimi zaman gizlenerek dahi olsa da - tutulan yaşam sahası tabi olanlar kadar, hakim olanların da ihtiyacıdır. Çünkü güçsüz olanın, iktidarın huzurunda bir maskenin arkasına gizlenmek için açık ve zorlayıcı nedenleri varsa, güçlülerin de tabi olanlar karşısında bir maske takmak için zorlayıcı nedenleri vardır. Eskilerin deyişiyle "Kaplana binen için iniş yoktur". Kamusal senaryonun işlerliğini sağlamak amacıyla bir yanda ilkelerin uygulanabilmesi için öncülük yapmak, vitrinde durarak doğruları gösterirken öte yandan da aşağıdakiler önünde kendi rolüne uygun olmayan hareketler, jestler sergilenmemesi zorunluluk olduğuna göre, hakim olanların rolleri de üzerlerinde baskıcı bir hal yaratmaktadır. Her hareketlerinin hesabını vermek zorunda oldukları düşünülürse, hakim olan kadro da kamusal senaryonun uygulandığı sahnenin dışında rahat davranabileceği bir ortama ihtiyaç duyar. Iktidar erkanının kendilerine ayrılmış evlerde, binalarda, lojmanlarda yaşamayı tercih etmesinin sebebi de budur. Kamusal senaryonun maskeler takan tarafları arasında senaryonun devamlılığının sağlanması hususunda belirgin bir fark vardır. Iktidar, doğal olarak talip olunan, uğruna rekabet edilen, bırakılmak istenmeyen bir "makam"ken, tabi olmak için herhangi bir çabaya gerek duyulmayan, herkes için olan, tüm yurttaşlara tanınan bir "hak", olağan bir haldir. Bu açıdan düşünüldüğünde kamusal senaryo öncelikle tabi olanları etkileyecek, üzerlerinde tahakküm oluşturacaktır. Bu etkiyi de önemli gördüğümüz iki sonucu üzerinden açıklayabiliriz. Ilki, tabi olanın, iktidar karşısında "maske takma" gerekliliğinin, (hal ve tavrının gerçek olmayışının) yarattığı gerilim yüzünden, kendi üzerlerinde sonsuza kadar tutulamayacak bir basınç yaratması olsa gerek. Tabi olanları rahatsız eden basınç, yani herkesin içten içe "iktidar manüpilasyonundan rahatsız olma" hissiyatını taşırken, kamusal senaryoyu sürdürmesi yaşanan hali bozar, böylece varolan sakin bir sessizlik ve rıza görüntüsü kırılır. Bu kırılma her zaman radikal bir geçiş sürecini tanımlamaz, bir başka deyişle itaat birdenbire yokolmaz, önce yıpranır, sonra kimi akıllı demagogların elinde tabi olanların sahne arkasında kurduğu yaşama yakınlaştırılarak yeniden tanımlanır ve bu tanım da yeni olarak vaaz edilen ama özü itibarıyla değişmeyen kamusal senaryoya eklemlenir. Özetle, yukarıda anlatılan "basınç" bir mahşer arifesini oluşturmaz. Hoşnutsuzluklar bu şekilde revize edilerek senaryonun devamı sağlanır. Senaryonun devamı ise başlıbaşına sosyo-ekonomik ilişkilerin ve ona dair gündelik pratiklerin sürekliliğini sağlar ki, bu sonuçta hayatın işleyişine tekabül eder. Ikinci sonuç (ilkiyle doğrudan ilişkilidir ve kamusal senaryonun asıl amacını verir), iktidar tarafından ya da güç karşısında maske takmaya zorlananların -tabi olanların- yüzlerinin önünde sonunda bu maskeye uyar hale gelmesidir. Bu "uyum" kamusal senaryonun dışında da bir bütünleşmeyi, iktidar ile olan yakınlaşmayı ifade eder. Ancak tabi olanlar arasında, sahne arkasında bir uyum hoş karşılanmayabileceği için (Bal tutan parmağını yalar denecektir) kimi zaman bir "uyumsuzluk" maskesi takılır. Böylece iktidar karşısında söylenenler ile iktidarın arkasından söylenenler arasındaki çelişki korunur. Tabi olanların uyumu üstünde biraz durursak, kamusal senaryonun amacı gereği "uyum" beklenen kesimlerin öncelikle milli kültürün inşasında başat tutulan özelliklere sahip etnik kimlik(ler) olduğunu hatırlayabiliriz. Kamusal senaryo içinde toplumsal mutabakatı oluşturan bu çoğunluk ve onun kültürünün kendi özelliklerini "yücelterek" öne çıkartmak için ihtiyaç duyduğu, bir başka deyişle "Biz ve Onlar"ayrımını yaparak , "sağlığını" korumak adına kullandığı "Günah Keçileri" malum olduğu üzre hep olmuştur. Yukarıdan bakan çoğunluğun -sonuçta tabi olanların- kendileri gibi olmayanlara- diğer kimliklere ve elbetteki tabi olanların diğer bölümüne- karşı hakim olanların rolünü üstlenmesi ve hakim olanın kendisine yaptığı her türlü ceberrutluğu aynen- çoğunlukla katlayarak- kullanmasının varolan düzenin işlerliğini ve devamlılığını sağladığını görebiliriz. Buna Kraldan çok kralcılık diyebileceğimiz gibi, bireylerin kendilerini daha iyi birer ırkdaş, gerçek bir vatansever ya da yurttaş hissedebilmeleri için bu tür uygulamalara -kendisi gibi ol(a)mayanlara yargısız infaz hakkı- ihtiyacı da vardır. Yaşanan acıları, zorlukları ve dayatmaları "birlik ve beraberlik duygusu" içinde aşabilecekken araya karışan düzen bozucu nifak tohumlarını tek tek ayıklama gereği - ya da en azından dile dayalı vurgusu- toplumsal eşitsizliğin panzehiri olarak gösterilir.
Uyum ve uyumsuzluk söz konusu olduğunda kamusal senaryo içinde olması istenilen muhalefet ve kabul gören bir muhaliflikten söz açabiliriz. Her iktidarın kendine özgü özelliklerini, tabi olanlara hatırlatmaya ya da belirginleştirmeye, kontrolü altında olan formun yokedilmek istendiğini ya da eski -ve kötü- günlere dönmek niyetinde olanların varlığından bahsetmeye, haksızca yıpratıldığını iddia etmeye ve tüm bunları belirli bir söylem içinde toparlayarak kullanmaya ihtiyacı vardır. Bunu yapabilmek için de boşluğa konuşamayacağına göre bir muhataba gereksinim duyar. Bu muhatap çoğunlukla iktidar grubunun kendi içinden çıkan, kamusal senaryonun oluşum sürecindeki üreticilerinden oluşan bir muhalefet kesimi olur. Bu yüzden iktidar ile muhalefet arasında başlangıçta gerek yetişme tarzları gerekse de düşünsel anlamda hiçbir farklılık yoktur. Iktidar elinde oluşturulan ve doğal olarak kamusal senaryoya dahil olan muhalefet, uyumsuzluk ve daha önce anlatılan "basınç" ile alakalı olarak bir ilgi merkezi halini alır. Bu aldatıcı cazibe, sonuç olarak tüm uyumsuz ve rahatsız kesimlerin belirli bir "merkez" içinde toplanmasına imkan tanıdığı gibi bu muhalif topluluğun iktidar eliyle kimi zaman marjinalize edilmesine kimi zaman da doğrudan yokedilmesine kolaylık sağlar. Muhaliflik olgusunu tabi olanlar açısından ele alırsak , sömürü, baskı ve boyun eğmeyi yaşamının normları olarak kabul edenler bile, onlarsız bir dünyanın hayalini kurarlar: Eşitlik, kardeşlik ve özgürlük dünyası, kötülüğün olamadığı , bütünüyle yeni bir dünya. Bu, genellikle rüyadan başka bir şey değildir. Herşeyin değişip mükemmel olacağına dair bu güzelleme düşlerde ya da dillerde bin yıldır süregelmekte olmasına rağmen, genelde bir kıyamet günü bekleyişi gibi bir tasavvur olmaktan öteye geçmez (Hobsbawm, 1990: 18). Muhalif kesimler burüyayı söylemlerine katarken varolan şartların eleştirisini yaparak bir özgürlük modeli çizerler. Herkesin özgür olamadığı bir toplumda , insanlar otorite ve baskının ya da La Boétie'nin deyişiyle gönüllü kulluğun kurbanlarıdırlar. Bu yüzden özgürlüğe dair bir söylem çeşitli biçimler - özellikle bugün popüler kültür adını verdiğimiz örüntüler- altında sunularak tabi olanların rahatlamasını sağlar. En az 3F (Futbol, Fiesta, Fado) kadar manipülatif özellikleriyle üzerinde durulması gereken bu özgürlük modeli popüler kültürün bir veçhesini oluşturur. Muhalif önderler hakim olan sınıflar içinden çıktığına ve muhalefet çizgileri kamusal senaryonun sınırlarını aş(a)madığına göre, öne sürülen özgürlük modeli de aldatıcı özelliklere haizdir ya da başka bir deyişle kamusal senaryo ile uyumludur. Sonuçta çekilen acılar ve baskının sorumlusu olarak kamusal senaryonun işleyişi değil de yöneticiler gösteriliyorsa, muhalefetin temelde bir iymserlik ve gelecekle ilgili umutlar taşıdığı tespit edilebilir. Muhalif kurguların alaya, küfre ve hatta saldırganlığa varan tavrı ise "daha iyi bir ülkeye" yapılan yatırım ve iktidar taliplerine yakınlıkla ilgilidir. Çünkü işin hitamında kötü yönetici giderse ve yerine talip olan, tabi olanların -kimi zaman açıkça- desteklediği biri gelirse işlerin değişeceği , yani sömürü, baskı ve boyun eğmenin özünü oluşturduğu düzenin altedileceği kanısı taşınmaktadır. Oysa değişim -ya da değişim inancı- tarafların rolleri kadar kalın bir maskedir- Değişim ve vitrinde tutulan özgürlük modeli -özellikle hakim olanlar tarafından pazarlandığı için- bir edebi kurgudan, iyilerin kazanacağı bir anlatıdan farklı değildir. Ancak insan doğasına ait tahhakküm ve rıza gösterme fiili ile ilgili bir özü temel alan kamusal senaryo özellikle tabi olanlar açısından hiç değişmeyecektir ya da daha ayrıntılandırırsak hakim olanların, tabi olanların ve onanmış bir muhalefetin sınırları bellidir. Sonuçta senaryo değil de aktörler farklılaşacak; hakim olanlardan bir kaç yönetici veya tabi olanların bir kısmı daha fazla hak sahibi olan mevziiler kazanarak kimileriyle rolleri değişecektir. Kamusal senaryo üzerinden düşünüldüğünde muhalefet olgusu, popüler kültür tanımlamaları ve eleştirileriyle birlikte bir bütünün parçasıdır. Muhalefet kurumu, öncelikle kamusal senaryonun ihtiyacı üzerine kurgulanmış, yaşanan reel acılara karşı rahatlatıcı, basınç azaltıcı bir emniyet sübabı ve direniş noktası tasarımıdır. Süreç içerisinde iktidarla girdiği tüm uyuşmazlıkları tekrar okumalarla olduğundan farklı anlamlar yükleyerek , kendine "mücadeleci" ve "özgürlükçü" bir kimlik kazandıracak, hakim olanlar nezdinde bu kimliğin kabulüyle yerini sağlamlaştıracaktır. Muhalif olan bir kurum, grup ya da topluluğun varlığı, orjini ne olursa olsun, hakim olan sınıfın ya da başka bir deyişle iktidarın uyguladığı baskı, sömürü ve dayatmalar karşısında tabi olanların haklarının korunacağının teminatıdır. Muhaliflik, yapı olarak iyi çalışmasa da, yapacakları kamusal senaryo çerçevesinde kalarak, "düzenci" olsa da tabi olanlar nezdinde en azından haklarını savunacak birileri olduğuna dair kabul görecektir. Bu halin sürekliliği tabi olanları rahatlattığı kadar kamusal senaryonun da -muhalefete ihtiyaç duyduğu için-devamlılığını sağlayan, özetle ömrünü uzatan emniyet sübabıdır. Hakim olanlar ile tabi olanlar arasındaki ilişkilerde, unutulmaması gereken bu tarafların aslında neyin ne olduğunu tüm açıklığıyla anlayıp, herşeyin farkında olmalarıdır. Örneğin tabi olan, tarihsel süreç içinde kazandığı deneyimlerle yaşamı boyunca ulaşabileceklerinin, muhalefetin iktidar nemasıyla daha fazla ilgilendiğinin , kamusal senaryonun değişmezliğinin , sonsuza kadar tahakküm ile rıza gösterenler olacağının ve nihayetinde kendi sınırlarının bilincindedir. Muhalefet kurumundan istediği kendi yaşamsal ihtiyaçlarını her çatışmada bir nebze revize ederek iyileştirmesidir. Herşeyden önce muhalefete bu yüzden ihtiyaç duyacaktır. Zira tüm bireysel başkaldırılar ve farklı eleştiriler marjinalleştirilerek, düzenin varoluşuna bir tehdit olarak algılandığı için sınırlı bir yaşam sahası vardır. Netice itibarıyla tabi olan onanmış bir muhalefet üzerinden (meşruiyet kazandığı için) daha rahat davranacak, iktidara yönelik olarak çoğu küçük, göze batmayan parçalar kopartarak yaşamını iyileştirmeyi deneyecektir.
Bu yazının bir bütün olarak tüm çıkış yollarını kapatan, karamsarlık ve dönüştürme gücünü körelten bir içerik taşıdığının sanılmasını istemem. Varolanı tespit etmek, illa ki çözümsüzlüğü getirmez. Çoğu kez bireysel olsa dahi yaşananları iyi tahlil ederek yeni mevziiler kazanabilmek, varolan baskı, sömürü ve dayatmalara karşı ayak direyebilmek, vaaz edilen cennetleri olumsuzlayabilmek, iflah olmaz bir eleştirelliği baki kılmak, eğer bu da mümkün olamıyorsa Ahmet Çiğdem'in söylediği üzre şaşkınlık ve irkilme hissiyatını her insan tekinin duyu ve organı biçiminde taşıyarak direnebilmek bana mümkün gibi geliyor. Direnişin pratiklerinin, neler üzerinden varolabileceğinin tartışması ise elbette ki başka bir konudur.
[Bu yazı, daha önce Birikim dergisinin Ekim 1996 Sayısında yayınlanmıştır. Yazı, o dönem çıkmış olan James c. Scott'ın Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar (1995, Ayrıntı Yayınları, Istanbul), kitabından esinlenerek yazılmıştı. ]
Salı, Temmuz 11, 2006
Ankara Futbolu: Memleket Futbolunun Kenar Semti
Memleket sathında futbol, bilindiği üzere hep İstanbul üzerinden konuşulur. Eskiden beri öyle. Düşünün, ta eskiden, Ankara’ya yolu düşüp Ankara Karması’yla veya Ankara şampiyonu olan takımla maç oynayan ecnebi takım sözcülerinden alınan şu tür demeçlermiş Ankaralı futbol adamlarının en büyük keyfi: “Kafilenin hocası, Ankara Karmasını, mağlup olmasına rağmen İstanbul ayarında bir ekip olarak vasıflandırmıştır...” Ankara’nın futbol takımları da, şehrin olanca başkentliğine rağmen ve başkentliğin en `saltanatlı’ zamanlarında bile, İstanbul menşeli benzetmelerle tanımlanmışlar eski zamanlarda: Ankaragücü Ankara’nın Fenerbahçe’si, Gençlerbirliği Ankara’nın Galatasaray’ı, Hacettepe Ankara’nın Beşiktaş’ı... Ankaragücü’ne atfedilen Fenerbahçelik, seyirci fazlalığından, hırslı yöneticilerinden, icabında parayı bastırıp istediği oyuncuyu alabilmesinden, toplamda Ankara’nın en başarılı takımı olmasından... Ankaragücü’nün bu özellikleri aslında 1970’lerde zuhur edecektir. Benzerliğin yüzeysel ama kuvvetli alâmeti, sarı-lâcivertteki renkdaşlıktır. `Eski’ Ankaragücü’nün Fenerbahçe’yle bir başka benzerliği, belki iki kulübe de “Milli Mücadele” ruhu üflenmiş olmasında aranabilir. Fenerbahçe işgal kuvvetlerine karşı milli gururu okşayan zaferleriyle parladıysa, Ankaragücü de milli müdafaa sanayiinin takımıdır. Dikkat: Ankaragücü’nün doğum yeri İstanbul’dur - Ankara’ya taşınma vesilesi de Milli Mücadele’dir. Kulüp 1910’da Sultanahmet Sanat Mektebi’nden bir grup genç tarafından, muhtemelen dönemin Türkçü hülyalarından ilham alarak Turan Sanatkâran Gücü adıyla kurulmuştur. Birkaç yıl sonra Altınörs adını alır; bu adla 1919 yılındaki “İstanbul Pazar Ligi”nin kurucuları arasında yer alır. Milli Mücadele başlaması üzerine Altınörslüler Ankara’ya göçerler ve orada askeri sanayi erbabınca kurulmuş bulunan İmalat-ı Harbiye takımıyla birleşirler. Birleşmenin tarihi resmen 1926 olarak kaydediliyor. Kulüp Ankaragücü adını 1933’de almış. 1969’da büyük askeri sanayi kuruluşu Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nun adını göbek adı olarak takınarak M.K.E. Ankaragücü olacaktır.
Gençlerbirliği’nin Galatasaraylığı ise, “liseli” ve “seçkin” (züppe mi demeli) kökeninden geliyor. Hikâye şöyle: Sene 1923, Ankara Lisesi’nin (sonraki ve şimdiki Atatürk Lisesi) başarılı okul takımından tart edilen birkaç talebe, içlerinden birinin mebus babasının teşvikiyle bir takım kuruyorlar ve Gençlerbirliği adını taktıkları bu takımla, çıkartıldıkları lise takımıyla bir intikam maçı oynuyorlar. 3-0 yeniyorlar lise takımını ve intikam barışma getiriyor. Lise takımıyla terütaze Gençlerbirliği fiilen bütünleşiyor ve bu kulüp Ankara’nın muallimleriyle talebeleri tarafından beslenip büyütülüyor. Bir rivayete göre talebeler lise takımıyla maça giderken Ankara gelinciklerinden bir demet yapıp götürmüşlerdi; kırmızı-siyah renk oradan kaldı. Gençlerbirliği, 1940’lı ve 50’li yıllarda da, Ankara’ya yüksek tahsile gelen futbola yetenekli gençlerin doğal mecrası oldu. Burada top oynayan gençlere icabında destek olarak ufak bir memuriyet de temin ediliyordu. Gençlerbirliği sadece bir spor kulübü değil, bir muhit, bir camia idi. Gençlerbirliği münevverlerin, bürokratların, “şık”ların, özcesi Yenişehir’in takımı oldu Ankara’da - mahallelerle pek alışverişi olmadı. “Gençler” seyircisi, Hacettepe’nin Çubuk şaraplarıyla maça giden, kimi zaman delikanlılık raconu filan dinlemeyip ifrata kaçan divane taraftarına da, uzun müddet Ankaragücü’nün açık tribününü dolduran İmalat-ı Harbiye işçisine de benzemedi. Beri yandan, o vakitler Gençlerbirliğililer, “Ankara’nın tek -ya da ilk- sivil takımı” kimliğini benimsediler gururla. Bütün ciddi takımların -Hacettepe kuruluncaya dek- bir devlet müessesesine, çoğu da askeriyeye bağlı olduğu bir vasatta, “en sivil” pâyesi, tahsilli ve bürokratik elitin bu has kulübüne düşüyordu.
Hacettepe’ye Beşiktaş kılığının yakıştırılması ise, bir mahalle (kenar mahalle) takımı oluşundan, kulüp sevgisi ve terbiyesine sıkı sıkıya bağlı (sıkıysa olmasın!) oyuncularından ve mütevazi koşullarından kaynaklanmış. Ülke çapında şöhret kazanan oyuncuları, sembol isimleri, nam salmış başarıları, para kaynakları hiç olmamış Hacettepe’nin (bir tek milli takıma yükselmiş Onursal Uraz var). Buna rağmen futbolun kadim zamanlarında Ankara futbolunun üç büyüklerinden biri işte. Çünkü, Hacettepe kendinden başka hiçbir camiaya benzetilecek bir “şey” değil. Hacettepe, bu üç takım arasında en az İstanbullu, en çok Ankaralı. 28 Temmuz 1945’de Hamamönü’ne çıkan Küçükkapı Sokak’ta virane bir binanın tek göz odacığında Fahri Kabadayı başkanlığında kurulup yıllarca buradan idare edilen mor-beyazlı kulüp (tam adı: Hacettepe Spor Gençlik Kulübü), Ankara’nın tek has mahalle takımı olmuş. Üç yıl içinde kademe atlayıp Ankara 1. Ligine yükselerek de iddiasını kanıtlamış. Dedik ya, Ankaragücü’nün şehrin “en baba” takımı olması sonraların işi; nitekim 1920’lerden 1950’lere uzanan dönemde Ankara futbolunun hâkimi kesinkes Gençlerbirliği. 1923/24’den 1950/51’e dek oynanan Ankara Amatör Liginde “Gençler” 13 şampiyonlukla uzak ara önde. Ankaragücü’nün sadece 2 şampiyonluğu var. Ankara futbolunun resmiyetini cisimleştiren iki askeriye takımından Harp Okulu 4, Muhafızgücü 2 şampiyonluk elde etmiş. (“Bunlardan” Karagücü filan gibi başkaları da var!) Sivil bir müessesenin (Te-cim-dal-dal: TCDDY) mavi-lâcivertli takımı, Türkiye’deki Demirspor’ların ilki ve en Demirspor’u olan Ankara Demirspor (tevellüdü 1932) 4 şampiyonluk kazanmış. Çankaya diye bir takımın da bir şampiyonluğu var. Bu Çankaya’nın, Demirspor’un teşekkülünde rolü olmuş: 1937’de Çankaya’yla Demirspor birleşiyor ve Demirspor böylece hem daha güçleniyor hem de başlangıçta kırmızı-yeşil olan renkleri o has mavi-lâciverde dönüyor. 1951’den sonra başlayan profesyonellik devrine de Ankara biraz geç intikal etmiş. Ankara Profesyonel Ligi 1955/56’dan 1958/59’a dört sezon oynanabilmiş. Hacettepe’nin 2, Ankaragücü ve Demirspor’un birer şampiyonluğu var.
Daha eskisini bilemiyoruz, ama 1950’li yılların seyircisi için anlatılan o ki, futbol kaidelerinden bihaberlermiş. Bu yüzden hakemle uğraşmazlarmış, düdüğü çalanın haklı olduğu baştan kabul edilirmiş. Herkesin maç boyu üzerine konuştuğu, sarakaya aldığı hedef tahtası, kaleciler ve “adam geçiren” müdafaa imiş. Örneğin Hacettepe kalecisi “Deli Hikmet”e maç boyu “deli, deli!” diye bağırıp, adamcağız hışımla “kim onu söyleyen” diye kalesinin arkasına yöneldiğinde suspus olarak iyice çileden çıkartırlarmış. Seyircinin maça sırf eğlenme niyetiyle gidiyor olması, o zamanki Ankara’nın küçüklüğü ve taraftarıyla, futbolcusuyla, hakemiyle, yöneticisiyle herkesin birbirini tanıması, doğal bir içiçelik yaratıyormuş. Neredeyse her futbolcunun lâkabıyla anılması bunun neticesi: Dodurgalı Hüseyin, Arnavut İlhan, Zündap Hüseyin, Arap Kadri, Kıvırcık Nihat, Paçoz Oktay, Arap İlhan, Horvat Aydın, Tık Tık Sami, Doktor Vacit, Korsan İsmet, Cici Necdet vs.. Şehrin güzide futbolcularından Kabadayı Mehmet, Orle İhsan, Karagöz Kemal, Sarı Veli, Arnavut İlhan aynı zamanda dönemin namlı kabadayıları idi ve bunların çoğu kabadayılığın tabiatı icabı Hacettepeliydi. Karagöz Kemal’in Hakem Hüsamettin Böke’yi dövüp ömürboyu boykot aldığı söyleniyor. Milli Lig öncesi dönemde Ankara futbolunun en müstesna isimlerinden biri Karagücü’nde oynayan Beton Mustafa’ymış. Mütevazı kişiliği, çalışkanlığı, arzulu ve “sağlam” futbolu nedeniyle “Beton” adını alan Mustafa Ertan, anlatılanlara bakılırsa sabah mahallenin çocuklarıyla gazozuna maç oynayıp öğleden sonra resmi maça çıkacak kadar futbol delisiymiş. 34 yaşında (1960) ordudan ayrıldıktan sonra Beşiktaş’a transfer olmuş, aynı yılın şampiyon kadrosunda yeralmış. Tabii 15 yılı aşkın oynadığı Gençlerbirliği’nin “abi”si, yani fiili teknik direktörü ve yöneticisi Hasan Polat’tan bahsetmeden olmaz. Müthiş hava hakimiyeti, gücü, sürati ve modern önliberoyu haber veren özellikleriyle temayüz eden Hasan Polat, 1930’lardan 1950’lere uzanan kesitte Ankara futbolunun en karizmatik figürü. (Sonraki dönemde de 1960’lardan 70’lere dek Türkiye futbol bürokrasisinin “kurucu babalarından” ve karizmalarından olacaktır.) Bir de sıkı futbol meraklılarının bile adını bilmediği, ama o yılları hatırlayanların “bugün oynasa trilyon eder” hükmünde birleştikleri Gençlerli Hâdi Pozam var: rakiplerini sinirden çatlatan inanılmaz top cambazlığıyla meşhur - bir de olabileceğini olamamasına yol açan hırssızlığı, gamsızlığıyla...
Gençlerbirliği’nin Galatasaraylığı ise, “liseli” ve “seçkin” (züppe mi demeli) kökeninden geliyor. Hikâye şöyle: Sene 1923, Ankara Lisesi’nin (sonraki ve şimdiki Atatürk Lisesi) başarılı okul takımından tart edilen birkaç talebe, içlerinden birinin mebus babasının teşvikiyle bir takım kuruyorlar ve Gençlerbirliği adını taktıkları bu takımla, çıkartıldıkları lise takımıyla bir intikam maçı oynuyorlar. 3-0 yeniyorlar lise takımını ve intikam barışma getiriyor. Lise takımıyla terütaze Gençlerbirliği fiilen bütünleşiyor ve bu kulüp Ankara’nın muallimleriyle talebeleri tarafından beslenip büyütülüyor. Bir rivayete göre talebeler lise takımıyla maça giderken Ankara gelinciklerinden bir demet yapıp götürmüşlerdi; kırmızı-siyah renk oradan kaldı. Gençlerbirliği, 1940’lı ve 50’li yıllarda da, Ankara’ya yüksek tahsile gelen futbola yetenekli gençlerin doğal mecrası oldu. Burada top oynayan gençlere icabında destek olarak ufak bir memuriyet de temin ediliyordu. Gençlerbirliği sadece bir spor kulübü değil, bir muhit, bir camia idi. Gençlerbirliği münevverlerin, bürokratların, “şık”ların, özcesi Yenişehir’in takımı oldu Ankara’da - mahallelerle pek alışverişi olmadı. “Gençler” seyircisi, Hacettepe’nin Çubuk şaraplarıyla maça giden, kimi zaman delikanlılık raconu filan dinlemeyip ifrata kaçan divane taraftarına da, uzun müddet Ankaragücü’nün açık tribününü dolduran İmalat-ı Harbiye işçisine de benzemedi. Beri yandan, o vakitler Gençlerbirliğililer, “Ankara’nın tek -ya da ilk- sivil takımı” kimliğini benimsediler gururla. Bütün ciddi takımların -Hacettepe kuruluncaya dek- bir devlet müessesesine, çoğu da askeriyeye bağlı olduğu bir vasatta, “en sivil” pâyesi, tahsilli ve bürokratik elitin bu has kulübüne düşüyordu.
Hacettepe’ye Beşiktaş kılığının yakıştırılması ise, bir mahalle (kenar mahalle) takımı oluşundan, kulüp sevgisi ve terbiyesine sıkı sıkıya bağlı (sıkıysa olmasın!) oyuncularından ve mütevazi koşullarından kaynaklanmış. Ülke çapında şöhret kazanan oyuncuları, sembol isimleri, nam salmış başarıları, para kaynakları hiç olmamış Hacettepe’nin (bir tek milli takıma yükselmiş Onursal Uraz var). Buna rağmen futbolun kadim zamanlarında Ankara futbolunun üç büyüklerinden biri işte. Çünkü, Hacettepe kendinden başka hiçbir camiaya benzetilecek bir “şey” değil. Hacettepe, bu üç takım arasında en az İstanbullu, en çok Ankaralı. 28 Temmuz 1945’de Hamamönü’ne çıkan Küçükkapı Sokak’ta virane bir binanın tek göz odacığında Fahri Kabadayı başkanlığında kurulup yıllarca buradan idare edilen mor-beyazlı kulüp (tam adı: Hacettepe Spor Gençlik Kulübü), Ankara’nın tek has mahalle takımı olmuş. Üç yıl içinde kademe atlayıp Ankara 1. Ligine yükselerek de iddiasını kanıtlamış. Dedik ya, Ankaragücü’nün şehrin “en baba” takımı olması sonraların işi; nitekim 1920’lerden 1950’lere uzanan dönemde Ankara futbolunun hâkimi kesinkes Gençlerbirliği. 1923/24’den 1950/51’e dek oynanan Ankara Amatör Liginde “Gençler” 13 şampiyonlukla uzak ara önde. Ankaragücü’nün sadece 2 şampiyonluğu var. Ankara futbolunun resmiyetini cisimleştiren iki askeriye takımından Harp Okulu 4, Muhafızgücü 2 şampiyonluk elde etmiş. (“Bunlardan” Karagücü filan gibi başkaları da var!) Sivil bir müessesenin (Te-cim-dal-dal: TCDDY) mavi-lâcivertli takımı, Türkiye’deki Demirspor’ların ilki ve en Demirspor’u olan Ankara Demirspor (tevellüdü 1932) 4 şampiyonluk kazanmış. Çankaya diye bir takımın da bir şampiyonluğu var. Bu Çankaya’nın, Demirspor’un teşekkülünde rolü olmuş: 1937’de Çankaya’yla Demirspor birleşiyor ve Demirspor böylece hem daha güçleniyor hem de başlangıçta kırmızı-yeşil olan renkleri o has mavi-lâciverde dönüyor. 1951’den sonra başlayan profesyonellik devrine de Ankara biraz geç intikal etmiş. Ankara Profesyonel Ligi 1955/56’dan 1958/59’a dört sezon oynanabilmiş. Hacettepe’nin 2, Ankaragücü ve Demirspor’un birer şampiyonluğu var.
Daha eskisini bilemiyoruz, ama 1950’li yılların seyircisi için anlatılan o ki, futbol kaidelerinden bihaberlermiş. Bu yüzden hakemle uğraşmazlarmış, düdüğü çalanın haklı olduğu baştan kabul edilirmiş. Herkesin maç boyu üzerine konuştuğu, sarakaya aldığı hedef tahtası, kaleciler ve “adam geçiren” müdafaa imiş. Örneğin Hacettepe kalecisi “Deli Hikmet”e maç boyu “deli, deli!” diye bağırıp, adamcağız hışımla “kim onu söyleyen” diye kalesinin arkasına yöneldiğinde suspus olarak iyice çileden çıkartırlarmış. Seyircinin maça sırf eğlenme niyetiyle gidiyor olması, o zamanki Ankara’nın küçüklüğü ve taraftarıyla, futbolcusuyla, hakemiyle, yöneticisiyle herkesin birbirini tanıması, doğal bir içiçelik yaratıyormuş. Neredeyse her futbolcunun lâkabıyla anılması bunun neticesi: Dodurgalı Hüseyin, Arnavut İlhan, Zündap Hüseyin, Arap Kadri, Kıvırcık Nihat, Paçoz Oktay, Arap İlhan, Horvat Aydın, Tık Tık Sami, Doktor Vacit, Korsan İsmet, Cici Necdet vs.. Şehrin güzide futbolcularından Kabadayı Mehmet, Orle İhsan, Karagöz Kemal, Sarı Veli, Arnavut İlhan aynı zamanda dönemin namlı kabadayıları idi ve bunların çoğu kabadayılığın tabiatı icabı Hacettepeliydi. Karagöz Kemal’in Hakem Hüsamettin Böke’yi dövüp ömürboyu boykot aldığı söyleniyor. Milli Lig öncesi dönemde Ankara futbolunun en müstesna isimlerinden biri Karagücü’nde oynayan Beton Mustafa’ymış. Mütevazı kişiliği, çalışkanlığı, arzulu ve “sağlam” futbolu nedeniyle “Beton” adını alan Mustafa Ertan, anlatılanlara bakılırsa sabah mahallenin çocuklarıyla gazozuna maç oynayıp öğleden sonra resmi maça çıkacak kadar futbol delisiymiş. 34 yaşında (1960) ordudan ayrıldıktan sonra Beşiktaş’a transfer olmuş, aynı yılın şampiyon kadrosunda yeralmış. Tabii 15 yılı aşkın oynadığı Gençlerbirliği’nin “abi”si, yani fiili teknik direktörü ve yöneticisi Hasan Polat’tan bahsetmeden olmaz. Müthiş hava hakimiyeti, gücü, sürati ve modern önliberoyu haber veren özellikleriyle temayüz eden Hasan Polat, 1930’lardan 1950’lere uzanan kesitte Ankara futbolunun en karizmatik figürü. (Sonraki dönemde de 1960’lardan 70’lere dek Türkiye futbol bürokrasisinin “kurucu babalarından” ve karizmalarından olacaktır.) Bir de sıkı futbol meraklılarının bile adını bilmediği, ama o yılları hatırlayanların “bugün oynasa trilyon eder” hükmünde birleştikleri Gençlerli Hâdi Pozam var: rakiplerini sinirden çatlatan inanılmaz top cambazlığıyla meşhur - bir de olabileceğini olamamasına yol açan hırssızlığı, gamsızlığıyla...
“Milli Lig”in oynanmaya başladığı 60’lı yıllar Ankara futbolunun altın çağı. Üç büyük şehrin tekelinde bulunan Milli Ligden Ankara’nın aldığı pay yüksek o zamanlar: Dörtte bir. 1959’da Milli Lig ilk kurulduğunda 16 takımdan dördü Ankara takımı: Ankaragücü, Hacettepe, Ankara Demirspor, Gençlerbirliği. 1959/60 sezonunda 20 takıma çıkan Lige Ankara’dan şekerhilâl de katılıyor. 1964/65 Sezonu, altın çağın doruk noktası. Saydığımız takımlara ilâveten PTT de birinci kümede, 16 takımdan 6’sı Ankaralı; üçte birden yüksek bir oran!
Ne var ki Ankara takımları, 1. Ligde hayli kalabalık bir nüfusla ikamet ettikleri 60’lı yıllarda, memleket futbolunun kenar semti olmaktan ileri gidememişler. Varabildikleri en yüksek mertebe, İstanbul’un üç büyük kulübüne, yani Türkiye’nin teşekkül etmekte olan futbol oligarşisine ara sıra kafa tutabilmek olmuş. Kaldı ki, bu şeref de Ankara’dan çok İzmir futboluna ait. 60’ların ikinci yarısından 70’lerin ilk yıllarına uzanan kesitte ligde “kafaya oynama” inadını cengâverce sürdüren Göztepe’nin oluşturduğu istikrarlı tehdidin emsalini ne Gençlerbirliği ne Ankaragücü yaratabilmişler. Üstelik Göztepe’nin, “Avrupa Avrupa duy sesimizi” histerisinin yaşanmadığı bu dönemde Fuar şehirleri Kupası’nda (şimdiki UEFA Kupası oluyor) yarı finale kadar çıkmışlığı var. Ankara ise Avrupa takımlarının olsa olsa dostluk maçı falan için uğradığı, İstanbul takımlarının efsane mertebesinde olduğu bir futbol sapası - kenar semt işte... İstanbullularla ve İzmirlilerle başedebilecek Ankaralılar diye Ankaragücü ve Gençlerbirliği’ni andık, çünkü 60’lardaki Ankaralı kalabalığının başını çekenler bu ikisi. Bu onyılda Ankara futbolunun önderi yine Gençlerbirliği. 1960/61 Sezonunda Gençlerbirliği 5., 61/62, 62/63 ve 66/67’de 6. olmuş, 1965/66 sezonunda 3. olarak Ankara futbolunun 1. Lig tarihindeki en iyi derecesini elde ettiği gibi, İstanbul oligarşisinin ilk üçteki saltanatını ilk kez kırma şerefini de kazanmış. 1963-65 dönemiyse Ankaragücü’nün parlak zamanı. Ankaragücü 1963/64’de 4., 1964/65’de 6.. PTT de, ki 60’ların futbolseverleri arasında adı “Postane”ydi, 7. sırada bitirdiği 1966/67 ve 1967/68 sezonlarında bayağı belâlı ve fiyakalı bir takımmış. Ankaralıların bir de övünecek gol kralları var bu dönemden kalan: Ankara Demirsporlu (ki ona da kısaca Demirspor denirmiş) Fikri Elma ve Ankaragücülü Ertan Adatepe. (Ertan Adatepe sonradan PTT’de de oynamış.) (1961/62 Sezonunun gol kralı Fikri Elma, 1996’nın Kasım’ında gol kısırlığından muzdarip olan Gençlerbirliği’nin Başkanı İlhan Cavcav’a başvurarak, bir ay hazırlanmasına izin verilirse her maçta gol atacağını taahhhüt edecekti! Gençlerbirliği’nin mükemmel tesislerinin kurulmasında büyük emeği olan Fikri Elma’yı 1999’un Kasım ayında kaybettik.) Altın çağın nasıl biteceği, daha o zaman belli. 60’lı yıllarda Ankara takımlarının hemen hepsi “asansör” - yani bir sene 2. Lige düşüp ertesi sene geri dönüyor, sonra yine düşüyorlar. Gün geldi, ki o “gün” 70’lerin başıydı, çıkamaz oldular, 1. Lige dönemediler. Ankaragücü ve Gençlerbirliği bile bu kaderi paylaştılar. Ankaragücü 1967/68’de düştü, ertesi yıl hemen çıktı - o esas asansörlük dönemini 70’lerin ikinci yarısında yaşayacaktı. Gençlerbirliği o parlak zamanlarının peşinden 1969/70’de bir düşüş düştü, tam 12 yıl geri gelemedi. PTT 1970/71’de düştü, ertesi yıl çıktı, 1972/73’de nihai olarak düştü. şekerhilâl/şekerspor 1962/63’de düştü, ertesi yıl çıktı, 1965/66’da yine düştü, 1971/72’de çıktı, 72/73’de nihâi olarak düştü. Ankara Demirspor asansörlük bile yapamadan 1970/71’de düşüp gitti. Hacettepe 1959/60’da 2. Lige düştü, 62/63’de yine çıktı, 1967/68’de geri gelmemek üzere düştü. 2. Lig demişken... O devri bilenler, 2. Ligde vasat bir kariyer yaptıktan sonra feci bir düşüşle düşen bir Ankara takımını hatırlıyorlar: Altındağ. Anlatılanlara bakılırsa, 2. Ligden düşmesi haftalar önce kesinleşen Altındağ’ın son deplasmana çıkacak parası bile yokmuş da, gol averajına ihtiyacı olan rakipleri otobüs tutup harçlık verip bunları ayağına getirtmiş. Yazıya başlarken dedik ya, ne kadarı efsane bilinmez, ama Ankara futbolunun mâkus talihi açısından simgesel bir efsane...
Ankara takımları 1. Ligde niye tutunamadılar? Çünkü 60’ların sonlarında artık Türkiye futbolunda piyasa ilişkilerinin ve kitle kültürünün nüfuzu artmış, futbol işletmeciliğinin çapı büyümeye başlamıştı. Gittikçe daha çok para, para için zengin yönetici, zengin yöneticiyi cezbetmek için de iyi seyirci potansiyeli ve popülerlik vaadeden bir “camia” lâzımdı. Ankara takımlarının ise çoğu kamu müesseselerinin `bağlı kuruluşları’ gibiydi. şekerspor bir iktisadi devlet teşekkülü olan şeker şirketi’nin, Ankara Demirspor Demiryolları’nın, PTT adı üstünde Posta-Telefon-Telgraf İdaresinindi. Sarı-siyahlı PTT 1953’de Telspor adıyla kurulmuş, devrisi yıl PTT adını almıştı. Yeşil-beyazlı Şekerspor 1947’de kurulduktan sonra 1958’de Hilâl Gençlik ile birleşerek Şekerhilâl adını almış, 1962’de Şekerspor adına dönmüştü. Bu müesseselerin ne futbola yatıracak fazla paraları, ne çetrefilleşen futbol kulüpçülüğüne uyarlanabilecek `hinlikte’ yönetim yapıları, ne de onları motive edecek taraftar ve camiaları vardı. Takıma ayrılacak kaynak, müessesenin başındaki yöneticinin futbola olan alâkasına bağlıydı. Ve futbol, müessese ve yönetici için bugünlerde olduğu kadar büyük bir reklam aracı değildi - zaten “reklam” da o kadar lâzım bir şey değildi. Bu takımların tek avantajları futbolcuları müesseseye işçi ya da memur olarak kaydedip ayrıca maaşa bağlamalarıydı. Müesseselerin en sırtı sağlamı M.K.E. idi. Çalışanlarının maaşından kesilen paylarla Kurum, Ankaragücü’nün ayakta kalmasının teminatı oldu. Bir rivayete göre bu bereketli kaynaktan, M.K.E. Tekaüt Sandığında görevli Hacettepe Başkanlarından Abdullah Özgörür’ün sayesinde mor-beyazlı kulübe bile “gizlice” para damlamıştı bir ara! şehrin `sivil’ takımları ise Fuat Hızal, Hafi Araç, Mustafa Deliveli, Aydın Saraçoğlu, Hasan Polat, Abdullah Özgörür, İsmet Sezgin gibi az sayıda işadamı, bürokrat ve politikacının himmetine bakıyordu. Zamanla profesyonellik dozu gittikçe artan futbol piyasasına ayak uydurabilen kalburüstü yönetici kliğinin bile büyük kısmı aynı zamanda İstanbul’un üç büyük kulübünden birisine üye olacaktı. Zaruret halinde işe yarayacak bir “Amerikan pasaportu” gibi... “Kendi” takımı bir yana, “büyükler” bir yana... Düşünün, bugün ülkenin en hin futbol idarecilerinden biri olarak bilinen, Gençlerbirliği’nin “ezeli ve ebedi” başkanı İlhan Cavcav, aynı zamanda Galatasaray Kongre üyesidir. Ankara’da göçmen sayısının bolluğu yüzünden hemşehricilik de zayıftı. Ankara takımları, ardarda kurulan Anadolu kulüplerinin (adını ilk Kurthan Fişek’in koyduğu) şehir şovenizmiyle yarattıkları cerbeze karşısında, tıpkı Halk Fırkası’nın orta halli elit-altı kesiminin DP/AP dalgası karşısındaki hali gibi, şaşkın ve öksüz kaldılar. Bir tek Ankaragücü kendini kurtarabildi. Herhalde Ankara’nın en eski futbol kulübü olması, M.K.E.’nin desteği, ve nispi başarılarının üzerine bir “taraftar kültürü” bina etmeyi başarması sayesinde yakaladığı havayla aradan sıyrıldı. 19 Mayıs Stadındaki, takım galip gelirse bedava turşu dağıtan, yenilgi halinde milletin kızdırmasına dayanamayıp turşu kavanozunu tribün balkonunda aşağı boşaltan turşucu gibi karakter oyuncularıyla popüler bir hava yaratmıştı Ankaragücü... Bugün “Gecekondu” olarak namlanan, tutkulu, “aç”, bıçkın ve mutsuz kenar mahalle taraftarlarına tekabül eden, 1950-70 döneminin “pazarcılar”ı külliyen Ankaragücü taraftarıydı. Çoğu Ankara dışından gelmişti ve Ankaralı sayılma arzularının nişanesi olarak şehrin adını taşıyan takımı tutuyorlardı. Pazarcıların Ankaragücülülüğü, eski Ankara’nın Ulus’taki esnaf muhitinde, özellikle de Hal’de hâlâ süregelen bir gelenektir.
Kalıyordu geriye müessesesiz, müstakil iki takım: Gençlerbirliği ve Hacettepe. Bu iki ‘sivil’ takımdan Gençlerbirliği’nin, 60’lı yıllarda Ankara futbolunun öncü güçü olmasına rağmen, sendelediği anda uzun süre toparlanamamak üzere düşmekten kurtulamaması ilginç. Gençlerbirliği, futbolun mahalli olmaktan çıkıp “milli” hale gelmeye başladığı bu ‘klasik-sonrası’ dönemde, galiba biraz snobluğunun kurbanı oldu. Nevzuhur Ankara’nın bütün memlekete tepeden bakan edasını tevarüs etmiş gibiydi kulüp. Düşünün, memleketin futbol işlerini idare eden kalemiyenin bellibaşlı simaları, ekseriya Gençlerbirliği kökenliydi: Orhan şeref Apak, Hasan Polat, daha sonraları Halim Çorbalı... Kulüp, 60’larda “güç ve paranın el değiştirmesine” ayak uyduramadı. Para ve taraftar olmayınca, ‘güzide camia’ kimliğinin, düşkün asılzade tesellisinden ibaret kalacağına uyanamadı galiba. Üstelik güzide camia da ‘kuru kuruya’ bir güzide camiaydı: Ne bir müesesse, ne iri işadamları, ne de şöyle iç dayanışması kuvvetli bir grup. Angaralı “mülti-zengin” Vehbi Koç güya Gençlerbirliği taraftarıydı; ama o da meşhur kişiliğiyle bedava hamiliği tercih ediyordu. Koç’un kulübe bilinen tek hayrı, Maltepe’deki Koç Talebe Yurdu’nun altında kulübe tahsis edilmiş bürocuk olmuştu. Sürekli kulübe kurtuluş çaresi arayan âkil adamlar, ki feragatli ama parasız-pulsuz memurlardan ve eski futbolculardan oluşan bu gruba Koç Yurdu’ndaki lokalin alt katına verilen isme binaen “Denizaltıcılar” deniyordu, 1960’lar boyunca nüfuzundan medet umulan CHP’li hukukçu ve politikacıların ardından, 1966’da bir devrim yaptılar, -kendilerinin de tamama yakını CHP’li olmasına rağmen- AP’nin yükselen yıldızı İsmet Sezgin’i başkanlığa getirdiler. O da can-ı gönülden uğraştıysa da çare olmadı, Gençlerbirliği 1969/70 sezonu sonunda 2. Lige düştü. 2. Lige ilk düştüğü yıl kulübe nakliyatçı işadamı Mehmet Ali Tuzcoğlu el attı - neticesiz... Malûm, düşer düşmez çıkamayınca da bir daha zor çıkılır! “Güzide camia”, Gençlerbirliği zaten tabiat icabı varmış, onun için özel bir şey yapmak gerekmezmiş gibi düşünüyordu sanki. Ankara’da Gençlerli hakikaten çoktu ama bunların vaziyeti maça bile gelmeye müsait değildi: gerçi saygın ve nüfuzluydular, ama zengin değildiler, vazife ve kariyer peşindeydiler - ayrıca bürokrasideki Gençlerliler “kulübe menfaat ve iltimas temin etmeyi”, “Gençlerbirliği terbiyesine” yakıştıramıyorlardı. Gençlerbirliği düştüğü sezon Futbol Federasyonu başkanı olan ulu Gençlerli Hasan Polat, “abi, bir şeyyapamadın mı?” diye mızıldananlara, “ben Gençlerbirliği’ni düşüren kararı gözümü kırpmadan imzalarım, gece gidip evimde ‘evlâdım öldü!’ diye ağlarım” demişti. Gençlerbirliği böyle bir “şerefli sahipsizlik” içinde yıllarca sürünecekti. Galiba şu da oldu: Yeni zamanların sillesini yiyip düştükçe, bu mağrur Ankaralının burnunu sürtmek, futbol ortamının yeni yükselen güçleri için özel bir zevk oldu. 70’lerdeki kahredici sürünme yıllarında “Denizaltıcılar” Gençlerbirliği’ni kurtaracak başkan aramaktan telef oldular. Artık “camiadan” ya da camiayla ilişkili başkan prensibini de bir yana bırakıp, “para ve güç” arıyorlardı. Nakliyat devi Tuzcuoğlu, Odalar Birliği başkanı Sezai Dıblan, “yeğen” Yahya Demirel, sonradan yolsuzluktan yargılanan bakan Tuncay Mataracı gelip geçti bu yıllarda Gençlerbirliği’nden. 70’lerin efsane ismi, tamamen sahipsiz kalmışken kulübe sahip çıkan küçük müteahhit Hasan şengel’dir: ilk kez seçkinlerden, nüfuzlulardan ya da zenginlerden olmayan biri geliyordu kulübün başkanlığına ve o Hasan şengel seçkinlerde, nüfuzlularda, zenginlerde olmayan bir fedakârlıkla, “olmayan parasını vererek”, özel hayatını mahvederek, diller dökerek kırmızı-siyah bayrağı ayakta tuttu. Gençlerbirliği’nin atlattığı en büyük badire, 1977’de mahalli kümeye düşmesiydi. Altınordu’ların, Beyoğluspor’ların, Adalet’lerin yitip gittiği kör kuyuda kaybolmak demekti bu. “Camia”, işte bu noktada kıpırdadı. Futbol Federasyonu’nda -özellikle hukuk kurulunda- etkin olan Gençlerliler (başta “Sarı Kemal” ve Rahmi Mağat), gazeteci Rafet Genç ve başka kim varsa herkesin lobi gücünü devşirerek, statüyü değiştirttirtiler: 2.lig yeniden tanzim edildi, düşme kaldırıldı, falan filan, kurtarıldı Gençlerbirliği. Bu “ölümün gözüne bakma” ânından sonra, paralı ama asıl önemlisi hırslı ve becerikli bir başkanın, İlhan Cavcav’ın da “transfer edilmesiyle” yavaş yavaş toparlanacaktı.
Diğer ‘sivil’ takıma gelince... Bu iyicene ‘sivil’ bir camiaydı; Hacettepe, nâmına düşkün bir mahalleye dayanıyordu, bir ‘muhit’ takımıydı. Ankara için, 60’lardaki altın çağında bile memleket futbolunun kenar semtiydi dedik ya, Hacettepe kenar semtin de dış mahallesiydi. Yılankavi sokakları, şarapçıları, dumancıları, kalaycıları, halkacıları, lüpçüleri, tuttuğunu koparan azılı delikanlıları ve kabadayılarıyla, başkent Ankara’nın asri, düzgün Yenişehir’ine meydan okuyan bir yeraltı-şehirdi âdeta. Gecekonduların henüz yerden bittiği zamanlarda, sonradan gecekondulara atfedilen bütün şehir-dışılıkları, bütün düzensizlikleri, bütün musibeti kişiliğinde cisimleştiren, üstelik şehir kadar yerleşik, hatta belki Yenişehir’den daha yerleşik ve otantik bir dünyaydı. 60’larda tükenmeye başlayan futbolcu-yönetici-taraftar içiçeliği Hacettepe’de dimdik ayaktaydı. Takım mahallenin milli takımı gibiydi, taraftar kitlesi mahallelinin tamamıydı. Hacettepe taraftarı Astsubay Sinan Dıraz, Harp Okulu boru takımından toparladığı müzisyen askerleri önemli maçlara getirip tribünü şenlendirirdi. (Herhalde lâf atma davasından çıkıp şehir sath-ı mailine yayılan Harbiyeli-Hacettepeli kavgasından önce olmalı bu...) Maç sloganlarının henüz “yayaya şaşaşa”dan ileri gitmediği bu dönemde “onikinci adam” vasfı en bariz olan taraftar, Hacettepe’ninkiydi. Bu “onikinci adam” vecizesinin mecazi anlamından düz anlamına dökülmesi olmayacak iş değildi. Mesela: 1962 senesinde Bursa’da yapılan baraj maçlarında Hacettepe 1. Lige çıkabilmesi için 1 puanın yeterli olmasına rağmen Demirspor’a karşı son onbeş dakikaya girilirken 2-1 mağlup durumdaydı. Birdenbire tribünde arbede çıkınca (çıkarılınca) hakem Faruk Talu maçı durdurup takımları sahanın ortasına davet etti. Maç tekrar başladıktan bir-iki dakika sonra, solbekten solaçığa çıkan Yılmaz Susak beraberlik golünü atıp Hacettepe’yi kurtardı. Takımın eski kalecilerinden Orle İhsan, yakın çevresine ve meraklılara, takati kesilen takım toparlansın diye tribünde kasten kavga çıkarttıklarını anlatacaktı. Hacettepeliler hele kendi sahalarında rakiple ilgili bir tezahürat duymayı katiyyen istemezler, gerekirse ‘müdahale’ ederlerdi. Bir küçük sataşma bile, mahallenin şerefi adına topluca kavgaya girmek için yeterli vesileydi. (Biraz da “gönül hoş sohbet ister kahve bahane” meselesi...) Kavgacılık içe de dönebiliyordu pekâlâ. 60’lı yıllarda kendi adını taşıyan yeni hastane ile mali yakınlaşma içine giren takımın ligde kötü günler geçirmesi, camiayı “Doktorlar”a karşı bilemişti. Bir maç esnasında, kapalı tribünde, 75 kilo milli boksörü Yılmaz Durgun “ulan doktorlar takımı batırdınız!” diye söylenip duruyor ve kalp mütehassısı Dr. Mehmet Tekdoğan’ın sık sık arkaya dönüp “Yılmaz sus” demesinden de tınmıyordu. Yılmaz Durgun her kötü pasta, yenen her çalımda, her bacak arasında ağzına geleni sayıp abartınca, Doktor dayanamayıp arka sıralara fırlayarak racona uymayan milli boksörü iki seksen yere sermişti. Yine racon icabı, arkasından Yılmaz’ı arabasına attığı gibi hastaneye götürecek, pansumanını bizzat yaptıktan sonra maça geri getirecekti. Fark buradaydı işte: Ankaragücü taraftarı da kavgacıydı, ‘plebyen’di ama onlar daha ‘kozmopolit’, ‘başıbozuk’ bir kitleydi; Hacettepe’ninkiler ise organik bir topluluk, bir cemaatti ve kabadayılıklarının, bıçkınlıklarının raconu vardı.
Bu kendine mahsus camia, bu Hacettepe takımı, mahallesiyle birlikte battı. İhsan Doğramacı’nın hastane projesi, başkentin huzurunu kaçıran Hacettepe’yi tedip hatta tenkil harekâtına dönüştü. Tüm mahalle istimlâk edilip meskunlar ‘dağıtıldı’. Hacettepeliler doğup büyümedikleri, asla mahalleleri gibi sevemeyecekleri yerlere saçıldılar. Tacettin Camii ile Mehmet Akif’in İstiklâl Marşını yazdığı dergâh dışındaki bütün evler yıkıldı. Kulübü Türkiye’nin Arselali yapacağını söyleyen Doğramacı’nınHacettepe Hastanesi, mahallenin enkazının üzerinde yükseldi. Hacettepe’nin son maçta Şekerspor’a karşı averajla kaybederek 2. Lige düştüğü 1968, istimlâkin yoğunlaştığı bir seneydi. Muhiti telef edilince Hacettepe’nin de can damarları tıkanmıştı. Daha beterini ilerde 80’li/90’lı yıllara gelince göreceğiz.
Futbolun zaten bütün ülkede henüz “endüstri” haline gelmediği bu dönemde, Ankara profesyonel kurumlaşmanın anaokulu seviyesindeydi. Takımları çalıştıracak “hoca” sayısı bile mahduttu. Asker kökenli Sabahattin Erman, Hüseyin Burhan, hakemlik de yapan Yoğurtçu Mehmet, milli atlet Cahit Önel, milli takım hocalığı da yapan Sabri Kiraz ve arada sırada yolu düşen birkaç yabancı hoca dışında pek fazla seçenek yoktu. Gençlerbirliği’ni uzun yıllar Hasan Polat ve Orhan şeref antrene etmişlerdi. Antrenman denilen, biri koşu biri şut-maç çalışması olmak üzere haftada iki gündü. Hiçbir takımın kendine ait tesisi yoktu. 19 Mayıs dış sahaları, Hipodrom ve çeşitli çayırlıklardan yararlanıyorlardı. Milli Ligin yurt sathına yayıldığı 60’ların ikinci yarısından önce takımların gelir kaynaklarından biri, Anadolu’dan gelen maç teklifleriydi. Samsun, Trabzon, Adana demeyip takım üç kuruş paraya dolaştırılırdı. Çoğu zaman otobüs bile olmadan altı-yedi `taksilik’ konvoyla seyahat edilirdi. Takımlara az buçuk gelir sağlayan bir başka kaynak, düzenlenen “gece”lerdi. Genellikle Büyük Sinema’da Hamiyet Yüceses, Semahat Ergökmen, Zehra Bilir, üstad Kemani Necati Tokyay ve Naci Tektel’in sahne aldığı programlara sembol olmuş futbolcular da katılıyor ve epey para toplanıyordu. 1950-70 döneminde malzeme temini bile sorunluydu. Takımların formaları kulüplere yakın kişilere, Kamspor, Floryaspor gibi firmalara diktiriliyor, ayakkabılar Ali Karaduman gibi sayılı meslek erbabına sipariş ediliyordu. Galibiyet primi ancak önemli maçlarda ödenirdi. Olağan prim uygulaması, maç sonrası takımı topluca yemeğe götürmekti. Bu müstesna kutlamalar için tercih edilen mekânlar Karadeniz Lokantası, Çiçek Lokantası, Karpiç, Anadolu Kulübü idi. Takımlar deplasmana gittiğinde ise genellikle devlet müesseselerinin tesislerinde kalırlardı. 1957’de Sümerbank’la yakınlaştığında Hacettepe de bu avantajdan yararlandı. Yoksa tanıdık vasıtasıyla bulunmuş ucuz otellere `iniliyordu’. İstanbul takımları ise Ankara’ya geldiklerinde önceleri bugün yıkılmış bulunan Belvü Palas’ta, Turist Otel’de, daha sonraları ise Stad Oteli’nde, yani en mutena yerlerde kalıyorlardı.
Bir de Avni Bulduk müessesesi vardı (daha doğrusu, Angaralıların fiili çekimiyle söylersek: varmıştı). Otelci Avni Bulduk’un Güneşspor’u, Milli Lige çıkamasa da özellikle yetiştirdiği genç futbolcularla son derece önemliydi. 70’lerde bir süre Gençlerbirliği’nde de yöneticilik yapan Avni Bulduk, genç futbolcuları tarıyor, onlarla bizzat tek tek ilgileniyor, Ankara’nın Milli Ligdeki takımlarına geçirtip “adam ettikten” sonra iyi paralara İstanbul’a satıyordu. 50’li yılların ikinci yarısından 60’ların sonlarına kadar şehrin kalburüstü bütün oyuncuları Avni Bulduk tezgâhından geçmişlerdi. 60’larda Bulduk’un `mallarını’ sergilediği en iyi vitrin PTT’ydi. 70’lerde, göreceğimiz gibi Ankara’yı tekbaşına temsil eden Ankaragücü bu işlevi devraldı. Muzaffer Sipahi, Ziya şengül, Yavuz şimşek, Yaşar Mumcu, Altın Çocuk şükrü Birant, Tuncay Temeller, Zafer Göncüler, Selçuk Yalçıntaş İstanbul’a, prensip olarak da Fenerbahçe’ye giden Ankaralı yıldızlardan en bilinenler. Demirsporlu Muzaffer Sipahi Galatasaray’ın -şaka değil sahiden- lord endamlı bir kaptanı olacaktır. PTT’li Yaşar Mumcu Fenerbahçe’ye geçerken 200 bin lira gibi bir parayla zamanının en büyük transferini yapmıştı. İstanbul’a gidenlerden Ankara’ya dönen de pek olmadı. 50’lerin başında Hacettepe’den Galatasaray’a giden Tayyar-Cici Necdet-Sedat üçlüsünün birkaç yıl sonra `mahallenin’ takımına dönmesi hoş bir istisnaydı sadece. Ankara’ya göçen İstanbullu topçu ise yok denecek kadar azdı. Bir istisna: Galatasaray Genç Takımından Ankara’ya transfer olup şekerspor ve PTT’de kalecilik yapan Metin Türel. Türel daha sonra memleketin en kıdemli futbol hocalarından oldu - 70’lerden beri takım çalıştırıyor, bu arada 1995-96 yıllarında Gençlerbirliği’nin 90’lardaki “rüya takım”ına da coach’luk etti.
Ankara takımlarının 50’li yıllarda sağlam durup 60’larda gevşemeye başlayan töresi, oyuncuların çoğunluğunun Ankaralı olmasıydı. Takım kaptanı kesinlikle Ankaralılardan seçilir, yöneticiler zor zamanlarda fedakârlık istemek için Ankaralı topçularla özel surette konuşurlardı. Ankaralı futbolcu, ancak para ve “imkânlar” çok iyi olduğunda takımını terkederdi. “Takım ruhu” ayaktaydı. şövalyelik ruhu ayaktaydı. Delikanlı ruhu ayaktaydı. Her türlü “ruh” ayaktaydı. Ankaragücü’nde oynayan Hacettepeli Nevzat Koca’nın mahallesinin takımına karşı elde edilen galibiyetin elli liralık primini koklayarak “Hacettepe kokuyor” diye kahvede kurulup oturması karşısında, mahalleli futbolculardan İmam Abdullah ile Kaptan Sami gıklarını çıkarmadan köşelerinde ağlamışlardı. Aynı Sami, hocası Sabri Kiraz’la anlaşamayarak takımdan ayrılınca, Hacettepe’ye karşı oynamamak ama Ankara’dan da kopmamak için ikinci ligdeki Petrolofisi’ne gidecekti. O vakitler milli takıma oyuncu vermenin romantik anlamı büyüktü; Ankara’nın futboldaki cakası, A milli takıma seçilen Ankaralı oyunculardı bir de: Gençlerbirliği’nden Zeynel Soyuer (“Rüzgârın Oğlu Zeynel” - 1961’de), Abdullah Çevrim (1962), Burhan Tozer (1969), şekerhilâl’den Cahit Dikici (1961), Ankaragücü’nden Coşkun Ferman (1965), Ertan Adatepe (1962), Demirspor’dan Muzaffer Sipahi (1962), Hacettepe’den Onursal Uraz (1964), PTT’den Yaşar Mumcu (1965)...
[Tanıl Bora ile birlikte Kebikeç dergisine (2000/9) yazdığımız aynı başlıklı yazıdan bir bölüm]
Ne var ki Ankara takımları, 1. Ligde hayli kalabalık bir nüfusla ikamet ettikleri 60’lı yıllarda, memleket futbolunun kenar semti olmaktan ileri gidememişler. Varabildikleri en yüksek mertebe, İstanbul’un üç büyük kulübüne, yani Türkiye’nin teşekkül etmekte olan futbol oligarşisine ara sıra kafa tutabilmek olmuş. Kaldı ki, bu şeref de Ankara’dan çok İzmir futboluna ait. 60’ların ikinci yarısından 70’lerin ilk yıllarına uzanan kesitte ligde “kafaya oynama” inadını cengâverce sürdüren Göztepe’nin oluşturduğu istikrarlı tehdidin emsalini ne Gençlerbirliği ne Ankaragücü yaratabilmişler. Üstelik Göztepe’nin, “Avrupa Avrupa duy sesimizi” histerisinin yaşanmadığı bu dönemde Fuar şehirleri Kupası’nda (şimdiki UEFA Kupası oluyor) yarı finale kadar çıkmışlığı var. Ankara ise Avrupa takımlarının olsa olsa dostluk maçı falan için uğradığı, İstanbul takımlarının efsane mertebesinde olduğu bir futbol sapası - kenar semt işte... İstanbullularla ve İzmirlilerle başedebilecek Ankaralılar diye Ankaragücü ve Gençlerbirliği’ni andık, çünkü 60’lardaki Ankaralı kalabalığının başını çekenler bu ikisi. Bu onyılda Ankara futbolunun önderi yine Gençlerbirliği. 1960/61 Sezonunda Gençlerbirliği 5., 61/62, 62/63 ve 66/67’de 6. olmuş, 1965/66 sezonunda 3. olarak Ankara futbolunun 1. Lig tarihindeki en iyi derecesini elde ettiği gibi, İstanbul oligarşisinin ilk üçteki saltanatını ilk kez kırma şerefini de kazanmış. 1963-65 dönemiyse Ankaragücü’nün parlak zamanı. Ankaragücü 1963/64’de 4., 1964/65’de 6.. PTT de, ki 60’ların futbolseverleri arasında adı “Postane”ydi, 7. sırada bitirdiği 1966/67 ve 1967/68 sezonlarında bayağı belâlı ve fiyakalı bir takımmış. Ankaralıların bir de övünecek gol kralları var bu dönemden kalan: Ankara Demirsporlu (ki ona da kısaca Demirspor denirmiş) Fikri Elma ve Ankaragücülü Ertan Adatepe. (Ertan Adatepe sonradan PTT’de de oynamış.) (1961/62 Sezonunun gol kralı Fikri Elma, 1996’nın Kasım’ında gol kısırlığından muzdarip olan Gençlerbirliği’nin Başkanı İlhan Cavcav’a başvurarak, bir ay hazırlanmasına izin verilirse her maçta gol atacağını taahhhüt edecekti! Gençlerbirliği’nin mükemmel tesislerinin kurulmasında büyük emeği olan Fikri Elma’yı 1999’un Kasım ayında kaybettik.) Altın çağın nasıl biteceği, daha o zaman belli. 60’lı yıllarda Ankara takımlarının hemen hepsi “asansör” - yani bir sene 2. Lige düşüp ertesi sene geri dönüyor, sonra yine düşüyorlar. Gün geldi, ki o “gün” 70’lerin başıydı, çıkamaz oldular, 1. Lige dönemediler. Ankaragücü ve Gençlerbirliği bile bu kaderi paylaştılar. Ankaragücü 1967/68’de düştü, ertesi yıl hemen çıktı - o esas asansörlük dönemini 70’lerin ikinci yarısında yaşayacaktı. Gençlerbirliği o parlak zamanlarının peşinden 1969/70’de bir düşüş düştü, tam 12 yıl geri gelemedi. PTT 1970/71’de düştü, ertesi yıl çıktı, 1972/73’de nihai olarak düştü. şekerhilâl/şekerspor 1962/63’de düştü, ertesi yıl çıktı, 1965/66’da yine düştü, 1971/72’de çıktı, 72/73’de nihâi olarak düştü. Ankara Demirspor asansörlük bile yapamadan 1970/71’de düşüp gitti. Hacettepe 1959/60’da 2. Lige düştü, 62/63’de yine çıktı, 1967/68’de geri gelmemek üzere düştü. 2. Lig demişken... O devri bilenler, 2. Ligde vasat bir kariyer yaptıktan sonra feci bir düşüşle düşen bir Ankara takımını hatırlıyorlar: Altındağ. Anlatılanlara bakılırsa, 2. Ligden düşmesi haftalar önce kesinleşen Altındağ’ın son deplasmana çıkacak parası bile yokmuş da, gol averajına ihtiyacı olan rakipleri otobüs tutup harçlık verip bunları ayağına getirtmiş. Yazıya başlarken dedik ya, ne kadarı efsane bilinmez, ama Ankara futbolunun mâkus talihi açısından simgesel bir efsane...
Ankara takımları 1. Ligde niye tutunamadılar? Çünkü 60’ların sonlarında artık Türkiye futbolunda piyasa ilişkilerinin ve kitle kültürünün nüfuzu artmış, futbol işletmeciliğinin çapı büyümeye başlamıştı. Gittikçe daha çok para, para için zengin yönetici, zengin yöneticiyi cezbetmek için de iyi seyirci potansiyeli ve popülerlik vaadeden bir “camia” lâzımdı. Ankara takımlarının ise çoğu kamu müesseselerinin `bağlı kuruluşları’ gibiydi. şekerspor bir iktisadi devlet teşekkülü olan şeker şirketi’nin, Ankara Demirspor Demiryolları’nın, PTT adı üstünde Posta-Telefon-Telgraf İdaresinindi. Sarı-siyahlı PTT 1953’de Telspor adıyla kurulmuş, devrisi yıl PTT adını almıştı. Yeşil-beyazlı Şekerspor 1947’de kurulduktan sonra 1958’de Hilâl Gençlik ile birleşerek Şekerhilâl adını almış, 1962’de Şekerspor adına dönmüştü. Bu müesseselerin ne futbola yatıracak fazla paraları, ne çetrefilleşen futbol kulüpçülüğüne uyarlanabilecek `hinlikte’ yönetim yapıları, ne de onları motive edecek taraftar ve camiaları vardı. Takıma ayrılacak kaynak, müessesenin başındaki yöneticinin futbola olan alâkasına bağlıydı. Ve futbol, müessese ve yönetici için bugünlerde olduğu kadar büyük bir reklam aracı değildi - zaten “reklam” da o kadar lâzım bir şey değildi. Bu takımların tek avantajları futbolcuları müesseseye işçi ya da memur olarak kaydedip ayrıca maaşa bağlamalarıydı. Müesseselerin en sırtı sağlamı M.K.E. idi. Çalışanlarının maaşından kesilen paylarla Kurum, Ankaragücü’nün ayakta kalmasının teminatı oldu. Bir rivayete göre bu bereketli kaynaktan, M.K.E. Tekaüt Sandığında görevli Hacettepe Başkanlarından Abdullah Özgörür’ün sayesinde mor-beyazlı kulübe bile “gizlice” para damlamıştı bir ara! şehrin `sivil’ takımları ise Fuat Hızal, Hafi Araç, Mustafa Deliveli, Aydın Saraçoğlu, Hasan Polat, Abdullah Özgörür, İsmet Sezgin gibi az sayıda işadamı, bürokrat ve politikacının himmetine bakıyordu. Zamanla profesyonellik dozu gittikçe artan futbol piyasasına ayak uydurabilen kalburüstü yönetici kliğinin bile büyük kısmı aynı zamanda İstanbul’un üç büyük kulübünden birisine üye olacaktı. Zaruret halinde işe yarayacak bir “Amerikan pasaportu” gibi... “Kendi” takımı bir yana, “büyükler” bir yana... Düşünün, bugün ülkenin en hin futbol idarecilerinden biri olarak bilinen, Gençlerbirliği’nin “ezeli ve ebedi” başkanı İlhan Cavcav, aynı zamanda Galatasaray Kongre üyesidir. Ankara’da göçmen sayısının bolluğu yüzünden hemşehricilik de zayıftı. Ankara takımları, ardarda kurulan Anadolu kulüplerinin (adını ilk Kurthan Fişek’in koyduğu) şehir şovenizmiyle yarattıkları cerbeze karşısında, tıpkı Halk Fırkası’nın orta halli elit-altı kesiminin DP/AP dalgası karşısındaki hali gibi, şaşkın ve öksüz kaldılar. Bir tek Ankaragücü kendini kurtarabildi. Herhalde Ankara’nın en eski futbol kulübü olması, M.K.E.’nin desteği, ve nispi başarılarının üzerine bir “taraftar kültürü” bina etmeyi başarması sayesinde yakaladığı havayla aradan sıyrıldı. 19 Mayıs Stadındaki, takım galip gelirse bedava turşu dağıtan, yenilgi halinde milletin kızdırmasına dayanamayıp turşu kavanozunu tribün balkonunda aşağı boşaltan turşucu gibi karakter oyuncularıyla popüler bir hava yaratmıştı Ankaragücü... Bugün “Gecekondu” olarak namlanan, tutkulu, “aç”, bıçkın ve mutsuz kenar mahalle taraftarlarına tekabül eden, 1950-70 döneminin “pazarcılar”ı külliyen Ankaragücü taraftarıydı. Çoğu Ankara dışından gelmişti ve Ankaralı sayılma arzularının nişanesi olarak şehrin adını taşıyan takımı tutuyorlardı. Pazarcıların Ankaragücülülüğü, eski Ankara’nın Ulus’taki esnaf muhitinde, özellikle de Hal’de hâlâ süregelen bir gelenektir.
Kalıyordu geriye müessesesiz, müstakil iki takım: Gençlerbirliği ve Hacettepe. Bu iki ‘sivil’ takımdan Gençlerbirliği’nin, 60’lı yıllarda Ankara futbolunun öncü güçü olmasına rağmen, sendelediği anda uzun süre toparlanamamak üzere düşmekten kurtulamaması ilginç. Gençlerbirliği, futbolun mahalli olmaktan çıkıp “milli” hale gelmeye başladığı bu ‘klasik-sonrası’ dönemde, galiba biraz snobluğunun kurbanı oldu. Nevzuhur Ankara’nın bütün memlekete tepeden bakan edasını tevarüs etmiş gibiydi kulüp. Düşünün, memleketin futbol işlerini idare eden kalemiyenin bellibaşlı simaları, ekseriya Gençlerbirliği kökenliydi: Orhan şeref Apak, Hasan Polat, daha sonraları Halim Çorbalı... Kulüp, 60’larda “güç ve paranın el değiştirmesine” ayak uyduramadı. Para ve taraftar olmayınca, ‘güzide camia’ kimliğinin, düşkün asılzade tesellisinden ibaret kalacağına uyanamadı galiba. Üstelik güzide camia da ‘kuru kuruya’ bir güzide camiaydı: Ne bir müesesse, ne iri işadamları, ne de şöyle iç dayanışması kuvvetli bir grup. Angaralı “mülti-zengin” Vehbi Koç güya Gençlerbirliği taraftarıydı; ama o da meşhur kişiliğiyle bedava hamiliği tercih ediyordu. Koç’un kulübe bilinen tek hayrı, Maltepe’deki Koç Talebe Yurdu’nun altında kulübe tahsis edilmiş bürocuk olmuştu. Sürekli kulübe kurtuluş çaresi arayan âkil adamlar, ki feragatli ama parasız-pulsuz memurlardan ve eski futbolculardan oluşan bu gruba Koç Yurdu’ndaki lokalin alt katına verilen isme binaen “Denizaltıcılar” deniyordu, 1960’lar boyunca nüfuzundan medet umulan CHP’li hukukçu ve politikacıların ardından, 1966’da bir devrim yaptılar, -kendilerinin de tamama yakını CHP’li olmasına rağmen- AP’nin yükselen yıldızı İsmet Sezgin’i başkanlığa getirdiler. O da can-ı gönülden uğraştıysa da çare olmadı, Gençlerbirliği 1969/70 sezonu sonunda 2. Lige düştü. 2. Lige ilk düştüğü yıl kulübe nakliyatçı işadamı Mehmet Ali Tuzcoğlu el attı - neticesiz... Malûm, düşer düşmez çıkamayınca da bir daha zor çıkılır! “Güzide camia”, Gençlerbirliği zaten tabiat icabı varmış, onun için özel bir şey yapmak gerekmezmiş gibi düşünüyordu sanki. Ankara’da Gençlerli hakikaten çoktu ama bunların vaziyeti maça bile gelmeye müsait değildi: gerçi saygın ve nüfuzluydular, ama zengin değildiler, vazife ve kariyer peşindeydiler - ayrıca bürokrasideki Gençlerliler “kulübe menfaat ve iltimas temin etmeyi”, “Gençlerbirliği terbiyesine” yakıştıramıyorlardı. Gençlerbirliği düştüğü sezon Futbol Federasyonu başkanı olan ulu Gençlerli Hasan Polat, “abi, bir şeyyapamadın mı?” diye mızıldananlara, “ben Gençlerbirliği’ni düşüren kararı gözümü kırpmadan imzalarım, gece gidip evimde ‘evlâdım öldü!’ diye ağlarım” demişti. Gençlerbirliği böyle bir “şerefli sahipsizlik” içinde yıllarca sürünecekti. Galiba şu da oldu: Yeni zamanların sillesini yiyip düştükçe, bu mağrur Ankaralının burnunu sürtmek, futbol ortamının yeni yükselen güçleri için özel bir zevk oldu. 70’lerdeki kahredici sürünme yıllarında “Denizaltıcılar” Gençlerbirliği’ni kurtaracak başkan aramaktan telef oldular. Artık “camiadan” ya da camiayla ilişkili başkan prensibini de bir yana bırakıp, “para ve güç” arıyorlardı. Nakliyat devi Tuzcuoğlu, Odalar Birliği başkanı Sezai Dıblan, “yeğen” Yahya Demirel, sonradan yolsuzluktan yargılanan bakan Tuncay Mataracı gelip geçti bu yıllarda Gençlerbirliği’nden. 70’lerin efsane ismi, tamamen sahipsiz kalmışken kulübe sahip çıkan küçük müteahhit Hasan şengel’dir: ilk kez seçkinlerden, nüfuzlulardan ya da zenginlerden olmayan biri geliyordu kulübün başkanlığına ve o Hasan şengel seçkinlerde, nüfuzlularda, zenginlerde olmayan bir fedakârlıkla, “olmayan parasını vererek”, özel hayatını mahvederek, diller dökerek kırmızı-siyah bayrağı ayakta tuttu. Gençlerbirliği’nin atlattığı en büyük badire, 1977’de mahalli kümeye düşmesiydi. Altınordu’ların, Beyoğluspor’ların, Adalet’lerin yitip gittiği kör kuyuda kaybolmak demekti bu. “Camia”, işte bu noktada kıpırdadı. Futbol Federasyonu’nda -özellikle hukuk kurulunda- etkin olan Gençlerliler (başta “Sarı Kemal” ve Rahmi Mağat), gazeteci Rafet Genç ve başka kim varsa herkesin lobi gücünü devşirerek, statüyü değiştirttirtiler: 2.lig yeniden tanzim edildi, düşme kaldırıldı, falan filan, kurtarıldı Gençlerbirliği. Bu “ölümün gözüne bakma” ânından sonra, paralı ama asıl önemlisi hırslı ve becerikli bir başkanın, İlhan Cavcav’ın da “transfer edilmesiyle” yavaş yavaş toparlanacaktı.
Diğer ‘sivil’ takıma gelince... Bu iyicene ‘sivil’ bir camiaydı; Hacettepe, nâmına düşkün bir mahalleye dayanıyordu, bir ‘muhit’ takımıydı. Ankara için, 60’lardaki altın çağında bile memleket futbolunun kenar semtiydi dedik ya, Hacettepe kenar semtin de dış mahallesiydi. Yılankavi sokakları, şarapçıları, dumancıları, kalaycıları, halkacıları, lüpçüleri, tuttuğunu koparan azılı delikanlıları ve kabadayılarıyla, başkent Ankara’nın asri, düzgün Yenişehir’ine meydan okuyan bir yeraltı-şehirdi âdeta. Gecekonduların henüz yerden bittiği zamanlarda, sonradan gecekondulara atfedilen bütün şehir-dışılıkları, bütün düzensizlikleri, bütün musibeti kişiliğinde cisimleştiren, üstelik şehir kadar yerleşik, hatta belki Yenişehir’den daha yerleşik ve otantik bir dünyaydı. 60’larda tükenmeye başlayan futbolcu-yönetici-taraftar içiçeliği Hacettepe’de dimdik ayaktaydı. Takım mahallenin milli takımı gibiydi, taraftar kitlesi mahallelinin tamamıydı. Hacettepe taraftarı Astsubay Sinan Dıraz, Harp Okulu boru takımından toparladığı müzisyen askerleri önemli maçlara getirip tribünü şenlendirirdi. (Herhalde lâf atma davasından çıkıp şehir sath-ı mailine yayılan Harbiyeli-Hacettepeli kavgasından önce olmalı bu...) Maç sloganlarının henüz “yayaya şaşaşa”dan ileri gitmediği bu dönemde “onikinci adam” vasfı en bariz olan taraftar, Hacettepe’ninkiydi. Bu “onikinci adam” vecizesinin mecazi anlamından düz anlamına dökülmesi olmayacak iş değildi. Mesela: 1962 senesinde Bursa’da yapılan baraj maçlarında Hacettepe 1. Lige çıkabilmesi için 1 puanın yeterli olmasına rağmen Demirspor’a karşı son onbeş dakikaya girilirken 2-1 mağlup durumdaydı. Birdenbire tribünde arbede çıkınca (çıkarılınca) hakem Faruk Talu maçı durdurup takımları sahanın ortasına davet etti. Maç tekrar başladıktan bir-iki dakika sonra, solbekten solaçığa çıkan Yılmaz Susak beraberlik golünü atıp Hacettepe’yi kurtardı. Takımın eski kalecilerinden Orle İhsan, yakın çevresine ve meraklılara, takati kesilen takım toparlansın diye tribünde kasten kavga çıkarttıklarını anlatacaktı. Hacettepeliler hele kendi sahalarında rakiple ilgili bir tezahürat duymayı katiyyen istemezler, gerekirse ‘müdahale’ ederlerdi. Bir küçük sataşma bile, mahallenin şerefi adına topluca kavgaya girmek için yeterli vesileydi. (Biraz da “gönül hoş sohbet ister kahve bahane” meselesi...) Kavgacılık içe de dönebiliyordu pekâlâ. 60’lı yıllarda kendi adını taşıyan yeni hastane ile mali yakınlaşma içine giren takımın ligde kötü günler geçirmesi, camiayı “Doktorlar”a karşı bilemişti. Bir maç esnasında, kapalı tribünde, 75 kilo milli boksörü Yılmaz Durgun “ulan doktorlar takımı batırdınız!” diye söylenip duruyor ve kalp mütehassısı Dr. Mehmet Tekdoğan’ın sık sık arkaya dönüp “Yılmaz sus” demesinden de tınmıyordu. Yılmaz Durgun her kötü pasta, yenen her çalımda, her bacak arasında ağzına geleni sayıp abartınca, Doktor dayanamayıp arka sıralara fırlayarak racona uymayan milli boksörü iki seksen yere sermişti. Yine racon icabı, arkasından Yılmaz’ı arabasına attığı gibi hastaneye götürecek, pansumanını bizzat yaptıktan sonra maça geri getirecekti. Fark buradaydı işte: Ankaragücü taraftarı da kavgacıydı, ‘plebyen’di ama onlar daha ‘kozmopolit’, ‘başıbozuk’ bir kitleydi; Hacettepe’ninkiler ise organik bir topluluk, bir cemaatti ve kabadayılıklarının, bıçkınlıklarının raconu vardı.
Bu kendine mahsus camia, bu Hacettepe takımı, mahallesiyle birlikte battı. İhsan Doğramacı’nın hastane projesi, başkentin huzurunu kaçıran Hacettepe’yi tedip hatta tenkil harekâtına dönüştü. Tüm mahalle istimlâk edilip meskunlar ‘dağıtıldı’. Hacettepeliler doğup büyümedikleri, asla mahalleleri gibi sevemeyecekleri yerlere saçıldılar. Tacettin Camii ile Mehmet Akif’in İstiklâl Marşını yazdığı dergâh dışındaki bütün evler yıkıldı. Kulübü Türkiye’nin Arselali yapacağını söyleyen Doğramacı’nınHacettepe Hastanesi, mahallenin enkazının üzerinde yükseldi. Hacettepe’nin son maçta Şekerspor’a karşı averajla kaybederek 2. Lige düştüğü 1968, istimlâkin yoğunlaştığı bir seneydi. Muhiti telef edilince Hacettepe’nin de can damarları tıkanmıştı. Daha beterini ilerde 80’li/90’lı yıllara gelince göreceğiz.
Futbolun zaten bütün ülkede henüz “endüstri” haline gelmediği bu dönemde, Ankara profesyonel kurumlaşmanın anaokulu seviyesindeydi. Takımları çalıştıracak “hoca” sayısı bile mahduttu. Asker kökenli Sabahattin Erman, Hüseyin Burhan, hakemlik de yapan Yoğurtçu Mehmet, milli atlet Cahit Önel, milli takım hocalığı da yapan Sabri Kiraz ve arada sırada yolu düşen birkaç yabancı hoca dışında pek fazla seçenek yoktu. Gençlerbirliği’ni uzun yıllar Hasan Polat ve Orhan şeref antrene etmişlerdi. Antrenman denilen, biri koşu biri şut-maç çalışması olmak üzere haftada iki gündü. Hiçbir takımın kendine ait tesisi yoktu. 19 Mayıs dış sahaları, Hipodrom ve çeşitli çayırlıklardan yararlanıyorlardı. Milli Ligin yurt sathına yayıldığı 60’ların ikinci yarısından önce takımların gelir kaynaklarından biri, Anadolu’dan gelen maç teklifleriydi. Samsun, Trabzon, Adana demeyip takım üç kuruş paraya dolaştırılırdı. Çoğu zaman otobüs bile olmadan altı-yedi `taksilik’ konvoyla seyahat edilirdi. Takımlara az buçuk gelir sağlayan bir başka kaynak, düzenlenen “gece”lerdi. Genellikle Büyük Sinema’da Hamiyet Yüceses, Semahat Ergökmen, Zehra Bilir, üstad Kemani Necati Tokyay ve Naci Tektel’in sahne aldığı programlara sembol olmuş futbolcular da katılıyor ve epey para toplanıyordu. 1950-70 döneminde malzeme temini bile sorunluydu. Takımların formaları kulüplere yakın kişilere, Kamspor, Floryaspor gibi firmalara diktiriliyor, ayakkabılar Ali Karaduman gibi sayılı meslek erbabına sipariş ediliyordu. Galibiyet primi ancak önemli maçlarda ödenirdi. Olağan prim uygulaması, maç sonrası takımı topluca yemeğe götürmekti. Bu müstesna kutlamalar için tercih edilen mekânlar Karadeniz Lokantası, Çiçek Lokantası, Karpiç, Anadolu Kulübü idi. Takımlar deplasmana gittiğinde ise genellikle devlet müesseselerinin tesislerinde kalırlardı. 1957’de Sümerbank’la yakınlaştığında Hacettepe de bu avantajdan yararlandı. Yoksa tanıdık vasıtasıyla bulunmuş ucuz otellere `iniliyordu’. İstanbul takımları ise Ankara’ya geldiklerinde önceleri bugün yıkılmış bulunan Belvü Palas’ta, Turist Otel’de, daha sonraları ise Stad Oteli’nde, yani en mutena yerlerde kalıyorlardı.
Bir de Avni Bulduk müessesesi vardı (daha doğrusu, Angaralıların fiili çekimiyle söylersek: varmıştı). Otelci Avni Bulduk’un Güneşspor’u, Milli Lige çıkamasa da özellikle yetiştirdiği genç futbolcularla son derece önemliydi. 70’lerde bir süre Gençlerbirliği’nde de yöneticilik yapan Avni Bulduk, genç futbolcuları tarıyor, onlarla bizzat tek tek ilgileniyor, Ankara’nın Milli Ligdeki takımlarına geçirtip “adam ettikten” sonra iyi paralara İstanbul’a satıyordu. 50’li yılların ikinci yarısından 60’ların sonlarına kadar şehrin kalburüstü bütün oyuncuları Avni Bulduk tezgâhından geçmişlerdi. 60’larda Bulduk’un `mallarını’ sergilediği en iyi vitrin PTT’ydi. 70’lerde, göreceğimiz gibi Ankara’yı tekbaşına temsil eden Ankaragücü bu işlevi devraldı. Muzaffer Sipahi, Ziya şengül, Yavuz şimşek, Yaşar Mumcu, Altın Çocuk şükrü Birant, Tuncay Temeller, Zafer Göncüler, Selçuk Yalçıntaş İstanbul’a, prensip olarak da Fenerbahçe’ye giden Ankaralı yıldızlardan en bilinenler. Demirsporlu Muzaffer Sipahi Galatasaray’ın -şaka değil sahiden- lord endamlı bir kaptanı olacaktır. PTT’li Yaşar Mumcu Fenerbahçe’ye geçerken 200 bin lira gibi bir parayla zamanının en büyük transferini yapmıştı. İstanbul’a gidenlerden Ankara’ya dönen de pek olmadı. 50’lerin başında Hacettepe’den Galatasaray’a giden Tayyar-Cici Necdet-Sedat üçlüsünün birkaç yıl sonra `mahallenin’ takımına dönmesi hoş bir istisnaydı sadece. Ankara’ya göçen İstanbullu topçu ise yok denecek kadar azdı. Bir istisna: Galatasaray Genç Takımından Ankara’ya transfer olup şekerspor ve PTT’de kalecilik yapan Metin Türel. Türel daha sonra memleketin en kıdemli futbol hocalarından oldu - 70’lerden beri takım çalıştırıyor, bu arada 1995-96 yıllarında Gençlerbirliği’nin 90’lardaki “rüya takım”ına da coach’luk etti.
Ankara takımlarının 50’li yıllarda sağlam durup 60’larda gevşemeye başlayan töresi, oyuncuların çoğunluğunun Ankaralı olmasıydı. Takım kaptanı kesinlikle Ankaralılardan seçilir, yöneticiler zor zamanlarda fedakârlık istemek için Ankaralı topçularla özel surette konuşurlardı. Ankaralı futbolcu, ancak para ve “imkânlar” çok iyi olduğunda takımını terkederdi. “Takım ruhu” ayaktaydı. şövalyelik ruhu ayaktaydı. Delikanlı ruhu ayaktaydı. Her türlü “ruh” ayaktaydı. Ankaragücü’nde oynayan Hacettepeli Nevzat Koca’nın mahallesinin takımına karşı elde edilen galibiyetin elli liralık primini koklayarak “Hacettepe kokuyor” diye kahvede kurulup oturması karşısında, mahalleli futbolculardan İmam Abdullah ile Kaptan Sami gıklarını çıkarmadan köşelerinde ağlamışlardı. Aynı Sami, hocası Sabri Kiraz’la anlaşamayarak takımdan ayrılınca, Hacettepe’ye karşı oynamamak ama Ankara’dan da kopmamak için ikinci ligdeki Petrolofisi’ne gidecekti. O vakitler milli takıma oyuncu vermenin romantik anlamı büyüktü; Ankara’nın futboldaki cakası, A milli takıma seçilen Ankaralı oyunculardı bir de: Gençlerbirliği’nden Zeynel Soyuer (“Rüzgârın Oğlu Zeynel” - 1961’de), Abdullah Çevrim (1962), Burhan Tozer (1969), şekerhilâl’den Cahit Dikici (1961), Ankaragücü’nden Coşkun Ferman (1965), Ertan Adatepe (1962), Demirspor’dan Muzaffer Sipahi (1962), Hacettepe’den Onursal Uraz (1964), PTT’den Yaşar Mumcu (1965)...
[Tanıl Bora ile birlikte Kebikeç dergisine (2000/9) yazdığımız aynı başlıklı yazıdan bir bölüm]
Perşembe, Haziran 29, 2006
Dört Psikolojik Etki
Aziz Nesin'in Altmışlı yılların sonunda yazdığı bir gazete yazısında rastlamıştım. Bunu muhtemelen kitaplarına almıştır, ama ben rastlamadım. Nesin, Nazım Hikmet'in etkileyen dört psikolojik unsurdan söz ediyor. Sıraladığı unsurlara bakarken ister istemez ne kadar kendini anlatıyor diye düşünüyorsunuz.
Aziz Nesin'e göre Nâzım Hikmet'in hayatını etkileyen- belirleyen "dört psikolojik duygu" kısaca şunlar:
1 - Sonsuz fedakârlık duygusu, başkaları uğruna kendini yok etme isteği.
2- Bir bayrak olma, bayrak insan olma tutkusu.
3- Sürekli olarak baş kaldırma, geriliğe ve tutuculuğa isyan ve eski kuralları yıkma duygusu.
4 - Yalnız kalamayışı, yalnız kalma korkusu.
[Portre Avni Arbaş'ın çizimi]
Aziz Nesin'e göre Nâzım Hikmet'in hayatını etkileyen- belirleyen "dört psikolojik duygu" kısaca şunlar:
1 - Sonsuz fedakârlık duygusu, başkaları uğruna kendini yok etme isteği.
2- Bir bayrak olma, bayrak insan olma tutkusu.
3- Sürekli olarak baş kaldırma, geriliğe ve tutuculuğa isyan ve eski kuralları yıkma duygusu.
4 - Yalnız kalamayışı, yalnız kalma korkusu.
[Portre Avni Arbaş'ın çizimi]
Çarşamba, Haziran 14, 2006
Cuma, Haziran 09, 2006
Kaleci Eldivenini Atmaz
Futbolun dünü yoktur derler, hafızası olmadığını işaret etmek için. Yarın bu kadar konuşulacak mı bilinmez ama bugün için herkesin yediği hatalı gollerle hatırladığı bir kaleciden, Fevzi’den bahsedeceğim; Dünya Kupası için milli takıma girip girmemesi önemli değil, muhtemelen giremeyecek de! Aslolan futbol folkloruna ters düşen bir davranışı... İhanet de diyebilirdim, çünkü futbolda folklor dediğimiz “dün” bütünüyle romantizmden beslenir. Bütün seyircinin sustuğu anlar, havada asılı kalan “golcüler”, beli kırılan defans oyuncuları, emektar kaptanlar, gözyaşları, çocukça gol sevinçleri, tribünden atılan bir lafa verilen cevap, kaleciden gol için özür dileyen forvetler vs bu derin ve bereketli romantizmin unsurlarıdır. “Görmeliydiniz” diye başlar çoğu zaman sözler. İhanet, vefa, kadirşinaslık, bağlılık gibi bir çok romantik ifade sayısız hikayenin ana fikridir.
Hatırlayanlar olacaktır, Fevzi, geçtiğimiz sezon Rizespor hezimetinden sonra kendisine yönelen kameraları iteleyerek, elindeki eldivenleri sahaya doğru fırlattı. Kötü günü gömme isteği ya da eldivenlerin uğursuzluğu, her ne olursa olsun bütünüyle unutma arzusu taşıyordu. Top toplayıcı “iki-buçuklar” çoktan eldivenlere atlamışlardı bile! Fevzi, öfke ve buruklukla, ağlamanın eşiğinde kameraları yeniden iteledi. Fevzi’nin eldivenlerine yaptığı medyatik olduğu kadar romantik bir kalecilik ritüeli sayılabilir (!). Eldivenler, handiyse futbol sahalarının “kavuğu”dur. Emektar kaleciler kaleyi genç haleflerine teslim ederken çoğunlukla, içinde zaman taşıyan futbol bilgeliğinin sembolü eldivenlerini de bırakırlar onlara.
Kaleciler en çok uğura inananlardır, görürüz. Maç öncesi kale direklerine dayanarak dua edenler kalmıştır aklımızda. “O golü normalde yemezdim ama bir uğursuzluk vardı üzerimde” deyişi bir kalecilik hayıflanmasıdır. Adettendir, sağda solda en kötü maçları sorulur kalecilere, bol gollü hezimetlerdir bunlar, istemeyerek dökülür sözcükler ağızdan. Bir de tribün deyişiyle “ballı maçlar”... Hani forvet, defans külliyen tüm takım ne yapsa top girmez ya kaleye, eline koluna çarpar, hep kurtarır kaleci, saç baş yoldurur, “adam yemiyor” olur ya. Büyük kaleciler, şanslı günlerden iyi beslenirler. Güvenlerini getiren, kaledeki duruşlarını sağlamlaştıran maçlardır bunlar. Bu türden maçlardan seyirci, takım ve kenar yönetimi güvenini kazanarak çıkarlar ki, kaleciliğin olmazsa olmazıdır bu güven.
Fevzi’yi katarak konuşalım, kaleciliğin gençliği taşımayacak kadar tecrübe istediğini anlatmak için “genç kaleci yoktur futbolda” denir. Genç kalecinin “kumaşı”, yeteneği, arzusu ve hatta özgüveni olabilir. Ama kaleci olmak maç tecrübesine - hayal kırıklıklarına, hatalı çıkışlara, yanlış duruşlardan çıkartılacak derslere – dayalıdır, kolay kaleci olunmaz. Dikkat edilirse, bugün dünyanın en iyi kalecileri sayılan isimler otuz yaşın üzerindedir. Hatta futbol dervişleri kaleciliğin yirmi altı yaşından sonra başladığını, otuzundan sonra kaleci olunduğunu, otuz beşinde kalede durmalarının yettiğini söylerler. Peter Schmeichel bugün kırkına merdiven dayadı. Brondby’den ün kazandığı Manchester United takımına geldiğinde otuzunu çoktan devirmişti. Onun için hâlâ dünyanın en iyi kalecisi diyenler var.
Futbolcu transferlerinde yaşlı olmanın handikap olmadığı tek mevkidir kalecilik. Oliver Kahn, Fabien Barthez, Angelo Peruzzi, Santiago Canizares yaşları otuzun üzerindeki dünyanın en pahalı kalecileri muhtemelen. Elbette ki transfer ücretleri birçok değişkene bağlı olarak spekülatiftir. Ancak bu isimler önümüzdeki beş yıllık dönemde konuşulacak kaleciler olacaklar. Bu listeye onları izleyen genç bir kuşak daha teğellenebilir: Kike (Enrique Burgos), Mark Bosnich, Richard Dutruel, Mohammed Al-Deayea, Shay Given, Dida (N’elson Silva) ve gerçekten Rüştü. En sona en genç Gianluigi Buffon (bu da yazar kontenjanı).
Bütün bu isimlerden daha yaşlı ve kıymetli kaleciler yok değil. Kimileri sayıldı, kimileri ise bu küçük listede “karizma bahsinden olmak üzere” sona bırakıldı. İlki, Kamerunlu Jacques Songo’o: soğuk ve korkutucu, bazen plonjon yaparken uzadığını düşünüyorum. Başka bir iş yapıyormuşçasına duygusuz kalabiliyor. Schmeichel’ın bağırışları ya da gol yediği anda gösterdiği öfke yok onda. Bu bir oyun diyen bir sükunet yüzündeki. İkincisi Meksikalı Jorge Campos. Dünya Kupası maçlarından hatırlanabilir, en son 98’de oynamıştı. Esmer tenine tezat çingene renkli formaları bir yana garip bir meydan okumayla, sahanın her yerinde olma isteği taşıyor. Toplara çıkışı Hong Kong sinemasını andıran vücut hareketleriyle dolu. Neye benziyor denseydi, kırlangıç derdik. Duygu ve aşırı konsantrasyonun karşılığı Campos. Birine “uçan tekme” atarken ya da ağlarken, tribünle kavga ederken görebiliriz onu. Sirk futbolcusu, “havacı” ya da kaleci; şüphesiz sürekli adrenalin salgılatan bir adam. Bir diğeri Jose Luis Chilavert, Paraguay’ın frikik atan kalecisi.98’ Dünya Kupası’nda hemen her futbolseverin gol atmasını beklediği ve o anı yaşamak için can attığı spektaküler bir oyuncuydu. Ve elbette o şut atarken topun geri dönüp gol olacağını uman tribünleri de hesap etmeli. Futbol bu kadar risk kaldırmaz, ama itiraf edelim seyri güzel. Chilavert, kavruk teni, konuşkanlığı, rakip takımın attığı kornerlerdeki endişeli yüzü, kurtarış yaptıktan sonra çocukça sıçraması ve kaçırdığı frikik sonrası telaşla sahasına koşarken hatırlanacak bir futbol meseli kuşkusuz. Ve bizim listemizde son isim: Nigel Martyn... Yetiştiği futbol geleneği itibarıyla Campos ve Chilavert gibi riske girmesi düşünülemez. Ya da Songo’o gibi duygusuz kalamaz Nigel Martyn. İngilizler uzun yıllar kaleci değişikliğine-sahaya yedek kaleci çıkmasına karşı çıktılar. Martyn o yasağın zorlamasıyla büyüyen nesilden. Her ne olursa olsun, sahada kalma şartı kaleciliği derinden etkiler. Sahadaki yalnızlığı katmerlendirir. Oradan çıkış yoktur. Sakatlık nedir bilmez sağlam bir bünye gerektirir. Martin oldukça kalın bir kaleci, atletik özellikler taşımıyor. Bir başka İngiliz David Seaman gibi artistik özellikleri ve medyatik çıkışları yok. Sakin ve çileci bir kariyerden gelmiş olduğunu sürekli hissettiriyor. Bristol Rovers’ta geçmiş kaleye. Sonra Cyrstal Palace ve nihayet Leeds. Geçen sezon sonu İspanyol takımlarının listesindeydi. Gitmeyeceğini biliyorduk. Tipik bir İngiliz zira, çalışması gerektiğini bilen sabırlı bir işçi. Ona bakarken çocukluğunu görebilmek mümkün, çilli ve kısa pantolonlu; çamura bulanmış bir iyimserlik.
Önümüzdeki dünya kupası gibi turnuva maçları, kalecinin moral olarak sağlam durmasını zorunlu kılan bir zaman dilimine denk düşer. Vasat bir kalecinin özgüvenli ve yoğun bir konsantrasyonla turnuvaya başlaması, onun “kaderini” değiştirebilir ya da ümit bağlanan – “sağlam” bilinen bir kaleci tüm takımı “yıkabilir”. Dört yılda bir yaşanır olması, kalecilerin nasıl kendilerini geliştirdiklerini de gösterebilir. İtalya 90’da vasat bir kaleci olduğundan iz bırakmayan İsveçli Ravelli bir sonraki kupanın tartışmasız en iyi kalecisi olmuştu. Yüzündeki lâkaydı ifadeyi besleyen çikleti, sürekli düşen şortu, bacaklarını yana açarak yürüyüşü, sanki biraz daha uzun olması gereken boyu, saçsız başı ile Ravelli, futbol magazininin bereketli aktörlerinden biriydi. Kolay kart görebiliyor, rakiple hatta hakemle dalaşıyordu. Aklımda rakiple ya da hakemle burun buruna yaptığı “konuşmalar” ve yerden bir karış yükseklikte, dizine doğru gelen topları çıkartışı var. Kıvrılır, canı yanmış-sıkıştırılmış bir solucanın içgüdüsel refleksi gibi kapanıverirdi. Ha, şu var: Ravelli dünyanın en kolay gollerini de yiyebilecek bir kaleciydi. Hırstan çatlayacak öfkeli halleri veya “amaan sen de!” lâkaytlığı bu goller sonrasında rahatlıkla görülebiliyordu. Tribün oyuncusu olduğu için “malzeme”ydi, seyircinin üzerine oynayacağı, oyunla ilişkisini azaltarak “madara” etmek isteyeceği türden kalecilerdendi. Ravelli, bundan hoşlanıyor, gülüyor, konuşuyor, top çıkarttıkça tribüne “hareket” çekiyordu. Deli, divane bir ırmak olmak istiyordu; Akdenizli ruhu ile hayatı futbol saymayan İskandinav dervişliğini katıp çoğalıyordu içinde.
Kişisel olarak, seyrettiğim en büyük kaleci Sovyet takımının Dasaev’iydi. İlk kez 1982’de İspanya’daki kupada gördüm onu. Yaşlı kuşaklar geriye giderek başka isimlerden söz edebilirler, bilemem... Onun çizgi üzerinde duruşu, geriye çekilirken kaleyi kapatışı, yan toplardaki zamanlaması ve nereye vurulacağını hisseden içgüdüsünün daima inanılmaz olduğunu düşünmüşümdür. Brezilya ile oynadıkları maçta, gol atılmasını beklediğim her atakta ona karşı hayranlığım oluşmuştu. Soğuk ve duygusuz diyorlardı hakkında, ne de olsa bütün Ruslar, Komünistler ve Moskovalılar soğuk ve duygusuzdu. Köşe atışlarında arkadaşlarıyla konuşurken görürdük onu ama fazla bağırmazdı; kalecilerin konuşması söylenir, konuşsun istenir. Böylelikle hem oyundan kopmamış olurlar hem de önünde oynayan savunmaya yardımcı olurlar. Hayır! Dasaev o denli konuşmazdı. İstenmeyen bir adam, yoksul bir kapıcı çocuğu, umutsuz bir aşık kadar sessizdi. Sanki kurtaracak ve ölecek gibiydi. Hatırlayanlar olacaktır, 88 Avrupa Şampiyonası’nda da yaptı bunları. Hollanda’nın “gökten üç elma düşmüş” diye anlatılacak forvetlerine nasıl da direnmişti. Dasaev, bir ara İspanya’da oynadı, fazlasını bilmiyorum. Hiçbir bahçenin eyleyemeyeceği bu yalnız adam yapamadı oralarda. Alışkanlıkların kozasında büyümüş bir adamın tek başınalığını körüklemişti gurbet. Şimdi nerelerdedir, ne yapar, onu da bilmiyorum. Umarım, mutludur ve futbolun kadir bilmezliğinden nasiplenmemiştir.
Yukarıda, turnuvalarda moral ve zihnen yoğunlaşma becerisi gösteren kalecilerin kahraman olabildiklerinden söz etmiştim. Sanıyorum, bunun en tipik örneği Arjantinli Goicoechea’ydı. 1990 yılında, turnuvaya Pumpido’nun yedeği olarak gelmişti. Derler ki, Latin Amerika’da herkes gol atmak istediğinden iyi kaleci yetişmez. Doğrudur da. 86’da şampiyon olan Arjantin’in kalecisini kim hatırlıyor? Arjantin, pek iyi başlamadı turnuvaya. Sovyetler maçında (hafızam beni yanıltmıyorsa) Pumpido’nun ayağı kırılınca, kaleye Goicoechea geçti. Zaten kötü olan takımın başına gelebilecek en fena işlerden biriydi bu. Ama öyle olmadı. Melodramatik bir futbol meseli çıktı ortaya. İtalya 90’da Arjantin’i sadece Maradona ve Caniggia değil, belki daha çok, kurtardığı penaltılarla Goicoechea finale taşıdı. Oysa turnuva öncesi takımlarını sürükleyebilecek kaleciler olarak Alman Illgner, Hollandalı Van Breukelen ve İtalyan Zenga’dan söz ediliyordu. Goicoechea, kırılan ümitleri – kolay lokma ihtimalini her tehlikeli pozisyonda değiştirdi. Arjantin’le ilgili bir ara not düşmeli: Arjantin, İtalya 90’da her maça yenilmekten korkarak çıktı. Hemen herkesin dua ettiği ve mucize beklediği maçlarda Maradona’nın o bildik ağlamaklı yüz ifadesiyle Allaha yalvardığını sıklıkla görüyorduk. Çeyrek ve yarı finallerde maçlar penaltılara kaldığında, zayıf olanın kazanmasını isteyen futbolun büyülü taraftar dünyası kendine yeni bir hikaye çıkarıyordu. Her iki maçın sonunda Arjantinliler, bütün kalecilik kariyerinin en parlak başarısını elde eden Goicoechea’ya sarılıyorlardı. İlginçtir, finalde Almanlara bir penaltı golüyle yenildiler. Hemen herkes Goicoechea’dan bir başka mucize bekledi; eh o kadar da mucizeyi futbol kaldırmaz. Almanlar daha iyiydi ve Arjantin kazanamayacak kadar yorgundu. Dünya Kupası’nda belki de en ilginç kaleci, benim o yaş için tuhaf bir tercihle tuttuğum – kimse onları beğenmiyor ve futbol adına kazanmalarını istemiyordu – 82 yılının İtalyasının kaptanı Dino Zoff’tu. Yaşlıydı, kırkını aşmış gibi hatırlıyorum. Bugün televizyonda onu gördüğümde, yüzüne bakıp kaç yaşında olabileceğini düşünüyor, çıkarıp topluyorum. 78 yılında Hollanda’yı tutmuştum. Arjantin’in o coşkulu, konfetili, gerçekten korkunç seyircisinin karşısında Hollanda’yı tutmuştum. Henüz 9 yaşındaydım ve sayıca az olandan yana olmak gibi bir temayülüm vardı. Hollanda kaybetti, o finalden birkaç gün önce ya da sonra Zengin ve Yoksul’daki Tom / Nick Nolte de Falconetti adlı kötü adam tarafından öldürülüyordu. 78 yazı benim için kötü geçti. 82’de bu kadar takım arasında Socrates yüzünden Brezilya’ya, Platini yüzünden Fransa’ya sempati duyuyordum. Ama inanın, asıl tuttuğum yaşlı bir kaptanın, bir türlü gol atamayan takımı İtalya’ydı. Polonya, Peru ve Kamerun’la berabere kalarak averajla çıkmıştı gruptan. Zoff, kalecilik için fiziken ağırlaşmıştı ama nerede duracağını öyle iyi biliyordu ki, risksiz oynuyor, asla zamanlama hatası yapmıyordu. Zoff kadar İtalya’dan da söz edilmeli: İtalya daima sağlam bir defansla oynadı. Bıktırıcı bir pas alışverişleri vardı. Conti, ortada topu aldığında kanatlara açılıyor, çapraz koşular yapan Rossi ve Graziani savunmayı sağa sola çekerek boş alanlar yaratıyorlardı. İtalya hep daha fazla gidemez, “buraya kadar” denilen maçlardan çıktı. Zoff, ikinci tur maçlarında kazandıkları –ve onları aslında finale taşıyan- Arjantin ve Brezilya maçlarında, kesinlikle hatasız oynadı. Ahir zaman kalecilerinin ilmek ilmek kazağı vardı üzerinde. Sanki saçları hiç bozulmadı, hiç terlemedi, bir nefesti.
Kaleciler eldivenlerini atmazlar, bunun bir gençlik hezeyanı olduğunu öğrenmişlerdir çünkü.
[2002 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası Kitabı için yazılmıştı]
Hatırlayanlar olacaktır, Fevzi, geçtiğimiz sezon Rizespor hezimetinden sonra kendisine yönelen kameraları iteleyerek, elindeki eldivenleri sahaya doğru fırlattı. Kötü günü gömme isteği ya da eldivenlerin uğursuzluğu, her ne olursa olsun bütünüyle unutma arzusu taşıyordu. Top toplayıcı “iki-buçuklar” çoktan eldivenlere atlamışlardı bile! Fevzi, öfke ve buruklukla, ağlamanın eşiğinde kameraları yeniden iteledi. Fevzi’nin eldivenlerine yaptığı medyatik olduğu kadar romantik bir kalecilik ritüeli sayılabilir (!). Eldivenler, handiyse futbol sahalarının “kavuğu”dur. Emektar kaleciler kaleyi genç haleflerine teslim ederken çoğunlukla, içinde zaman taşıyan futbol bilgeliğinin sembolü eldivenlerini de bırakırlar onlara.
Kaleciler en çok uğura inananlardır, görürüz. Maç öncesi kale direklerine dayanarak dua edenler kalmıştır aklımızda. “O golü normalde yemezdim ama bir uğursuzluk vardı üzerimde” deyişi bir kalecilik hayıflanmasıdır. Adettendir, sağda solda en kötü maçları sorulur kalecilere, bol gollü hezimetlerdir bunlar, istemeyerek dökülür sözcükler ağızdan. Bir de tribün deyişiyle “ballı maçlar”... Hani forvet, defans külliyen tüm takım ne yapsa top girmez ya kaleye, eline koluna çarpar, hep kurtarır kaleci, saç baş yoldurur, “adam yemiyor” olur ya. Büyük kaleciler, şanslı günlerden iyi beslenirler. Güvenlerini getiren, kaledeki duruşlarını sağlamlaştıran maçlardır bunlar. Bu türden maçlardan seyirci, takım ve kenar yönetimi güvenini kazanarak çıkarlar ki, kaleciliğin olmazsa olmazıdır bu güven.
Fevzi’yi katarak konuşalım, kaleciliğin gençliği taşımayacak kadar tecrübe istediğini anlatmak için “genç kaleci yoktur futbolda” denir. Genç kalecinin “kumaşı”, yeteneği, arzusu ve hatta özgüveni olabilir. Ama kaleci olmak maç tecrübesine - hayal kırıklıklarına, hatalı çıkışlara, yanlış duruşlardan çıkartılacak derslere – dayalıdır, kolay kaleci olunmaz. Dikkat edilirse, bugün dünyanın en iyi kalecileri sayılan isimler otuz yaşın üzerindedir. Hatta futbol dervişleri kaleciliğin yirmi altı yaşından sonra başladığını, otuzundan sonra kaleci olunduğunu, otuz beşinde kalede durmalarının yettiğini söylerler. Peter Schmeichel bugün kırkına merdiven dayadı. Brondby’den ün kazandığı Manchester United takımına geldiğinde otuzunu çoktan devirmişti. Onun için hâlâ dünyanın en iyi kalecisi diyenler var.
Futbolcu transferlerinde yaşlı olmanın handikap olmadığı tek mevkidir kalecilik. Oliver Kahn, Fabien Barthez, Angelo Peruzzi, Santiago Canizares yaşları otuzun üzerindeki dünyanın en pahalı kalecileri muhtemelen. Elbette ki transfer ücretleri birçok değişkene bağlı olarak spekülatiftir. Ancak bu isimler önümüzdeki beş yıllık dönemde konuşulacak kaleciler olacaklar. Bu listeye onları izleyen genç bir kuşak daha teğellenebilir: Kike (Enrique Burgos), Mark Bosnich, Richard Dutruel, Mohammed Al-Deayea, Shay Given, Dida (N’elson Silva) ve gerçekten Rüştü. En sona en genç Gianluigi Buffon (bu da yazar kontenjanı).
Bütün bu isimlerden daha yaşlı ve kıymetli kaleciler yok değil. Kimileri sayıldı, kimileri ise bu küçük listede “karizma bahsinden olmak üzere” sona bırakıldı. İlki, Kamerunlu Jacques Songo’o: soğuk ve korkutucu, bazen plonjon yaparken uzadığını düşünüyorum. Başka bir iş yapıyormuşçasına duygusuz kalabiliyor. Schmeichel’ın bağırışları ya da gol yediği anda gösterdiği öfke yok onda. Bu bir oyun diyen bir sükunet yüzündeki. İkincisi Meksikalı Jorge Campos. Dünya Kupası maçlarından hatırlanabilir, en son 98’de oynamıştı. Esmer tenine tezat çingene renkli formaları bir yana garip bir meydan okumayla, sahanın her yerinde olma isteği taşıyor. Toplara çıkışı Hong Kong sinemasını andıran vücut hareketleriyle dolu. Neye benziyor denseydi, kırlangıç derdik. Duygu ve aşırı konsantrasyonun karşılığı Campos. Birine “uçan tekme” atarken ya da ağlarken, tribünle kavga ederken görebiliriz onu. Sirk futbolcusu, “havacı” ya da kaleci; şüphesiz sürekli adrenalin salgılatan bir adam. Bir diğeri Jose Luis Chilavert, Paraguay’ın frikik atan kalecisi.
Önümüzdeki dünya kupası gibi turnuva maçları, kalecinin moral olarak sağlam durmasını zorunlu kılan bir zaman dilimine denk düşer. Vasat bir kalecinin özgüvenli ve yoğun bir konsantrasyonla turnuvaya başlaması, onun “kaderini” değiştirebilir ya da ümit bağlanan – “sağlam” bilinen bir kaleci tüm takımı “yıkabilir”. Dört yılda bir yaşanır olması, kalecilerin nasıl kendilerini geliştirdiklerini de gösterebilir. İtalya 90’da vasat bir kaleci olduğundan iz bırakmayan İsveçli Ravelli bir sonraki kupanın tartışmasız en iyi kalecisi olmuştu. Yüzündeki lâkaydı ifadeyi besleyen çikleti, sürekli düşen şortu, bacaklarını yana açarak yürüyüşü, sanki biraz daha uzun olması gereken boyu, saçsız başı ile Ravelli, futbol magazininin bereketli aktörlerinden biriydi. Kolay kart görebiliyor, rakiple hatta hakemle dalaşıyordu. Aklımda rakiple ya da hakemle burun buruna yaptığı “konuşmalar” ve yerden bir karış yükseklikte, dizine doğru gelen topları çıkartışı var. Kıvrılır, canı yanmış-sıkıştırılmış bir solucanın içgüdüsel refleksi gibi kapanıverirdi. Ha, şu var: Ravelli dünyanın en kolay gollerini de yiyebilecek bir kaleciydi. Hırstan çatlayacak öfkeli halleri veya “amaan sen de!” lâkaytlığı bu goller sonrasında rahatlıkla görülebiliyordu. Tribün oyuncusu olduğu için “malzeme”ydi, seyircinin üzerine oynayacağı, oyunla ilişkisini azaltarak “madara” etmek isteyeceği türden kalecilerdendi. Ravelli, bundan hoşlanıyor, gülüyor, konuşuyor, top çıkarttıkça tribüne “hareket” çekiyordu. Deli, divane bir ırmak olmak istiyordu; Akdenizli ruhu ile hayatı futbol saymayan İskandinav dervişliğini katıp çoğalıyordu içinde.
Kişisel olarak, seyrettiğim en büyük kaleci Sovyet takımının Dasaev’iydi. İlk kez 1982’de İspanya’daki kupada gördüm onu. Yaşlı kuşaklar geriye giderek başka isimlerden söz edebilirler, bilemem... Onun çizgi üzerinde duruşu, geriye çekilirken kaleyi kapatışı, yan toplardaki zamanlaması ve nereye vurulacağını hisseden içgüdüsünün daima inanılmaz olduğunu düşünmüşümdür. Brezilya ile oynadıkları maçta, gol atılmasını beklediğim her atakta ona karşı hayranlığım oluşmuştu. Soğuk ve duygusuz diyorlardı hakkında, ne de olsa bütün Ruslar, Komünistler ve Moskovalılar soğuk ve duygusuzdu. Köşe atışlarında arkadaşlarıyla konuşurken görürdük onu ama fazla bağırmazdı; kalecilerin konuşması söylenir, konuşsun istenir. Böylelikle hem oyundan kopmamış olurlar hem de önünde oynayan savunmaya yardımcı olurlar. Hayır! Dasaev o denli konuşmazdı. İstenmeyen bir adam, yoksul bir kapıcı çocuğu, umutsuz bir aşık kadar sessizdi. Sanki kurtaracak ve ölecek gibiydi. Hatırlayanlar olacaktır, 88 Avrupa Şampiyonası’nda da yaptı bunları. Hollanda’nın “gökten üç elma düşmüş” diye anlatılacak forvetlerine nasıl da direnmişti. Dasaev, bir ara İspanya’da oynadı, fazlasını bilmiyorum. Hiçbir bahçenin eyleyemeyeceği bu yalnız adam yapamadı oralarda. Alışkanlıkların kozasında büyümüş bir adamın tek başınalığını körüklemişti gurbet. Şimdi nerelerdedir, ne yapar, onu da bilmiyorum. Umarım, mutludur ve futbolun kadir bilmezliğinden nasiplenmemiştir.
Yukarıda, turnuvalarda moral ve zihnen yoğunlaşma becerisi gösteren kalecilerin kahraman olabildiklerinden söz etmiştim. Sanıyorum, bunun en tipik örneği Arjantinli Goicoechea’ydı. 1990 yılında, turnuvaya Pumpido’nun yedeği olarak gelmişti. Derler ki, Latin Amerika’da herkes gol atmak istediğinden iyi kaleci yetişmez. Doğrudur da. 86’da şampiyon olan Arjantin’in kalecisini kim hatırlıyor? Arjantin, pek iyi başlamadı turnuvaya. Sovyetler maçında (hafızam beni yanıltmıyorsa) Pumpido’nun ayağı kırılınca, kaleye Goicoechea geçti. Zaten kötü olan takımın başına gelebilecek en fena işlerden biriydi bu. Ama öyle olmadı. Melodramatik bir futbol meseli çıktı ortaya. İtalya 90’da Arjantin’i sadece Maradona ve Caniggia değil, belki daha çok, kurtardığı penaltılarla Goicoechea finale taşıdı. Oysa turnuva öncesi takımlarını sürükleyebilecek kaleciler olarak Alman Illgner, Hollandalı Van Breukelen ve İtalyan Zenga’dan söz ediliyordu. Goicoechea, kırılan ümitleri – kolay lokma ihtimalini her tehlikeli pozisyonda değiştirdi. Arjantin’le ilgili bir ara not düşmeli: Arjantin, İtalya 90’da her maça yenilmekten korkarak çıktı. Hemen herkesin dua ettiği ve mucize beklediği maçlarda Maradona’nın o bildik ağlamaklı yüz ifadesiyle Allaha yalvardığını sıklıkla görüyorduk. Çeyrek ve yarı finallerde maçlar penaltılara kaldığında, zayıf olanın kazanmasını isteyen futbolun büyülü taraftar dünyası kendine yeni bir hikaye çıkarıyordu. Her iki maçın sonunda Arjantinliler, bütün kalecilik kariyerinin en parlak başarısını elde eden Goicoechea’ya sarılıyorlardı. İlginçtir, finalde Almanlara bir penaltı golüyle yenildiler. Hemen herkes Goicoechea’dan bir başka mucize bekledi; eh o kadar da mucizeyi futbol kaldırmaz. Almanlar daha iyiydi ve Arjantin kazanamayacak kadar yorgundu.
Kaleciler eldivenlerini atmazlar, bunun bir gençlik hezeyanı olduğunu öğrenmişlerdir çünkü.
[2002 yılında İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası Kitabı için yazılmıştı]